18 Şubat 2024 Pazar

Blog içerik listesinden yapay zeka endişesine (Bölüm 1)

 Güzel bir sabah. Evin pipilileri, Arca’nın maçına gittiler. “Me time” saatlerime kahvem, ve evin sessizliğine çamaşır makinesinin ve usulca yağan yağmurun sesi eşlik ediyor. 

Sabah blog yazmaya niyetlenince, kendime yine liste yaptım, blog içerikleri listesi. 


Benim bu ota boka liste yapma manyaklığım ne olacak? Her şeyi planlama, düzene sokma, işleyişi kontrol etme… Mesleki deformasyon olsa gerek. Her şeyi üzerime alma hastalığı da mesleki deformasyon mu acaba? Yok o düz manyaklık. 


Fark etmiyorum da biliyor musun? Yani kendi başıma fark etmiyorum. İş arkadaşlarımın uyarılarıyla kendime geliyorum. İşteki son gününde Marco’ya kocaman sarıldım, bana tavsiyesi “her şeyi üzerine alma Yeliz, bir rahat ol” oldu. O gidince Marijke ve Afsaneh, haftada birkaç kez uyarıyorlar, bizimle paylaş… Aslında çok şanslıyım, yardım istemeden destek olanım çok, yalnız değilim. Ama işte mesele bu, yardım istemeyi bilmek. Fark etmek.


Aslında bakarsan, “çok yoğunum, koştur koştur feci işler” kafasından ve imajından hiç hoşnut değilim. Ufak tefek stresler, minik kısa süreli telaşlar… bunlar güzel şeyler, dengeyi tutturduğun sürece. Bir toplantıdan diğerine koştuğum, bir iş üzerinde doğru düzgün yoğunlaşamadığım günleri sonu üzerimden tır geçmiş gibi oluyor. 


Ayrıca… Bu “çok aşırı meşgul olma ve dolayısıyla hiçbir şeyi yetiştirememe” hali artık hiç trend de değil, benden söylemesi. Yeni trend “bilmem ne konusuna yoğunlaştım bu aralar, sana daha önce dönemedim” demek. Busy out, focus on something in. 


Bu out and in muhabbeti de bizim jenerasyona ait değil mi? Birkaç farklı jenerasyon birlikte çalışmak, yaşlandığını yüzüne vuruyor bakma, ama keyifli tarafları da var. Gençlerden çok şey öğreniyorum, yeni teknolojileri, denge kurmayı, hayır demeyi, ve her seferinde yeniden başlamayı. Sen de sıfırdan bambaşka bir ülkede hayat kurdun diyebilirsin, ama ben bunu 14 yılda ancak yapabildim, bu gençler zıp zıp kariyer değiştiriyor, korkmadan. Şahane! 


Bir vesileyle meslek hayatıma nasıl başladığım aklıma geldi, yüzyıllar olmuş sanki. Üniversiteden mezun olduğumda İlker’in hala alttan dersi ve bitirme tezi vardı. O zamanlardan İzmir’de yaşama fikrimiz olduğu için, ben mezun olur olmaz İzmir’e döndüm, İstanbul’da hiç iş aramadım, nasıl olsa İlker de gelecek-ti. Gelmedi, zira okulu bitirmezden evvel bir iş buldu, kariyer basamaklarını hızlı tırmandı, ve İzmir’e dönmekten vazgeçti. Bense fakülteyi bitirdiğim yaz, ehliyetimi aldım, İzmir’in o vakitler güçlü olan fabrikalarından birine kapağı attım. BMC (hani o reklam vardı bence bmc hah o işte). 


Nasıl dersen, yönetim kurulunda uzaktan akraba vardı, bende de İTÜ diploması, tüm gün süren sınav mülakat vs sonrasında bölümlerden birine giriverdim. Hala daha o mülakatları göstermelik yaptıklarını düşünüyorum, torpilim vardı, eşek olsam işe alırlardı kanımca. 


Masam vardı ofiste ama bilgisayarım yoktu. Departmanın sayılı bilgisayarlarında Autocad çizimi yapmaya müsaade vardı, bir de departman sekreterinin bilgisayarından e-mail atabiliyordun, zira tek internet o bilgisayardaydı. Sene 2000 ve kurumsal bir fabrikadan bahsediyoruz! İki sene kamyon tepelerinde mühendislik yaptıktan sonra evlendim ve İstanbul’a gittim. 


İstanbul’da iş ararken kendimi geç kalmış hissediyordum, sene 2022 ve yaş 24, çok geç çok ;)))


Oturduğumuz eve yakın E5 üzerinde yabancı bir şirketin bayraklarını görüyordum, İlker’e dedim, ben buraya gireceğim. Dediğimin üzerinden birkaç hafta geçmişti ki, gazetede şirketin iş ilanı çıktı. Ya işte o kadar yaşlıyım ben :))) Hürriyet’in IK gazetesinde çıkmıştı ilan. Ben de maille başvurmuştum, hani o kadar da yaşlı değilim. O gün aldılardı işe, herkesin Almanca konuştuğu şirkette İngilizcesi sayesinde işe alınan ilk kişiydim. Neyse ki bilgisayarım vardı ama Kore’ye siparişleri faksla geçiyordum. 


Bilgisayarsız, internetsiz akraba torpiliyle girilen ilk iş, fakstan siparişler, gazeteden bulunan işler vs… tüm bunlar 24 yıl içinde oldu, tabii ki hayat çok değişti, ama bizim jenerasyonun tüm bu değişimlere adaptasyonu bu teknolojiye doğan kardeşlerimizin - çocuklarımızın aşinalığı yanında müthiş bir başarı gibi geliyor. Hakkımız teslim edilsin, lütfen. 


Öte yandan yolumuz uzun, her gün şaşıracak yeni bir şeylerin farkına varmak gibi gerçeklerle karşılaşıyoruz. ChatGPT gibi. Yeni neslin elinin altında ve her alanda kullanıyorlar biliyor muydun? 


