30 Aralık 2023 Cumartesi

Kendini kaybetmeler üzerine - lezzet

 Neredeyse bir haftadır tatildeyim. Instagram postlarımı takip edenler, sıklığından anlamıştır. Noeli yılbaşına bağlayan haftayı, birçok kurumsal şirket tatil yapıyor, isabet. Zira takvim dediğin ne kadar insan icadı da olsa, birbirinin aynı günlerin içine katılan bu küçük aralar, herkese ayrı iyi geliyor, benim her versiyonuma ayrı iyi geldiği gibi… 


Avrupalıların dini bayramı olduğundan ilk günler aile ile geçiriliyor elbet, bizim bayramlarımız gibi. Noel sonrası tatili olanlar bir yerlere dağılıyor. Yılbaşı kutlamak biraz partileme ve gençlerle sınırlı, bizimki gibi kocaman yılbaşı sofralarının kurulduğu adet değil. Takvimde 31 Aralık kutlamayı sevsem de, benim yıllık dönümlerimde üç önemli zaman var.


Yaş günüm tabii ki! 1 Mayıslar benim yıl dönümlerim, en keyif aldığım zamanlar. Kutlamalar, sevgiyle kucaklanmalar ve her sene her sene oturup da özdüşünüm (bayıldım bu kelimeye!) yaptığım zamanlar. 


Sonra 1 Eylül. Saçma ama öyle… özellikle Belçika’ya taşındığımızdan beri. Hangi güne denk gelirse gelsin 1 Eylül okulların açılma günüdür, ben de kendimi herkeslerin uzun yaz tatillerinden döndüğü eylül günlerinde hem iş hem de özelimde yeni bir döneme başlıyormuş gibi hissediyorum. Annemin yazlıktan dönmeye yakın zamanlarda, İzmirdeki evi temizleme yaz serkeşliğinden kış rutinlerine dönme heyecanını duyduğunu hatırlarım, o zamandan kalma bir alışkanlık da olabilir.


Ve yılın son dönümü… 21 Aralık. Her ne kadar takvimin yılbaşı 1 ocak ise de, benim için dönüşümün günü 21 Aralık, bilirim ki artık günler uzayacak, bilirim ki, kışın sonrası bahar, bilirim ki doğa canlanacak.


Bu sebepten noelden ve yılbaşından bağımsız, yılbaşı ağacını illa ki 21 Aralıktan önce kurmuş olmak, kendi küçük dünyamın küçük bir inanışı.


Bu yılın bu küçük arasını biz çekirdek aile olarak evde geçiriyoruz. Geçtiğimiz yılın bütçemizi sarsan ve yaşlanmakta olan bedenlerimizi ziyadesiyle yoran seyahatlerinden sonra evde tatil fikri müthiş iyi geldi. Ne diyorduk buna pandemi zamanı ? Staycation ;)


Noel filmleri ve ıvır zıvır diziler izliyor, Noel pazarlarını gezip sosisli yiyor, sıcak şarap içiyoruz. Bu konsept zaten sadece Noel zamanı keyif veriyor, bir hafta daha uzasa sıkar kanımca, her şey tadında. 



Noel pazarları ve Yılbaşı vesilesiyle diyete ara verdik. Ama her gün sapıtmıyoruz. Araya çorba salatalar, hafif menüler sıkıştırarak dengelemeye çalışıyoruz. Geçen Antwerp noel pazarına giderken gaza geldik, İlkerle yılbaşı menüsü yaptık, aylar sonra rakı içeceğiz, rakı menümüz olmasın mı? Gerçi muhterem için rakı bahane, muhterem kocam aylar sonra şöyle ağzının tadı, elinin lezzetiyle yemeğe girişecek, rakı içmese bile olur. 


Menüyü fena kaptırmışız, ikiye böldük. Yılbaşından iki gün önce deniz mahsüllü rakı menüsü ve yılbaşı gecesi tandırlı içpilavlı ciğerli rakı menüsü. İki gün üst üste olmasın diye de araya bir gün soktuk. Büyük fedakarlık. 


