10 Mayıs 2025 Cumartesi

Bir ev, ne zaman “ev” olur?

 Taşınma süreçlerinden benzer zamanlarda geçtiğimiz iş arkadaşım Marijke ile sohbet ederken bu işlerin - özellikle Belçika’da çooooookkkkk uzun sürdüğünden - evlilik turnusolü gibi olduğundan bahsediyorduk.

Doğru insanla evlendiğinizi anlamanın pek çok yolu var ama en iyi veri, hayatın en zorlu süreçlerinde elde ediliyor.

Sinirler geriliyor, hayat rutinin dışına çıkıyor, hem de çok uzun bir süre ve o iki insan artık birbirini tanımaz hale geliyor. 

Bizim birbirimizi tanıdığımızdan beri neredeyse otuz yıldır, bu turnusol zamanlarından en az üç tane sayabilirim.

1- Arca’nın ikinci yaş gününde belirsiz bir sebepten ortaya çıkan akciğerindeki kist sebebiyle bir ay kadar hastanede tedavi gördüğü zaman

2- Belçika’ya taşınmaya karar verdiğimizde, vize şirketinin yanlış yönlendirmesi sebebiyle, benim çalışma izni ve vizemin erken çıkıp da hiç gerek yokken aile birleştirme vizesine tabi tutulduğumuz için (o hata olmasa birlikte gelebilirdik) üç ay ayrı kaldığımız süreç

3- ev alalım deyip de evin inşaatıyla eve taşınmamız arasındaki bir buçuk yıl ama en çok evi teslim aldığımızdan itibaren geçen 2 ay

(Hmmm her yedi senede bir … bu döngüye bir bakmak lazım) 

Hangisi daha zordu? Tabii ki ilk ikisinin doğasından kaynaklı o belirsizlik ve geleceği tahmin etmekte zorlanılan süreçlerin (1-çocuğunu kaybetme travması ve 2- ailenin bütün hayatının içine etmiş olmam olasılığı) son aylarda yaşadıklarımızla karşılaştırılması mümkün değil ama yine de ilişkiyi yıpratma açısından bakarsan, ne çiftler soluğu mahkemede alırdı, tahmin edebiliyorum.

Her şeyi mükemmelinde yapmak isteyen, işin fenası kendi yapmak isteyen, kendini hala yirmilik delikanlı gücünde zanneden ve dolayısıyla da günde on beş saat beden gücü gerektiren işlerde kendini bozuk para gibi harcayan bir kocanız olsa, sağlığından endişe etmez misiniz? (El uyuşmaları aylar geçti hala devam, olası sırt sakatlanmaları, el kırılmasından son anda yırtma ve daha niceleri… ) 

Ettim, ettiğim için de ne adamakıllı işime odaklanabildim, ne hayatıma. Bunun üzerime getirdiği fazladan yükü, sorumluluğu saymıyorum bile….

Ama geçti. 

Ve biz, taşındık. Nihayet. 

Bugün bir odanın zemininde ayak tabanlarımı hissederken, parkesini muhterem kocamla döşediğimiz aklıma geliyor, parkelerin hangi desenleri gözüksün ve hangileri dolap altı kalsın uzun uzun seçtiğimiz o hafta sonu… ve benim açık ara en iyi çırak ilan edildiğim… 

Bir dolaba eşyalarımızı yerleştirirken, o dolabı birlikte tasarladığımız günü hatırlıyorum… Nasıl karar vermiştik o gömme dolabının düzenine? Sıkış tepiş apartman dairesinden ferah dolaplara… 

O mutfak dolaplarını üçümüzün nasıl zorla monte ettiğini hatırlıyorum… O tezgahı nasıl saatlerce en doğru ölçüde oturtmak için plan yaptığımızı… Yatağımda uzandığımda karşıki alçıpan duvarın, muhterem kocamla saygıdeğer bacanağın günler süren emeğiyle yapıldığını biliyorum. Biz ablamla, şantiyeye sandviç yaparken veya boyacıları çabucak gelsinler diye şehrin öbür ucundan alıp getirirken… 

Arca’nın arkadaşları bazen eve doluşuyor on altı yaşında oğlanlar… Aklıma geliyor, bir pazar günü yine eve doluşup garajdan eve salon mobilyalarını taşıdıkları ve yolda yorulup da (5 dakika yürüme mesafesi) paketli kanepelere uzanıp dinlendikleri… Her daim ergen yorgunluğu diye bir şey var…

Demem o ki, Türkiye’de birkaç defa taşındık, şehirler arası, şehir içi… Ama memlekette her şey kolay, parayı bastırdın mı, ustanı ayarladın mı, sana ancak kolilerini açıp eşyalarını yerleştirmek kalıyor. Burada her bir sıva dibinde her bir köşede emeğini katmazsan yeni evinde yaşamak birkaç ayını değil, seneni alır, ömrünü alır. Ancak bizim gibi deli olman lazım. Belçikalı bir arkadaş iki ayda yaptıklarımızı duyunca inanmadı, sadece kapıları takTIRmak üç ay sürüyormuş… Biz o kapıları Türkiye’de yaptırdık, getirttik, taktık, üç ay sürmedi. 