Bir gün ofiste küçük bir kriz patladı ve ben krizi çözmek zorunda olduğum için söz verdiğim halde bir sunum için kapanış konuşmasını yetiştiremeyecektim, Marijke yardımcı oldu. Şahane bir kapanış konuşmasıydı, benim rahat bir saatimi alırdı fakat beş dakikada önümdeydi. Meğer bu ChatGPT ile yapmış. Marco veda metnini oradan yazmış mesela. Henüz işte kullanmadım ama Flamanca ev satın alma sözleşmesini, mükemmel bir Türkçeye çeviren tercüme tecrübesinde çok etkilendim. 


Peki tüm bunlar bir şekilde bu teknolojiler tarafından yapılacaksa, biz ne yapacağız gibi korkular sarıyor paçayı. Ama onu da diğer postta anlatayım, buralar çok uzadı, artık kimsenin uzun yazılara tahammülü kalmadı.

11 Şubat 2024 Pazar

içindeki çocuğu muhafaza etmeyi başaran herkes sanatçıdır

Pazar enerjisi diye bir şey var, bende ise ziyadesiyle mevcut. Sabah çok erken kalkmak, okumak yazmak, yoga yapmak, güzel bir ilk öğün, günün planlaması hatta haftanın, mesela haftanın yemekleri, ne gün ne giyileceği… Bazen bilgisayarı açıp birkaç mail yazmaya da niyetleniyorum ama sonra diyorum ki artık Belçikalısın Yeliz, Belçikalı gibi davran, hafta sonu asla çalışma! Çalışmadım, bugün, aferin bana. 

Yazmak çizmek derken… uzun uzun sabah sayfaları yazıyorum bu aralar. Sanatçının Yolu kitabını bilirsiniz, şimdilerde atölyeleri okumaları filan yapılıyor (göz devirme emojisi!) ben okuduğumda sene 2016 idi, canım Sıla tavsiye etmişti. 

İlk zamanlar Sanatçının Yolu için çekimser kalmış, “haşa sanatçılık benim neyime” demiştim. 

Yıllar sonra şimdi, çok farklı düşünüyorum.

Picasso’nun ünlü bir lafı vardır; “her çocuk sanatçıdır”, der. 

Aslında bence şöyle, “içindeki çocuğu muhafaza etmeyi başaran herkes sanatçıdır”. 


Çocuk olmanın en muhteşem tarafı, geçmişinin olmamasıdır. Çocuk ne geçmişe takılır, ne de geleceği düşünür, çocuk bu andadır, akar gider. Büyürken birilerini memnun etme telaşı içinde, geçmiş hesaplar ve gelecek kaygıları arasında bir yerlerde kendimizi memnun etmek için pek az şey yapmaya başlarız. O çocuk neşesi kaybolur gider. 

Özgürlüğümüzün başına gelen işte tam da budur! Neşemizi kaybetmek.

Kendini ifade edebildiğin anlarda içindeki çocuğu dışarı çıkarırsın. Sanatçılar, işleriyle kendilerini ifade ederler, o yüzden de biraz deli, hala çocuk ama çokça özgür ruhludurlar. 

Kendini ifade etmek için illa Picasso olmaya gerek yok. 

Yaşam bizim tuvalimiz ve şaheserimizi yaratmak için ihtiyacımız olan tek şey, geçmiş ve gelecekle ilişkimizi kestiğimiz, çocuk neşesi barındıran o anlar… Yaşamımızın o anlardan ibaret olduğunu bir düşünsene, nasıl da sonsuza akar…

Kendini ifade etmek.

Bağ kurmak.

İnsanlara dokunmak.

Kendine dokunmak neşeyle…

Bugün evin pipilileri, beni hem yürüyüşte, hem de havuzda ekince, kendimi sokaklara attım. Uzun uzun yürüdüm, aralarda koştum kısa mesafe. Dönüşe yakın, rotamı Rozenweg’e çevirdim, o minik sokağa. Eylüldü sanırım, bir evden çalışma gününde, dellenip öğle yürüyüşüne çıkmıştım da yolumu kaybedince keşfetmiştim, tesadüfen. 

Bugün, sergideki eserleri tek tek inceledim, hatta fark ettim ki, burası sekiz yaşında bir oğlan çocuğunun sergisiymiş. Instagramdan hesabını buldum. O minik çoraptan Arca’da da vardı, hani Cars karakteri olan. Arca’nın Belçika’ya geldiği yaşta Adem. Günümü güzelleştiren oğlan.


Bana çocuk kalmanın neşesini hatırlattığın için teşekkürler.  

Sanatçının Yolu’na dönecek olursak, 2016 yazını çok iyi hatırlıyorum. Sanatçının Yolunu okuduğum ve sabah sayfalarımı yazmaya başladığım yaz. Bana bugünkü yaşamımı inşa etme farkındalığını veren günler… 

Sahi bizler her birimiz, yaşamımızı şahesere dönüştürecek sanatçılar değil miyiz? 

10 Şubat 2024 Cumartesi

3N bir ben

Neler yapıyorum? 

Ben o kuaföre gittiğimin ertesi Arca sayesinde eve teşrif eden virüsten nasibi aldım. Karı koca karşılıklı koltuklarda iki seksen yatarken evladımıza sağlam giydirdik. Bitirdin bizi allahın ergeni! Tarhanamızı karıştırması bile affettiremedi öyle bir teleflik. 

Gerçi herkes hasta, ofiste sıraya geçtik gibi. Sıra dayağı mübarek, silkelemeden bırakmıyor. İki gün evden çalıştım da doktora gitmeden atlattım. Aslında doktora gidip haftayı raporla kapatmalıydım, herkes öyle yapıyor ama iki projenin onayını almam, önümüzdeki aylarda gideceğim seyahatler için planlama yapmam gerekiyordu, çalışmazlık edemedim. Belki dedim, benim virüs o korkunçlukta değil, hani eklem ağrısı yapandan… Belki biraz ateş biraz halsizlik ayakta hallederiz… dedim, ve hallettim gitti. 

Haftanın son üç günü ofisteydim, ama mesai yapmadım - yapamadım. Böylece dinlenebildim. 