Yemek yerken, yemezken, her daim ne yiyeceğini konuşan başka insanlar var mı? Nasıl oluyor? Ne konuşuyorlar acaba? Yemek hazırlayacağımız için yaşadığımız heyecana tanık olan Arca gözlerini deviriyor. Salata bile yiyeceksek değişikli olmalı, sosun içine hangi baharatlar girecek? Çorbanın et suyu hazır mı? 


Benim muhteremi biliyorsunuz, gıdasına düşkün, gıdasının lezzet seviyesi mühim.

Gıda turizmine Antep’e gitmişliği var. Lezzet networkü geniş, bizim evin biber salçası, pul biberi bizzat Antep’ten gelir.


Ben İzmir’e gittiğimde kilolarca Uşak mercimeğini, siyez bulgurunu, nohutu, fasulyeyi Kemeraltındaki bakliyatçımızdan alıyorum; Değirmen. Görüntülü aramayla İlkere bağlanıyorum, bakliyatçıyla nohut cinsi üzerinden yapılan istişareler neticesinde  kilolarca yüklenip Belçika’ya getiriyorum. İzmirde yaşayan arkadaşlarım şaşırıyorlar, zira nohutu marketten alıveriyorlarmış. Tamam bizim de burda Türk marketinden nohut almışlığımız oldu, olmadı değil. 


Nitekim yarım paket kalmış kilerde, dedim, ziyan olmasın haşlayalım salatalar için buzluğa atalım. Muhterem naçizane önerisiyle geldi, “Haşlarken suyuna soğan sarımsak, kimyon defne, tuz karabiber kereviz sapı koy Yeliz, lezzeti yerinde olsun, neyin aromasını almak istiyorsan, ondan fazlaca koy” Allah seni inandırsın o nohutlar bir lezzetli oldu, buzluk paketlerine pay ederken bir avuç da sek yedim. 


Böyledir muhterem. Tencere yemeklerinden yeşil mercimek nam-ı diğer kara şimşek bizim evde hiç pişmediğinden benim de pek sevmediğim bir yemek-ti. Evlendiğimiz ilk yıllarda İlker’in nasıl sevdiğini annesinden öğrenip tarifine göre pişiriyordum, hala da kendi pişirdiğim bile olsa ben yemiyordum, bulgur pilavı yapıveriyordum, o akşam benim yemeğim bulgur pilavı oluveriyordu. Memnundu muhterem. Bu seneye kadar. Bir gün canı mercimek istedi. Benim yapmam mümkün değildi, neden hatırlamıyorum. Pişirdi, hayatında ilk defa. Ben kolayından arpa şehriye atıverirken içine, gitti İtalyan marketinden taze makarna aldı, erişte gibi kesti onları. Mercimeği hafiften haşlayıp kirli suyunu akıttı benden farklı olarak. Ve benden farklı ve bana söylemediği birkaç dokunuşla birlikte servis etti mercimeği. Ve inanmazsın ben de artık yeşil mercimek yiyorum. 


Ah bacım ben bu muhterem yüzünden daha neler neler yiyorum. Yanlış yediklerimden ve Yemediklerimden de azar yiyorum. Bkz. İzmir seyahatim, bakınız söğüş, bakınız hellimli salata. Instagramda kaçırmış olanlar için bir de buradan anlatayım:


Baba oğul karar verdiler; ben İzmir’e gitmeyi hak etmiyormuşum. Yazıkmış benim için verilen uçak bileti parasına. Yazıklar olsun bana. Neden? Çünkü ben bir gün bir kitapçı kafesine oturuvermişim, ve yiyecek onca şey varken hellimli portakal soslu salata yemişim. İzmir’deki kısıtlı öğünlerimden birini salataya kurban vermişim. Bir dürüm döner, bir börek, bir yumurtalı karışık, bir söğüş… aman yarabbi bir söğüş yemek varken ben gitmiş hellimli salata yemişim. Rezilsin Yeliz! Nitekim eve döner dönmez yaptılar söğüşü… Bu arada söğüş de benim muhteremden önce yemediğim bir sokak lezzetiydi. 


Daha neler neler… Hani Eat, Pray, Love filminde bu sırayla kendini buluyordu karakter hatırladın mı? Hah bizde böyle bir sıra yok biz sürekli yemek, yemek, yemek :))) O bakımdan kendimizi bulamıyoruz. Kendimizi mütemadiyen kaybediyoruz. Dün akşamki yılbaşı arifesi menüsü “deniz mahsüllü rakı sofrası” gibi. 