Ama kitap kolilerini açmak aylar sürdü. Yeni evlerine taşınacak arkadaşlarımızın koliye ihtiyacı olmasa hala da garajın bir köşesinde eve taşınmak ve açılmak için doğru zamanı bekliyor olacaklardı. Doğru zaman tam da hayal ettiğim gibi geldi. Doğumgünümde … İlker İzmir’deydi, malum 1 Mayıs tatil, Arca arkadaşlarıyla ve ben birer birer acele etmeden canım kitaplarımı koklaya koklaya raflara dizmeye başladım. Bundan muhteşem doğumgünü partisi olur mu?


Bir ev ne zaman “ev” olur?

Boş kitaplık raflarıma, aylar sonra kitaplarımı yerleştirdiğim an olacağını sanmıştım, yanılmışım.

İlk yemeğimi pişirdiğimde mi?

İlk çayımızı demlediğimde mi?

Hiçbiri…

Doğumgünümün ertesi, muhterem kocam memleketten döndü. Kitap kolilerinin yanı sıra mutfak ve salona ait kolileri de açmış, dolaplara koyuvermiştim. Bir demlik kahve yaptım, sabah yedi buçuk bilemedin, sekiz. Başladık, yerleşmeye. O kadehlerin yeri orası mı olsun? Peki çeyizlik Bavyera porselenlerim nerede duracak? Temizlik malzemelerini her kata ufak tefek tanzim etsek de, in çık uğraşmasak? Kilerde raflara erzakları dizsek de almak, kullanmak kolay olsa… Sohbet ede ede, öğlene kadar, evi yerleştirdik.

Ve o zaman anladım ki, ev gerçekten “ev” oldu. Her şey yerli yerine oturduğunda, bir şeyi aramadığında ve yerinde bulduğunda ev, “ev” oluyormuş.

26 Aralık 2024 Perşembe

Büyümek

 Canım blogumun sayfalarında gezindim, kendimi tekrar ettiğim yazılara, fikirlere şaşırdım. Halbuki sürekli bir döngü içinde değil miyim? Niye şaşırıyorum ki? 

“Kilo aldık, sağlık elden gidiyor, diyet yapalım ya da sağlıklı beslenelim” 

“günde on iki saat çalışıyorum, çok yoğunum çok gerginim”

“şu memleketin dillerinden birini olsun öğrenebilsem bir beceremedim şu işi” 

Bir türlü bitmeyen döngüler…

2024, bir yere varamadığım döngülerime çomak soktuğum yıl olamamış. Olsun. Yıl sonu muhasebesi yapmaya gelmedim. 

2024 muhasebesinin neticesi belli: Büyüdüm

Bir yaş büyüdüm, bir beden büyüdüm. Bunlar rakamsal veriler. Bir de işin hakikati var. 

Döngülere çomak sokamadım diye yüklenmedim kendime. Kendimi koşulsuz sevmeye devam ettim. Bakınız, bu büyümektir.

Çok seyahat ettim, Amerika’dan Malezya’ya kadar.. Her birinden başka bir versiyonumu keşfederek ve biraz daha büyüyerek döndüm. 

Kendimden farklı insanlarla çalışmayı ve onların farklı bakış açılarını dinlemeyi, hatalarım olduğunda özür dilemeyi, başka alanlarda pratik yapmayı deneyimledim, konfor alanımdan defalarca çıktım. Büyümek için konfor alanınızdan çıkmanızı tavsiye ederim, naçizane.

Benim yaşlarımda üç tanıdığımın vefat haberini aldım bu yıl, her biri bana “ölecek yaşta” olduğumu fark ettirdi. Ölecek yaşta olduğunu fark etmek büyümekle eşdeğermiş. 

Özellikle Burcu’yu, lise arkadaşımı kaybettiğimizi öğrenmek çok ağır geldi. Günlerdir aklımdan çıkmıyor, göğsüme oturan öküzü dehledim, yine de bir şey oluyor ve göğsüm daralıyor. 

Küçük şeyler… Mesela… Ev taşınmasının arifesinde eski not defterlerimiz çıkıyor bir çekmeceden. Yemek listeleri yapmışız, market listeleri, Arca’nın ateş nöbetlerinde saatleri ve ateş derecesini yazmışız, takip için. sonra Belçika’daki turistik yerleri not etmişiz, günübirlik planlar… Bunları yaptığımız zamanları hatırlayıp gülüyoruz. Birlikteyiz. Ama peki Burcu’nun kocası bir zaman sonra böyle ufak tefek şeylere rast geldiğinde nasıl dağılacak? Ya da gülümseyecek mi sadece?

İnsan, sadece iki kişiye ait küçük anları, tek başına anımsamak zorunda kaldığında nasıl hisseder? Belki işte o zaman büyümek duruyordur, belki o zaman için ölüyordur. 