Bu arada bir de baktım koca Ocak ayı bitmiş, Şubatı bile ufaktan yiyoruz. Zaman nasıl da geçiyor. 

Ne izliyorum?

Crown bitti, yer yer çok sıktı. Bol bol nenem tatlışlığı, royallerin suya sabuna dokunmadığı yakın tarih, ne bileyim biraz yavan geldi. Külahıma anlat misali. Ama iyi prodüksiyon izlediğime pişman değilim.

Arada derede Barbie izledim, öyk ama gerçekten öyk! Bu kadar sıkıldığım bir film daha hatırlamıyorum. İşkence gibiydi, hele Oppenheimer’dan sonra! 

Ütü dizisi olarak konumladığım Aile bitti. Tamam 30 bölüm anlaşmışsınız eyvallah da, o son birkaç bölümün “bitse de gitsek” modu neydi? Yazık. 

Şimdi yeni dizi İnci Taneleri. Diyaloglar keyif veriyor, oyunculuklar zaten iyi, bakalım ne kadar gidecek. Hikayeye takılmıyorum, vakit geçirmelik. 

Var mı bu aralar başka güzel Türk dizisi?

Neler okuyorum? 

Geçen instagramda bahsetmiştim, Dört anlaşmayı üçüncü defa okudum, bitirdim. Her sene başı okumalı, kendimizle anlaşmalarımızı tazelemeliyiz kanımca. Bunda gayrı niyetim bu. Beşinci anlaşmaya başlama hastalığa kurban gitti, zira sabahları uyanamadım bir türlü. Bahsettim mi, acaba? Kendi küçük hayatımda ufak tefek alışkanlıklar ediniyorum, sabah taze kafayla kurgu dışı kitaplar okuyorum. Kişisel gelişim demek yerine kurgu dışı tanımı daha fazla hoşuma gidiyor. Kişisel gelişim tabirindeki o yüksek beklenti yok. 

Akşamları uyumadan önce ise Körleşme’yi okuyorum bir süredir. Şahane! Korkulası kitaplar listemdeydi ne vakittir. Korkulacak bir şey yokmuş, gayet de keyifli akıp gidiyor. Bazen - bazen mi? Umumiyetle diyelim- absürd geliyor. Gülümseyip geçiyorum.

Elimde okunmayı bekleyen ciddi bir kitap listesi var, Körleşme ne zaman bitecek de sıra bunlara gelecek hiç bilmiyorum, bakalım.

Ee sizler neler yapıyorsunuz? Neler okuyorsunuz?


3 Şubat 2024 Cumartesi

Kuaför meselesi

 Sarışınlığı seven fakat dertlerine katlanmaya bir türlü alışamayan şahsım an itibariyle kuaför koltuğunda bekliyor. Neyi mi? Balyajlarının tutmasını. 

Güzellik ve bakımın olmazsa olmaz mekanı kuaför salonları benim gibi asosyallere göre değil. Her seferinde sırt çantamla geliyorum. Kitap, ipad eksik olmuyor yanımdan. Yanımda sohbet eden kadınlar var, dillerini bilsem bile ilgimi çekmiyor sohbet. İzmirde de kuaförlerde muhabbeti müşterilerden ziyade çalışanlarla yapardım. 


Bu bekleme kısmı sıkıcı evet, aşıyorum bir şekilde, az önce uygulamadan flamanca çalıştım, biraz kitap okudum, nefis bir çay ikram ettiler, tadını çıkardım, mis… bak şimdi de blog yazısı yazıyorum, kimse ilişmiyor, şikayet edecek bir durum yok yani. Az sonra şampuanlarken kafama boynuma masaj yapacaklar… ay bakar mısın neredeyse seveceğim muameleyi 🤣🤣🤣 


Benim derdim başka aslında. Beyazlarım arttıkça biraz fazla sık gelmem gerekti gibi, bence yaşlanma huysuzlukları. 


Bazen cadılık yapıyorum (bazen ???) ya da şımarıkılık. Sonra fark ediyorum ulen çocuk musun koca kadınsın 45lik plak misali. Hemen bir çeki düzen veriyorum kendime. Yaş kemale yelken açtı ben o olgunluğu bilgeliği bir türlü yakalayamadım. İçimde mi yoktur nedir? Ya da kaçınılmaza gücümün yettiğince direnme… aman ne dersen de. 


Bu sabah Elvanla konuşurken fark ettim, nasıl kodlarla yetiştirilmişiz ki nasıl da herkesin bizi sevmesine değer vermesine ihtiyaç duyuyoruz. Kendimiz olduğumuz haliyle ne kadar sevilesi olduğu halde kendimize engel olamıyoruz, ah o kodlar!


Yaşımızdan genç göstermek geçer akçe mesela. Bizim ekipteki otuzların başındaki kadınlara heyecanla anlatıyordum, ipek yastık kılıfı kırışıklıkları önlüyormuş, kuru fırçalama kan dolaşımına iyiymiş, ah bunları evvelden bileydim daha geç yaşlanırdım, ayol 10 yaş geç görünürdüm, aman diyim siz uygulayın…. Filan muhabbet ediyoruz, kırkına bu yıl giren arkadaşım, “benim ihtiyacım yok zaten 10 yaş genç görünüyorum ” dedi. Bence tam yaşında görünüyor ama mesele o değil, orada fark ettim aman ya genç görünsek ne olur görünmesek ne olur? 


Mimik çizgilerin çıkmasın diye gülümsemek de iyi değilmiş ama benim en güzel tarafım sürekli gülümsemek, ne yani vaz mı geçeyim en güzel aksesuarımdan? 


Buraya da kuaförden çıkmış bir yeliz selfiesi bırakalım artık birkaç ay uğramam:))



28 Ocak 2024 Pazar

Bir enkazı ayağa kaldırma yöntemi olarak çorba

 Pazar sabahı dokuz buçuğa on var. Böyle söylemesi komik geliyor değil mi? Flamancada böyle söyleniyor. Dokuzu yirmi geçiyor de, geç. Ne uzatıyorsun? 