2023 yılı özdüşünümü niyetiyle başladığım yazıda da yemek muhabbetinin içinde kendimi kaybettim ya, alacağın olsun muhterem! 



17 Aralık 2023 Pazar

“ hayat yakın planda trajedi, uzak planda bir komedidir.” Peki ya göçmenlik?

 Charlie Chaplin’in “hayat yakın planda trajedi, uzak planda bir komedidir. Bir duruma uzaktan baktığınızda otomatik olarak komik hale gelir” sözü keşke göçmenlik için de geçerli olsaydı. 


İzmir’deydim. Bu yıl Türkiye’ye üçüncü gidişim. Biri iş, biri hem iş hem değil ve sonuncu tamamen özlem giderme üzerine bir seyahatti. Son ikisinde arkadaşlarımla ve ailemle uzun saatler geçirdim. 


İnsanların üzerindeki karamsarlık gitmiş gibi geldi zira bu defakinden farklı olarak Mayısta herkes fiyatların nereden nereye geldiğini konuşuyordu. Üstelik kur korumalı zenginliğine kavuşmuş olanlar bile. Herkes fakirleşmiş hissediyordu.


Bu seyahatimde şikayetlerin epey azaldığını fark ettim, bir ben mi fakir hissediyordum? Her rakamı euroya çevirmekten başım döndü, fiyatlar bir bana mı garip geliyordu? Ya da enflasyon maaşlara gelirlere yansımıştı belki? Ama aynı kazağın Belçikadaki dükkandakinden daha pahalı olması nasıl bir alım gücüyle açıklanabilirdi? İndirimden alırım, dedim, usulca yerine bıraktım allahın dandik Mango kazağını. 


Benim uzaktan gelip de fark ettiğim bu değişiklik elbet taksitli satışların normalleşmesi ile ya da maaşların biraz artması ile açıklanabilirdi. Ama asıl sebep insanların artık bir şeyleri değiştirebileceklerine olan inançlarını yitirmeleriydi. Mayıstaki umut yerini kabullenmeye bırakmıştı, ne olacaksa olsundu.


Bu da güzel bir kafa. Bu kafadan bende olsaydı belki göçmek fikri hiç aklıma gelmezdi, kırkıma yaklaşırken ne diye göçeyimdi, değil mi ama?


Göçmek…


Dönüp dolaşıp aynı yerlere geliyorum, zira Belçika pasaportuyla ilk Türkiye girişimi yaptığım bu seferde, hemen her ortamda aldığım soru buydu: “iyi mi yaptık göçmekle?”


İyi mi yaptık? Nasıldık? Rahat mıydık? Yine olsa yine yapar mıydık? 


Evet. 


Ama buna tereddütsüz evet demek burada “tuzu kuru” olduğumuzu, “düzenimizi kurduk”culuğu, “Avrupalı” olduğumuzu akıllara getirmesin.


Hiç değil. 


Olumsuzluklardan ve zorluklardan liste yapsam burdan İzmir’e yol olur, yalan değil. 


Benim gibi konfor alanında uzun süre durdu mu kurtlanan, hep bir challenge peşinde koşan, hep yeni şeyler öğreneyim diye tırmalayan biri olsanız da, kök saldığınız toprağınızdan sökülüp yeni bir iklimde yaşam mücadelesi vermek ziyadesiyle sarsıyor. 


Bu yolu yalnız başınıza yürümek daha mı kolay olurdu bilemiyorum. Benim durumumda, bir aile olarak yola çıkmak, üstelik de memleketinizde gayet iyi bir sosyo-ekonomik durumdayken bu kararı verdiyseniz,  “rahat battı mı” yorumları sizi ara sıra ikileme düşürüyor ve bir de bunun mücadelesini veriyorsunuz, yalan değil. 


Hala yaşadığımız zorlukları tamamen aşmış değiliz. Hala İlker ne iş yapacak sorusu havada asılı duruyor. Yani düzenimizi kurduk mu, peki klişe anlamda (karı koca çalışır konsepti) düzenimizi bir gün gerçekten kurabilecek miyiz bilmemekle birlikte buraya gelme amacımızı gerçekleştirmiş olmamız bize ziyadesiyle bir tatmin veriyor. 


