17 Ağustos 2011 Çarşamba

İstanbul’daydım.

O gün… 17 Ağustos 1999’da. Ve hatta yurtta, çatı arasındaki etüt odasında tek başıma ertesi günkü yaz okulu finali için çalışıyordum, uyanıktım. Kocaman boş masalar, masaların üzerinde kahve çay içilmiş, bırakılmış fincanlar vardı. İyi hatırlıyorum çünkü, önce köpekler ulumaya başladı, ama her zamankinden farklı. Sonra deprem başladı. Masalar ileri geri gitmeye, fincanlar birbirine çarpmaya başladı. O ses günlerce kulaklarımdan gitmedi.


İzmir’den alışkınım ya depreme, hemen her sene sarsılırız ya, otomatikman kapı kirişinin altına girdim. (Sonradan bu bilginin de yanlış olduğunu öğrenmiştik)

Sükûnetimi koruyorum, az sonra bitecek, diyorum içimden. Hep böyle olur, 5 saniye silkeler seni, hop sakinler. Yok bitmiyor. Ayakta duracak halim kalmıyor, çöküyorum, bitmiyor bitmiyor… Merdivenlere bakıyorum, çatıdan inen dönen merdivenler, bu sarsıntıda düşer kafamı kırarım diyorum, bir taraftan da mıhlanmışım, kıpırdayamıyorum.

Uyuyanlar uyanmaya başlıyor, her odadan çığlık sesleri, merdivene koşanlar, ben sadece “hmm galiba böyle öleceğim” diyorum içimden. Meğer ömrü hayatım boyunca nasıl öleceğimi merak etmişim. Dışımdan ise “bitsin, bitsin” diye bağırıyorum.

O fincanların sesini duymak istemiyorum, yerimden kıpırdayabilsem ilk iş o fincanları ayıracağım birbirinden! Bitiyor. Çıplak ayak o dönen merdivenlerden inmeye çalışıyorum bacaklarım titriyor, felçli gibi.

Hep beraber dışarıdayız şimdi. Diyoruz ki fay hattı burasıydı kesin, yoksa bu şekilde hissetmemiz mümkün değil.

Annelerimizi aramaya çalışıyoruz, hiçbir şey çalışmıyor. İzmit’li bir arkadaşım vardı, Ebru, mimarlıkta okuyan, o kızın yüzü hala gözümün önünde… Çünkü bir şekilde radyoyu açabilmiştik ve radyodan deprem üssünün Kocaeli olduğu söyleniyordu, ailesi orada. O ailesine merak etmeyin demeyi düşünürken, o merak etmeye başlamıştı ailesini.

Biz Taksim’deyiz, düşün mesafeyi, alakamız yok aslında. Cep telefonları çalışmaya başladı. İlker’le ulaştık birbirimize, benim cep telefonum yok, İlker’inkinden Elvan’ınkinden annemlere ulaşıyoruz. Sabah oluyor. Her şeyin normale dönmesini umuyoruz, yaşıyoruz ya, durumun ehemmiyetinin de farkında değiliz ya. Markete gidiyoruz, elektrikler yok, etler yiyecekler kokmuş. Makarna haşlıyoruz Elvan’la.

Ablamla telefonda konuşuyoruz. Ağlıyor. “Sakın televizyonu açma Yeliz , sakın açma ablacım” diyor. Zaten mümkün değil, elektrikler yok. Radyonun pili bitmiş.

Elektrikler geliyor.

Yalovalı o spikerin akrabalarının evinin yıkıldığını sunduğu görüntüler…

Enkaz halindeki evler…

İnsanlar…

En çok da koyacak yer bulunamadığından buz pisti üzerine konmuş yüzlerce cansız beden.

Günlerce gece rüyama girdi o buz pistindeki cesetlerin görüntüsü.

Elvan’la birbirimize sarılıp ağlıyoruz. İşte şimdi anlıyoruz! Artçılar oluyor, bir adım ötemize ayaklarımızın dibine avizeler düşüyor günler sonra bile...

Finaller bitiyor. Bizden önce İlker’in ev arkadaşı Mert gidiyor İzmir’e. O zamanlar uçak filan yok, hep otobüs kullanıyoruz. Çanakkale üzerinden vermişler güzergâhı. On beş saatte gitmiş. Birkaç gün sonra biz çıkıyoruz yola.

Arabalı feribotla ve sonrasında otobüsle yol alırken bir film şeridi gibi o insanların dramı geçiyor önümüzden… Ardımızda bırakıyoruz her şeyi. 12 Kasım’daki yeni depreme kadar ardımızda bırakıyoruz.

Devletin hiçbir şey yaptığı yok! 12 sene geçti! Bu kadar süre içerisinde aklımda kalanları zorluyorum benim bir yıl boyunca başucumda tuttuğum “deprem çantam” bile devletin çabalarından daha güvenilirdi.

Hangisini sayayım? Öncelikle ceset torba siparişini mi?

Deprem konteynırlarının büyük sükse ile hazırlanıp da sonra yağmalanmaya terk edilmesini mi?

Göstermelik afet yolları yapıp sonra o yolları belediyenin park yeri haline getirilmesini mi?

Sakarya’ya üniversite için gelen öğrencilerine, rektör liste veriyormuş. “sakın bu binalarda ev kiralamayın, bu evler depremden hasarlı hala yıkılmadı” diyormuş.

Hasarlı binalar yıkılmadı !

Veli Göçer göstermelikten içeri atıldı, çıktı. Daha hasarlı binalar yıkılmadı!

Sıramızı savdık mı sanıyoruz? Bir daha vurmayacak mı sanıyoruz?

Anladım ben, başımızın çaresine bakacağız. Kendi önlemlerimizi kendimiz alacağız. Zira devletin kapısında “Ramazan nedeniyle kapalıyız” yazıyor ve deprem söz konusu olduğunda mübarek Ramazan ayı devlet için hiç bitmiyor.

4 yorum:

Fatma dedi ki...

Bu acılar unutulmuyor ve ders te alınmıyor malesef. İnsana verilen değer ortada.

şeydanur dedi ki...

ben o zaman ortaokuldaydım ve bursadaydım, ailemle uludağda kalıyorduk. tv yoktu ve o gün bilemedik ne olduğunu, komşuda gördüğümüz görüntülerin benim ülkemden olduğuna inanamamıştım :( aylarca deprem çıkmadı gündemden. şimdi ise deprem mevsimi geçmiş gibi davranıyoruz, sanki bir daha buralara uğramayacak gibi..

şeydanur dedi ki...

da ben ramazan olayını anlamadım :S devletle ne alaka?

Adsız dedi ki...

şeydanur hanımcım, sayın büyük !dedi ya terör için; 'bıçak kemiğe dayandı ama ramazan nedeniyle sabrediyoruz' diye bence ona atıfta bulunuyor yeliz hanım.. haklısınız yeliz hanım bende uyanıktım o 03 küsürde ve bitmemişti bir türlü. şimdi devletim tüm organlarını istanbula taşımaya çalışıyorlar.. neresinden tutmaya çalışsak elimizde kalıyor canıım ülkem.. mercan..