Yukarıdaki dört beş cümleyi yazdıktan sonra önce Arca sonra İlker odamı işgal ettiler. Evde başka yer yokmuş gibi, küçücük odaya sığıştılar, nerden akıllarına geldiyse Arca’nın sınıf fotoğrafı üzerinden benimle dalga geçmeye çalıştılar. Neymiş ben sınıftaki çocukları tanımıyormuşum, isimlerini sallıyormuşum. Yok öyle bir şey, bak yazıyorum işte buraya. Kayıt altına alıyorum. Ayrıca çocuklar bu yaşta hemen değişiyorlar nasıl takip edeyim.

Blog yazımın içine edilmesini müteakip bir de havuzdan yana satıldım. İlker hiç gelmez de, havuz arkadaşım Arca’yı kafalarım diyordum, nerde… 

Ben sabah altı buçukta kalkmışım, okumalarımı yapmış, sabah sayfalarımı yazmışım, okuduklarımdan altını çizdiklerimi defterime kaydetmişim, gelmişim, şurda bir güzel bloga yazacağım ki okuyanlara da bir küçük faydam olsun, yok! İçine edildi. Havuza da gidilmedi. Dedim bari yürüyelim. Arca yine yan çizdi, tembel oğlan. Gözümü İlkere diktim, gidilecek dedim, yürünecek, ilk öğünden evvel açık havada mis gibi 3 derecede en az bir saat. Yan çizemedi. Yürüdük, rotamız önümüzdeki yıl yaşamaya başlayacağımız bölgeydi. Kırsala yakın, sakin sessiz.

O kadar iyi geldi ki…

Hep konuşmadık, bazen sadece sessizce yürüdük. Güneş almamış çimlerin ve çalıların üzerinde kristalleşmiş çiy damlalarına hayret ettik, tarlanın birinin en ortasında daha önce hiç görmediğimiz bir kuşa denk geldik, türü hakkında pek tartışmadık, hayvanlar alemine uzağım biraz. Ayakta uyuyan bir midilliye rastladık, Mehmet diye seslendik baktı, adı Mehmet miydi acaba? Yürüye yürüye parka ulaştık, ve artık dizimin ağrısı sinyal verince döndük. 

Diz ağrısı dünden kalma. Dün kendimi sokaklara attım ben. Bir başıma dükkanlara gire çıka alışveriş yapa yapa beş saat yürümüşüm. Neden dersen …. Hafta içinden kalma Yeliz enkazını iyileştirmek için. 

Tam da bunu demiştim, cuma akşamı son toplantıdan çıkarken, genel müdürüm sormuştu, her Belçikalı gibi… “hafta sonu planların neler” ne olabilir ki, enkazı ayağa kaldıracağım. 

Hep böyle olmuyor mu? Pazartesi bir enerji başlıyorsun, bir iki derken üst üste günlerce yük biniyor üzerine. Bu hafta üstüne tuz biber eken departman müdürünün birkaç aylığına başka bir bölgenin satışına destek vermesi için bizi bırakması oldu. Genel müdür destek olacakmış bu arada, iyi bari. 

Yılbaşı ertesi üzerime binen yüklerden (hani pazar filan çalışmak zorunda kaldığım) bir fazlası daha eklenmiş oldu. Bu defa pazar çalışmak istemediğim için - gerçekten pazar çalışmak haftayı batırmak için bire bir - sabah yedide işbaşı yaptım iki gün. Sabah yedi! Belçikalılaşmayayım derken Japonlaşıyor muyum neyim! 

Nihayet cuma günü geldi. Sadece akşam üzeri VP için bir rapor toplantısı var, bütün gün tek yapmam gereken sunumu son haline getirmek ve fazla lafı dolandırmamak için önceden prova yapmak. Derken bir toplantıya çağrıldım, yılbaşı sonrası büyük olay patlayan yeni proje gündeme geldi. Ben henüz araştırma devam ediyor, biz size dönelim dedikçe öbür uçtaki adam sürekli beni hedef alıp beni ve bölümümü yapmış olduğumuz iletişim tarzımızla eleştiriyor üstelik de bilmediği halde varsayımlarla hareket ederek “siz ne iş yapıyorsunuz”a getiriyor. 1-2-3 derken … olmaktan korktuğum yerdeydim. Tuzağa düştüm. 

“Kişisel algılama” tuzağı. Ve tabii ki bastım yaygarayı. Sonunda da toplantıyı terk ettim çıktım. 

Haklı iken haksız duruma düşme… Kendine güvenen ve iddialı konumdan agresifliğe dönüşme… Ve tüm bunlara başkalarının şahit olması…

Toplantıdan çıktım, yarım saat kendime gelemedim. Ağladım bile. Sinirden. Kime kızdım… Görünürde karşımdaki adama. Ama biliyor musun aslında kendime. Tuzağa düştüğüm için. 

O tuzağı görüp sakinliğimi muhafaza edip sakince tuzağın etrafından dolaşamadığım için. 

Kişisel algılama, bencilliğin en üst mertebesidir der Don Miguel Ruiz “Dört Anlaşma” kitabında. Kişisel algılamak aslında dünyanın merkezine kendimizi koymaktır. Her şeyin kendimizle ilgili olduğunu varsaymaktır. Karşımızdakinin sözleri bizi etkiler ve eğer rahatsız ederse haklı çıkmak için ve kendi fikirlerimizi karşımızdakine dayatmak için yoğun bir çaba içine gireriz. Ve kaos başlar, aynı döngünün içinde döner dururuz. 

Kendimizi kanıtlamaya, onay almaya, kabul görmeye çabalar dururuz. 

Halbuki karşımızdakinin sözleri, düşünceleri bizimle değil kendisiyle ilgilidir. Karşımızdaki iyi ya da kötü ne söylerse söylesin bizi etkilememesi ancak kendimizi olduğu gibi olduğu haliyle kabul etmiş olursak mümkün olur. 

Bunları bu sabah okudum, tekrar tekrar. Dört anlaşmanın ikincisi “Hiçbir şeyi kişisel algılama”.