Hiç mi pişmanlık yok diye soracaklara cevabım; tek pişmanlığım daha gençken bu tecrübeye dalmamış olmak. 


Daha genç olsaydık, belki uzaktan baktığımız memleket trajikomik değil, Charlie Chaplin’in dediği gibi komedi olurdu. 






19 Kasım 2023 Pazar

İnsan değişir

 Aldığım sayısız kişisel gelişim eğitiminden en çok aklımda kalan ve her yeni iş arkadaşıma önerdiğim “advanced communication & self management” eğitimine bu kadar kıymet vermem Jung’un analitik psikoloji kuramından ve kişilik psikolojilerinden ortaya çıkmış olmasıdır belki, kim bilir?


Bu eğitime ve eğitimin ilk şartı olan psikolojik teste beş yıl kadar önce katılmıştım. Eğitimin temelinin öncelikle kendini anlamaktan sonra da kişiliği senden farklı insanlarla iletişim kurmayı öğrenmekten ibaret olması hoşuma gitmişti. 


Beş yıl önce test sonucum garipti, yani bence, zira birbirine zıt kutuplardaki renklerden (mavi ve sarı) enerji alıyordum, bu noktada kimi zaman çok içedönük kimi zamansa çok dışa dönük bir kişilik gösteriyordum, evet yaratıcı bir tiptim evet diplomatik bir insandım ancak kör noktalarda statükoyu korumak ve aman ağzımızın tadı bozulmasıncılık hissediliyordu. Senin anlayacağın sürekli denge arayışında bir kaos. Ancak beni tanıyanlar ve yaklaşık yirmi sayfalık analizimi okuyanlarla hemfikirdik, test sonucu doğruydu, buydum ben. 


Beş yıl kadar geçti ve bir gün karşıma bu eğitimin yeni bir anonsu düştü, bu defa liderler için bir eğitimdi. Tabir-i caizse atladım. Hocayla ilk görüşmemizde beni hemen hatırladı, “a sen o profilinin %85’i mavi olan öğrencisin, sende ne çok sarı vardı değil mi?” Diye sordu. Biraz olağandışı bir profil olduğumdan mı yoksa sorduğum milyon tane sorudan mı hatırladı beni bilemiyorum. Neyse… Dedim senin eğitim çok iyiydi ama şimdi bir de yöneticilere yapmaya başlamışsınız eğitimi, acaba testi tekrar yapmam lazım mı, nasıl olur…


İnsan değişir dedi özellikle de hayattaki rolleri, konumları yaşları değiştikçe başka bir kişiliğe dönüşebilir. Çünkü bu renkler vs…. DNAmızdan geldiği kadar yetiştiğimiz çevreden de geliyor. Ve bu dört renkten de enerji alıyoruz, sadece bazısından daha fazla bazısından daha az.


Aslında doğru.


Şöyle ki… Ben çocukken müthiş dışa dönük, hareketli, epey cadı, rekabetçi ve bütün oyunları kendi istediği gibi oynanmasında ısrar eden, oynamayanı oyundan sepetleyen baskın bir tiptim. Mesela bizim komşu Ali vardı, evcilik oynanacağı zaman (tabii ki anne benim!) evin çocuğu olmak yerine evin köpeği olacağım diye tutturunca gözünün yaşına bakmadan kapının önüne koymuştum. Diyorum işte cadının önde gideniydim.


Zaman içinde - kuvvetle muhtemel ergenlik travmaları sebebiyle - törpülendim, daha içime dönmeye başladım, özellikle kitaplarla fazla haşır neşir olmak, rekabetçiliği ve dominantlığı ilkel bulmaya başlamak beni o doğduğum kişilikten uzaklaştırdı. Olabilir. 


İnsan değişir. 


Neyse testi yaptım. Aynı sorular, aynı test. Ve bence ben aynı cevapları vermişimdir. Sonuç? Değişmişim! Jung buna ne derdi acaba?


İlker’e “beş senede çok değişmişim, bu yeni profile birlikte bakalım mı yine,” dedim, ne dese beğenirsin “bakmama gerek yok, dur tahmin edeyim daha bir cadı olmuşsun değil mi?” Tam isabet! 


Bu eğitimi daha önce almış olan ve Belçika’ya geldiğimden beri birlikte çalıştığımız arkadaşım Marijke, hanımefendiliğinden “daha bitch oldun cadılaştın” demedi de, kırmızı renk oranımın daha fazla arttığını fark ettiğini söyledi. 


Herkesin gördüğünü yaptığım test mi yalanlayacak? Olmuşum, mavisi bol, kırmızısı felaket, sarısı kararında bir Reformer olmuşum. En fenası da, yeşil renk (yani insani, sabırlı, destekleyici, sakin, sessiz, empati kurabilen) enerjim sıfır neredeyse. Öte yandan en belirgin özelliklerim, kararlı, disiplinli, yüksek standartlarına herkesin uymasını bekleyen, uymayana gıcık olan, senin anlayacağın dediğim dedik, çaldığım düdük!


Çocukluk anılarıma dönüp bakıyorum da, galiba kırkımdan sonra özüme döndüm ;)

11 Kasım 2023 Cumartesi

Yazgını sev

 Benim ekipteki arkadaşlardan biri bu hafta istifasını verdi. Ne yalan söyleyeyim, bekliyordum. 

Son bir yıldır üzerindeki motivasyonsuzluk bulutunu ne yaptıysak dağıtamamıştık, maaş artışı, daha iyi koşullar, iyi vakit geçirdiğini düşündüğümüz iş seyahatlerine ilk onu göndermeyi düşünmek… 


Birkaç defa konuşmuştuk, hani sadece ben de değil, departman yöneticisi diğer bölüm müdürü arkadaşım, hani onlar erkek ya belki erkek erkeğe daha rahat konuşurlar dediydim ama yok olmadı. Ona sorsan bir şey yok diyordu, peki diyorduk ama tatile çıkıyor, mutsuz dönüyor, hemen her hafta sürekli bir gün birkaç saat izin alıyor, moralsiz ve üst üste hastalık izinleri… Başka bölümlerden insanlar bile fark ediyordu, neden sessizdi, neden sürekli hasta veya izinliydi… 


Dediğim gibi bekliyordum. Şaşırmadım. Sebebinin ben olmadığımı hatta bizim departman olmadığını duyduğumda da şaşırmadım, zira elimden gelenin de fazlasını yapmıştım, içim rahattı. Sadece ayrılma sebebini duyunca ufaktan bir gülümsedim, on yıl önceki Yelizi hatırlattı bana.


Otuzlarının başındaki arkadaşım, hayatta ne yapmak istediğini bulmak istiyordu, yeni neslin “gap year” dediklerinden yani… Henüz ne yapmak istediğini bilmiyordu ama ne yapmak istemediğini gayet iyi biliyordu: Şimdi yapmakta olduğu şeyleri yapmak istemiyordu. Bu kadar basit. 


Eğer şimdi her şeyi bırakmazsa, omuzlarına aile kurmak gibi ilave sorumluluklar bindiğinde hiç yapamayacağından, çok geç olacağından korkuyordu. 


Kimilerinde şaşkınlık yaratan bu oldu, nasıl yani B planı yok muydu, eh iş piyasası kötüye gidiyordu, ya istediği zaman iş bulamazsa ne olacaktı, mis gibi iş, istediği gibi bir ortam, sürekli motivasyonunu ayakta tutmaya çalışan müdür, iyi ekip arkadaşları neyine yetmiyor, dediler. 


Ben demedim. 


Onu motive etmekten, yokluğunda her işini devralmaktan, ve koca adamı çocuk gibi avutmaktan bıktığım için değil, anlıyordum çok basit anlıyordum. 


Hak veriyordum, hatta takdir ediyordum, on yıl önceki Yeliz olsaydım cesaretine imrenirdim hatta kıskanırdım. Zira ben yapamamıştım.


Tam da on yıl önce. Bu yol ayrımlarına geldiğimde. O zamanki sorumluluklarım olmasaydı da yapamayabilirdim, en acı tarafı da bu. 


Bugün benden on yaş kadar genç arkadaşlarımla buluştum, onların yanında kendimi genç hissediyorum, bana çok iyi geliyorlar. 