Bütün taşlar yerine oturdu. Artık biliyorum, neden öyle davrandığımı, neden tuzağa düştüğümü, neden kendimden hoşlanmamama sebep olan davranışlarda bulunduğumu. Keşke cuma eve geldiğimde okusaydım, böylece belki bütün akşamımı kendimi çalışma odasına kapatıp, My Best Friend’s wedding izlerken şarap içip kocaman bir kase patlaşmış mısır yerken salya sümük ağlamazdım. 

Bu aşağıdaki fotoğrafı buraya koyayım;


Bir enkazı ayağa kaldırma yöntemi olarak bir başına dükkan gezmek ve yorulunca sıcak bir çorba içmek. 

Çorba her zaman iyi gelir. (Dedi günün çorbası blogunun yazarı :)))

21 Ocak 2024 Pazar

Cinsiyet Önyargısı üzerine

 Belçika’ya yerleşeli altı yılı geçti hala Avrupa’nın göbeğindeki cinsiyet önyargısına şaşırıyorum.


Ne gibi mi? Eve ekmek getirenin erkek olması önyargısı mesela. İlk aylar Arca’ya okul ararken okullara hikayemizi anlatan bir yazı yazıyordum, işte ben çalışmaya geldim ailem de 1-2 aya gelecek, oğlumuza şimdiden okul arıyorum vesaire. Cevaplar hep Bay Minareci ile başlıyordu.


Vergi beyannamesinde gelir gösteren benim ama İlker’in beyannamesi yazılıyor, çünkü ailenin erkek bireyi. Eşcinsel evlilik var, aynı cinsten olabilirsin ama erkek birey ataması yapıyorsun ki beyannameyi o veriyor olsun. 


Vatandaşlık başvurusunu da evvela ben hak ettiğim için ben yaptım ama dilbilmezliğimden İlkeri de hep yanımda taşıdım, hep onu başvuruyor sandılar. Bir de soyadı hikayemde mavi ekrana bağladılar yazık. Yener doğum belgesi, sonra Minareci olmuşum. Yasa çıkmış, Yener Minareci yapmışım soyadımı. Cemi cümle Yeneri benim göbek adım sanıyor o ayrı da devlet makamları bir kadının niye iki soyadını olduğunu bir türlü anlamadılar, belgeler vesaire göbeğimiz çatladı. (Belçikada kadınlar evlenince kocasının soyadını almıyor)


Ev satın alma aşamasında da aynı terane. Kredi benim üstümden ama hep İlker’in adına belgeler, hadi baştan düzelt. 


Bunlar hadi resmi işler dersin ki adamların eskiden kalma alışkanlıkları. İnsanları da böyle. Mutfakçıya gidiyoruz, İlker her şeyi çizmiş, anlatıyor filan, adam bana dönüyor dolabı şöyle mi koysak nasıl rahat edersiniz yemek yaparken diyor, İlker cevap veriyor, mutfakçı şok; ay siz mi yapıyorsunuz yemekleri? Diyorum ailemizin et yemesi için onun yapması lazım, zira ben salata sebze o şekilde …. Beni vejeteryan sanıyor, yok diyorum, muhteremin pişirdiği etleri lüpletiyorum lakin benim et pişirmem yasak. 


Vejeteryan demişken bak bu da komik, benim işten arkadaşım - erkek birey - vejeteryan, eşi de benim muhterem kadar olmasa da etçil bir kadın birey. Dışarı yemeğe gittiklerinde vejeteryan tabakları hep kadının önüne koyuyorlarmış. Ayol resmen bizim bar muhabbeti! 


İlker alevli ışıltılı kokteyl sever, ben şişede bira. O kokteyl hep mi benim önüme konur? Evet hep! 


17 Ocak 2024 Çarşamba

An itibariyle…

 İçimdeki o şapşik İzmir çocuğunun gülümsemesini durduramıyorum. Kar yağdı ve her yer bembeyaz. Yaaa…



İnsanın hava şartlarıyla gülümsemesi çok şapşik ama işte o manzara, kar yağarken havanın o tazeliği sakinliği… 


Bugün tüm gün toplantıdaydım ve sadece 10 dakika arada kendimi dışarı attım. Sadece yağan karı hissetmek için. Sonra eve geldim, bir şarap açtım ama içim içime sığmıyor. İlker hadi çıkalım dedi, ay nasıl sevindim. Romantikli kar yürüyüşü bıraktım kadehi çıktık ama evin ergeni de takıldı peşimize. Romantizmin içine edildi, zira evin pipilileri kar topu savaşı yaptılar. Yoldan geçenler hangimizi ayıpladı bilmiyorum, ben şahsen o iki oğlanı tanımazdan geldim. 



Birkaç kartopu yiyince eve kaçmaya karar verdim. İşte burdayım. Şarabım, pencere önü koltuğum, pijama ve sabahlığım ve tabii ki yüzümdeki o şapşik gülümseme. 

14 Ocak 2024 Pazar

Lüzumsuz bilgiler

 Lüzumsuz bilgilerle yine karşınızdayım sayın okuyucular. Boş vakti olanları buraya alalım :)


Ofisin tuvaletleri dört kabinli. Sabah bir tanesini belirliyorum ve tüm gün mutlaka aynı kabine giriyorum. Hani sanki köpekler gibi işeyip belirliyorum mıntıkamı. Öyle saçma bir huy. 


Madem iğrenç muhabbetlerden açtık konuyu, devam edelim.


Kol altı ter bezlerim görece her tarafımdan daha fazla çalışır. O kadar ter nasıl üretiliyor şaşıyorum. İşin kötüsü sadece sıcakladığımda ya da spor yaptığımda değil, strese girdiğimde - ki bu bir iş gününün olmazsa olmazı - bile foşur foşur terlerim. Gömlek ve t-shirtlerimi modası geçtiği ya da bedeni uymadığı için değil, kol atları sarardığı için atmak zorunda kalırım. Öyle ki her t-shirtten iki tane alırım yanıma zira gün içinde değiştirmem gerekir. 