Konu bu sorgulamalara geldiğinde ne tesadüftür ki, benzer düşünceleri vardı. Ne yapıyoruz diyorlardı, bir hayatın tüm tahmin edilebilirlikleriyle tüm başarmışlıklarıyla sarılıyız, her şey planlandığı gibi ama bu hayatı bu şekilde devam etmek istemiyoruz. Konfor alanı de, yeni sorumluluklar de, en dibe batmadan yüzeye çıkamamak de… Neler vardı o sohbette. 


Benim on yıl önce yaşadığım her şey…


Hatta eve gelip blogun arşiv sayfalarına girince, gözlerimin önünden film şeridi gibi geçti son on yılım. 


Evin genel giderlerini karşılamaya ancak yetecek bir maaş veren fakat hiç keyif vermeyen bir iş, türlü arayışlar, kendine iş kurma çabaları, yazar olma ve hatta erken emeklilik hayalleri (evet yanlış okumadınız, otuz beş yaşında emeklilik hayalleri kuruyordum)…. Ha bir de Gezi üzerimizden yeni geçmiş, ülke sorgulamaları zirveye oynamak üzere. 


Bugün kızlar “e sonra” diye sordular. 


Tüm bu ahval ve şerait içinde… ne mi yaptım?


Herkese göre kolay ama bana göre en zorunu seçtim.

Yazgımı sevmeyi öğrenmeyi seçtim. 


Amor fati.


Şimdi on yılıma dönüp baktığımda, ufaktan içim sızlıyor ama pişmanlık duymuyorum katiyen. Hayat pişmanlıklarla harcanmayacak kadar güzel ve kısa. 


İyi ki yapmışım. Yazgımı sevme yolculuğunda yanımda ablam, arkadaşlarım, kitap kulübü dostlarım, tabii ki edebiyata sığınmalarım, canım kocam, hiç farkında olmasalar da bana yoldaş oldular, hatta rehber oldular. 


Bugün olduğum insandan razıysam, neden pişman olayım?


On yıl önce demişim ki….


Yıllar geçer ve bir de bakmışsın “hayatım şöyle olacak” dediğin yaşlardan “böyle bir hayatım var” dediğin yaşlara gelivermişsin. Büyümek bu olsa gerek…


Ve bir başkasında ise demişim ki “aman yarabbi benim beş yıllık bir planım yok! Ne halt edeceğim!”


Ufaktan bir kahkaha attım, kız Yeliz alemsin. O dediğimin üzerinden daha beş yıl geçmemişti ki, Belçika’ya taşındım, on küsür sene boyunca çalıştığım bir kurumu bırakıp başka birine alttan bir kariyer basamağından başladım, ve yine o basamakları çıktım, terfi ettim, kendime yeni bir kariyer planı çizdim ve on yıl geçmemişti ki, Belçika vatandaşı oldum. 


Ve bir daha asla “böyle bir hayatım var” dememeye karar verdim. 


Hayat, “işte böyle artık ötesi yok” demek için çok uzun, pişmanlıklar için çok kısa. 


Ve çünkü her şey değişir, bazen bir günde değişir bazen değişim yıllar sürer ama mutlaka değişir. 


İstifa eden arkadaşıma da dediğim gibi, “sürecin sana huzur getirsin, huzuru kendi içinde bulamadığın, kendini bulamadığın sürece bugün bizi bırakırsın, yarın başka bir işi, dünyanın öbür ucuna da gitsen aradığın her ne ise, onu bulamazsın. Aradığın her şey senin içinde, bu gap year da sana aradığını bulmanda yardımcı olsun, umarım.” 


Bitirirken, on yıl önceki Yelizi bilmeyenler için dev hizmet, arşivde kaybolmayın, ilgili yazıları aşağıya linkliyorum, hadi iyisiniz.


http://gununcorbasi.blogspot.com/2013/07/hayatm-soyle-olacak-dedigin-yaslardan.html


https://gununcorbasi.blogspot.com/2013/11/dusun-dusun-boktur-isin.html#more


https://gununcorbasi.blogspot.com/2013/11/umit-kotuluklerin-en-kotusudur-cunku.html