Uzun süre siyah ve beyazdan başka bir üst giymedim, neden? Diğer renkler terleyince fena fark ettiriyor. Hayatımın ilk iş görüşmesinde açık mavi bir gömlek giyme gafletinde bulunmuşum, görüşmenin sonunda karşımdaki kişi kol atlarımın dirseklere kadar koyu mavi renk alması karşısında dehşete düşmüştü.


Terlemeyi önleyici deodorantlara karşıyım, zira kol atında kist oluşturma ihtimalleri var. Görüntü berbat peki ya his? O sürekli ıslaklık hissi tarif edilemez. 


Kokuyu her daim yanında masum deodorantlardan taşıyarak halledebiliyorsun da, o rahatsız edici ıslaklığın çözümü yok. Daha doğrusu yoktu. Zihni sinir projelerimden biri kol atlarıma günlük ped koymaktı. Eh ne de olsa kumaşa yapışan bir yüzleri var, diğer taraf da ıslaklık emme beklentisini karşılar diye umdum. Özellikle kuru temizlemenin müthiş pahalı olduğu Belçikada blazerlarımın kol altlarına günlük ped koyarak başladım. Benim ter seviyeme dayanamayan günlük pedleri sık değiştirmem, üstelik kolumu kaldırınca ped görünmesine bile stres yapmam işi iyice içinden çıkılmaz bir hale soktu. Normal ped de kullanamayacağıma göre?


Dedim bunun çaresi vardır, dünyada tek terleyen insan ben olamam. Araştırdım. Bingo! Kol altı pedi diye bir şey varmış. Şimdi rahatım. (Önce Amazondan bulmuştum ama sonra Trendyolda bir marka edindim, hem ucuz hem süper, şimdi sürekli stokluyorum Türkiyeden çok mesudum)


Ter ve tuvalete fazlaca alan ayırdık, biraz da kitaplara dönelim.


Uzun yıllar, kitap bitirmeden - ki bu bazı kitaplarda aylar sürüyordu - bırakmıyordum. Artık yarılamayı bekliyorum. Baktım sarmıyor, hop başkasına atlıyorum. Hayat kısa kuşlar uçuyor…


Kitap kokusu bağımlısıyım. Okumam gerekmiyor, ara sıra kitapçılara girip birkaç kitap koklayıp çıkıyorum. 


Arca’nın Türkçesinin iyi olmasına takığım. Gurbetçi aşağılaması değil katiyen! Nitekim ben Arca yaşındayken yazlıkta Türkçesi bozuk almancı arkadaşlar vardı, düşün bizim neslin çocukları oldu ve o gurbetçiler, o Türkçeleriyle çocuk yetiştiriyorlar ve çocuklarının Türkçelerinin bozuk olması anlaşılabilir. Dahası ana babası üçüncü kuşak olmasa da buralarda doğmuş çocuklar, okumayı Türkçe öğrenmemiş, belki bir tane Türkçe kitap okumamış, olabilir. Ama bunların hiçbiri Arca’nın bahanesi olamaz. Yani Arca gurbetçi Türkçesi konuşamaz. Bunu kendisine de bildirdim. Flamanca, Fransızca ya da İngilizce birer kitap okuyorsa, Türkçe iki üç kitap okuyacak, o Türkçe bozulmayacak! İsterse bilingual - trilingual olabilir, isterse beş altı dil öğrenebilir liseyi bitirinceye kadar, fark etmez, değil mi ki, evde Türkçe konuşuluyor, okunuyor, Türkçesi herhangi bir Türkiye’de yaşayan yaşıtı seviyesinde olacak, yoksa dalarım!


Neyse ki Arca blogu okumuyor, yoksa dikilir tepeme “senin Flamancanı ne edeceğiz” diyebilirdi , hah çok da tın! Ben kırkımdan sonra öğrenmeye kasıyorum, olduğu kadar olmadığı kader!


Şahsımın lüzumsuz bilgilerini okudunuz, bir sonraki bölümde görüşmek üzere esen kalın.

13 Ocak 2024 Cumartesi

Filan…

 Başlayıp da yarım kalan blog yazılarımdan biri mi olacak yoksa yayınlayacak mıyım? ekranda önüme boş bir sayfa açınca ilk aklıma gelen bu oldu. Başlayıp da birkaç paragraf sonra bir şekilde ortada kalan yazılarımı derlesem roman olur. Yok ya ne romanı? Denemelerden derleme. 


Cumartesi öğleden sonra. Birazdan İlkerle bir randevumuz var çıkacağız. “Çok bunaldım az erken çıksak da yürüsek” dedim. Lakin bunu dediğimde randevu saatine epey olduğu için kendimi okuyarak oyalamayı seçtim. Körleşme. Bu kadar ürkütücü bir kitabın bu kadar keyif vermesi… Şaşılacak şey. Ne kadar okudum bilmiyorum, karnım acıkmasa daha devam ederdim.


Mercimek çorbası kalmış geçen günden, çocuk gibi sevindim. 


Muıhterem kocam mercimek çorbasını pek güzel yapar. Soğanını sarımsağını geçtim, bol tavuk suyunu ihmal etmez. Lezzetini tavuk suyunun hazırlanırken birlikte piştiği sebzeler ve taze otlar eyvallah lakin püf noktası mercimeğin temizlenmesi. Mercimeği suya koyup bir çırpma teliyle çırpa çırpa üç beş su temizleyeceksin ki o pisi kiri arınacak. Pişerken karabiberi taze çekilecek, illa ki de defne yaprağı konacak aman diyeyim. Muhterem havuç un filan koymaz, kıvam artırmak için minik bir patates ilave eder, tadını bile almazsın. Kuru ekmek de buldum, sıktım limonu, daldırdım kaşığı, oh be içim ısındı. 


Çorbanın insanın psikolojisine iyi gelen bir yanı var. Sanki sadece seni değil ruhunu da besliyor. Artık çorba mı iyi geldi, kitap mı mutlu etti, yoksa hava durumuna baktım da üç dereceyi gördüm de dötüm mü yemedi yürümeyi bilmiyorum, vazgeçtim, blog yazıyorum. Bak bu da çok ruh besleyici bir aktivite ;)


Soğuk sevmiyorum. Belçika havasında kışın iki seçenek var gibi, ya güneşli ve soğuk (derken -4 filandan bahsediyorum)  ya da yağmurlu ve ılık (işte +5 civarı diyelim). Hiçbir işe yaramayan güneşin çıktığı birkaç gün herkesin kahve makinası önü sohbetleri aynıydı… Ayyy güneş var ne güzel. Ne güneşi annem o gü ancak. Güneş dediğin ısıtır. Ben yağmuru tercih ederim deyince de şok oluyorlar. Yağmur seven tek insan olabilir miyim? Yok ya tek olamam. 


Geçen hafta sabahları yataktan çıkmayı bile istemediğim günler geçirdim. Evet yatak sıcak, evet dışarısı soğuktu. Ama daha ötesi ofiste stresli günler bitmek bilmedi. Yılbaşının ertesi başladı, neredeyse iki hafta oldu ve sorun çözmeye çalışmaktan planladığım hiçbir işimi yapamadım ve ziyadesiyle yıprandım. Bazen elinden geleni yapmak işe yaramıyor. Bundan sebep pazar günüm, planlayıp da tamamlayamadığım işlerim için çalışmakla geçecek ve biliyorum ki, pazar günü çalışmanın tüm keyifsizliği bütün haftaya yayılacak. Ve bu daha başlangıç, zira istifasını veren arkadaşım ay sonunda gidecek ve ben iş yığınlarının altında kalmamak ve dengemi korumak için sabahları yogalar meditasyonlar gün sonunda gevşemek için papatya çayları, şarap açmalarla geçireceğim günlerimi. Belki İlkerle komik bir şeyler izleyeceğim, güleceğiz, Arca yine beni hayrete düşürmeyi başaracak, derin nefesler alacağım, kitap okuyacağım, biraz yazacağım filan…


Filan…


7 Ocak 2024 Pazar

Kanepe üstü battaniye altından kitap tavsiyesi : Sınır

 Bütün cumartesiyi geçireceğimden neredeyse emin olduğum yerdeydim. Kanepe üstü battaniye altı. Üzerime iki beden büyük gelen eşofman altım ve tüylü kazağımdan oluşan kombinimle bol bol sıcak çay, kitap, netflix ve sosyal medya sarmalından bildirmeye hazırdım. 



Hormonlarıma kulak veriyordum, evet ihtiyacım olan tek şeyi bilmenin güveni içindeydim: kanepe üstü battaniye altı. 


Üstelik az önce İlker Arca’yı maçtan almaya gitmişti, evin sessizliğinde, çayımı içerken novellayı bitirdim: Sınır.


Önceki gece bitiremeden uyuyakalmıştım, tam da olayların çözümlenmeye başladığı yerde ve rüyamda kitabın sonunu yazmıştım, huzursuz bir geceydi, huzursuz bir son.


Novellanın bana ulaşması da, sonu da, konusu da kitap her şeyiyle ilginçti.


İzmir’deyken bir gün devasa alışveriş merkezine gittim. Giysi dükkanlarının hiçbiri ilgimi çekmedi, dümeni kitapçılara kırdım.


Sonunda dilini anladığım kitapların kokusu içinde kaybolmak, raflardan kitapları çekip sayfalarını karıştırmak, arka kapaklarını okumak (okuyabilmek) iyi hissettirmişti. 


Girdiğim son kitapçıda daha fazla oyalandım, çünkü zincir kitapçılar gibi oyuncak ve hediyelik eşyalardan ziyade tavandan zemine kocaman raflarıyla yüzlerce kitap vardı. Özellikle yeni çıkan Türkçe kitaplardan birkaç tanesinde karar kıldım, kolumun altına sıkıştırdım. 


İlginçtir, kitaplarımı genelde Belçika’dayken önden araştırma ve internetten sipariş etme gibi bir alışkanlığım vardır, lakin bu gelişim son ana kadar belirsizliğini koruduğundan sipariş bile vermemiştim. 


İşimi bitirmiş kasaya doğru ilerlerken bir çalışan yanıma yanaştı, önce Murat Gülsoy’un söyleşisinden bahsetti, cuma günüydü, gelmez miydim? yazık ki dönüşüme denk geliyordu, katılamayacaktım. Sonra Sınır’ı uzattı bana, “mutlaka okuyun” dedi, filmini izlemiş çok etkilenmiş, kitabı daha da vurucuymuş, çok ilginçmiş falan filan…Kuzey Avrupa edebiyatını sevdiğimden mi, adamın efendi ve bilgili oluşundan mı bilmem, ilgimi çekti ve bu novellayı da aldım. 


Ablamın dersten çıkmasını beklerken de aynı kitapçının kafesinde bir kahve içeyim dedim. Sonra ne dürttü bilmem hellimli salata söyleyiverdim. Hani şu İlkerle Arcanın beni şiddetle kınadığı salata! O koca avmde dönercisinden kebapçısına bir dünya yiyecek yer varken ne diye kitapçının kafesinde yemişim…. Neyse oraya dönmeyelim. Ben o meşhur salatayı yerken bu novelladan birkaç sayfa okuduydum. Sonra ablam geldi, sonra ben kitabı bir daha hiç elime almamıştım. Demek o birkaç sayfa sarmamış beni. Hatta bagaj sınırını aştığım için İzmirde bırakıverecektim de baktım incecik atıverdim el çantama. Ama uçakta da okumadım, dönüşte de, tatilde de… 


Sonrasında akşamları azar azar içine çekti. İlginç ve hayal gücünün sınırlarını aşan bir konusu var. Şimdi anlatmaya başlasam spoiler vermeden geçemeyeceğim o yüzden sustum. Fakat rüyama girmesi de huzursuz etmesi de ilginç. 


Özellikle Kuzey Avrupa edebiyatı ilginizi çekiyorsa, okuyun, ilginç ;)


1 Ocak 2024 Pazartesi

Hedeflere mi odaklanacaksın yoksa…

 Sabahları kişisel gelişim üzerine okumayı adet haline getirdim. Hem zihnim daha açık oluyor, hem elime kalem kağıt aldığım için notlar çıkarabiliyorum, malum sabah sayfaları. Gece uyumadan önce okuduğum da oluyor ama aklımda hiçbir şey kalmadığını fark ettiğimden beri akşama romanları, sabaha kişisel gelişimleri yerleştirdim. Hem aynı anda birden fazla kitap okunamayacağını kim söylemiş?


Ben! yani eski ben öyle derdim. Aman önce birini bitir, sonra öbürüne başla. İşkence seviyesine gelesiye kadar sarmayan bir kitabı bitirmenin gerektiğini de söylerdi şahsımın eski versiyonu. İnsan değişir, değişiyoruz nitekim. 


Bu sabah, İzmir’de kitapçıdan aldığım ve bir iki haftadır sindire sindire okuduğum kitabın (Toltek İç Özgürlük Rehberi) satırlarını çizer, defterime notlar alırken yeni bir şeyler öğrenmenin ne muhteşem bir keyif verdiğini fark ettim. Ve yeni yıla hiç dilek dilemeden hedefler koymadan girdiğimi. 


Galiba son yıllarda ne dilesem bir tarafımızda patladığı için yeltenmemiştim. Huzur diledim, savaşlar depremler patladı, sağlık diledim pandemi. Eh bu yıl bari biraz genel bir dilekte bulunayım, hani suya sabuna dokunmadan. Sabah keyfimi de birleştirip her gün yeni bir şeyler öğrenmeyi diledim, dileğimi de instagram postuna iliştiriverdim.  Evrim’in yorumuyla haaassss deyivermişim! Kadın haklı, sabıkam ortada, ne diye dilek diliyorsun, 2024’te cümleten bunarsak, bırak öğrenmeyi bildiklerimizi de unutursak, müsebbibini uzakta aramayın, buyrun benim!


Şaka bir yana dilek dilemek konusunda ne kadar kötüysem, hedefler koyma konusunda o kadar hevessizim  bu yıl. Kaç kitap okuyacağım (bunu Goodreads’e yazacağım ama muhtemelen sallamayacağım), kaç kilo vereceğim (ya da veremeyeceğim :P), kaç tane seyahat yapacağım… Yok hiçbiri cazip gelmiyor. Peki ya sana?


Ya da şöyle hedefler nasıl?


Her gün meditasyon ve yoga

Her gün egzersiz

Her gün bilmem ne kadar sayfa okumak

Her gün bilmem kaç sayfa yazmak

Her gün yarım saat Flamanca çalışmak


Peki yapamadığında? (Ki yapamama olasılığı çok yüksek kendimden biliyorum)


O zaman şuna ne dersin?

Bakış açısını değiştirmeye?


Öğrenmeye pek hevesliyim ya, bir kurumsal ikram olan şirket içi eğitim fırsatlarını da, bana kolaylık sağlayacağına inandığım kişisel gelişim içeriklerini, kitaplarını katiyen kaçırmam. 


Öğrendiğin teknikleri hayatına tamamen geçirebiliyor musun dersen…


Şöyle ifade edeyim, bu kurslar, aldığın sertifikalar, okuduğun kitaplar altını çizdiğin satırlar, hepsi birer bilgi yığını, hepsi araç. Bilgi ustalaştırmaz. Araçları hayata geçirmek ustalaştırır.


Bilgi, bana değişik bir açıdan bakma yetisi veriyor. Mesela son aldığım iletişim eğitimi, şimdiye kadar yaptığım müthiş büyük bir hatanın farkına varmamı sağladı. Bize öğretilen “sana nasıl davranılmasını istiyorsan sen de insanlara öyle davran”dır ya, iletişim kurmak için bu öğretide ısrar etmek, sana döngünün içinde kaybolma gibi bir lanet bahşeder. 


İletişimde yapman gereken, karşındaki insanın nasıl bir iletişim yoluna olumlu cevap vereceğini onun kişlik özelliklerinden tahmin edip ona göre iletişim kurmak. Örneğin ben, detay isterim. Karşımdaki yeterince detay vermezse sorularımla hayatından bezdiririm. Bu ihtiyacım, herkes için geçerli olacak değil, karşımdakinin içi kısa öz bir bilgi yerine benim toz ve bulut evresinden başlayan açıklamalarımdan balon gibi şişebilir. 


Eğitimler ve kişisel gelişim kitapları böyle bilgileri hap gibi vermiyor, sen çıkarımlarda bulunup kendi yolunu yeni bakış açından çiziyorsun. 


Hedefler konusundaki bakış açım da benzer şekilde kökünden değişti. Özümsemek için elbette pratik yapmanın önemi azımsanamaz, yine de henüz bu aşamada teorisi son derece içime sinmiş durumda.


Aslında çok basit.


Hedeflere değil, değerlere odaklanmak.


Değerlerim ne? Önceliklerimin ne olmasını istiyorum?

Nasıl bir insana dönüşmeliyim ki, değerlerimi, önceliklerimi gerçekleştirmem kolay olsun?

Dönüşmek istediğim bu insan, bu hedeflere ulaşmak için ne gibi özellikler yeterlilikler geliştirmelidir?


Örnek üzerinden gidelim.

Flamanca konuşan biri olmak istiyorum.

Böyle bir insan olmak için Flamanca seviyemi B2’ye getirmem lazım. 

Peki bunun için neye ihtiyacım var?

Disiplinli bir çalışma planına - her gün yarım saat elimdeki uygulama ile Flamanca çalışmalı, her gün 10 kelime öğrenmeliyim. 


Gibi… Örnekler çoğaltılabilir. 

Flamanca çalışmak hedef olmaktan çıkıp araç haline dönüşür ve o aracı kullanarak asıl önceliğin olan “dönüşmek istediğin insan - burada Flamanca konuşabilen insan” hedefin olur.


Peki tamam aynı bokun laciverti. Bakalım göreceğiz bu aracı hayata geçirince nasıl bir gelişim göstereceğim. Neyse ben gidem de Flamanca çalışam.