O zamana kadar büyümeye devam. 

5 Ekim 2024 Cumartesi

3N 1Ben : Eylül ve fazlası

 Tam bir ay olmuş. Bloga yazmayalı. Hani hiç sormuyorsunuz, ne yapıyorsun, neler okuyorsun neler izliyorsun diye…

Yok ya ne gönül koyacağım, aşkta gurur olmaz :D

Yazmak kadar bu blog da bir tür aşk işte seviyorum hulen! 

Neyse kimsenin sormasına filan gerek yok. Beni nerede bulacağınızı son yazımda bildirmiştim, merak edenleri Substack linkimize alalım, hani yazılar emailinize gelsin isterseniz, kayıt olmanız yeterli, biliyorsunuz.

Substack’te yazarlık tatmininden başka neler yapıyorum? 

Malezyada da yağmuru yakalamışım mis!

Sürekli bir hareket halindeyim, Eylül başladı, ben başladım gezmeye. Evvela ablamlar Duru’yu Maastricht’e yerleştirmeye geldiler, biz de tabii onlarla ortam check yaptık. Son alışverişler derken ufak bir Hollanda - Almanya - Belçika üçgeni çizmişiz. Avrupa’nın hala tatlı bir sürpriz gibi karşıladığım özelliklerinden biri bu işte. Yarım saat içinde üç ülkede bulunabiliyorsun.

Ablamları yolcu etmenin akabinden İlker’le İzmir’e gittik. İlk defa üç gece Arca’yı evde yalnız bıraktık. Yemeğini suyunu bıraktığımız için zorlanmadı. Zaten her gün okulu antrenmanı vardı, akşamın geç vakti eve geldiği için fazla da yalnız kalmamış oldu. Allah için Arca’nın kendisiyle ve evi Arca’ya bırakmakla hiç derdim yoktu da malum ergen mallığı oluyor, anahtarı unutur kaybeder sokakta kalır diye tırsmadım değil. Artık Arek de, İdiller de bizim sitede yaşamadığı için teras komşum Dominique’lere anahtarı bırakayım dedim, tatildelermiş, te allam… Son dakika Dominique hiç aklıma gelmeyen diğer komuşlarımızı hatırlattı. Ay nasıl rahatladım. Yaşlı tatlı insanlar, hatta gelsin bizde kalsın bile dediler. Canım ya… Yok dedim, siz yedek anahtarı alın, hani bir de bilin bu ergen oğlan evde, yoklamak lazım olursa…

İzmir’den döndükten iki sonra Malezya’ya gittim. İki günlük yoğun bir iş seyahatiydi. İki gün için iki gün yol gitmiş oldum. Ama şikayetim yok, uzun yol seviyorum, seyahat etmenin iyi gelen yönlerine odaklanıyorum. Güzel yemekler, uzun uzun kendimle kalıp planlamalar yapmak, farklı insanlarla kültürlerle bir araya gelmek… Hepsi gerçekten iyi geliyor. 

Malezya’dan döndükten sonra bu defa Paris’e gittim. Sektör fuarı vardı, hızlı trenle gidince gece kalmama gerek kalmadı ki iyi de oldu zira Paris’in üzerine bir gün evde kalıp Pilsen’e geçtim. An itibariyle Pilsen’deki otel odamdan bildiriyorum. Bir hafta daha da burdan bildirmeye devam edeceğim. 

Günler o kadar çok konuşarak ve insanlarla birlikte geçiyor ki, akşam sakin otel odasına bir an önce kendimi atmak istiyorum. Ambivert durumlar … Hiç girmeyelim şimdi. 

İş seyahatlerinin tüm iyi yanlarının yanında en kötü tarafı ne biliyor musun? Hayır yorgunluk değil. İşlerin devam etmekte olması, ve tatilde olmadığın için sürekli ulaşılabiliyor olman ve iş seyahatinin işleri aksatman için bir bahane olamaması dolayısyla hafta sonu veya akşamlara sarkan çalışma durumları. Az önce saydığım her seyahat bana hafta sonu çalışmak olarak geri döndü. Yalnız olacağım ve Pilsen de daha önce defalarca gördüğüm bir şehir olduğu için, hafta sonunum tamamında çalışacağımı düşünüyorum. Bakalım…

                                                Neler okuyorum?

Yaz başından beri sık sık sekteye uğrayan Jhumpa Lahiri’den Adaş’ı sonunda bitirebildim. Hindistan’dan Amerika’ya atmışların sonunda göç eden beyaz yakalı bir ailenin ilk ve ikinci kuşak adaptasyon hikayesi üzerine kurulmuş bir roman. Lahiri’nin yazıdaki ustalığına diyecek sözüm yok lakin öyküdeki özellikle Gogol’un yetişkinliğindeki sancılarını biraz garipsedim. İnsanın bir tane de dostu olmaz mı ya? Amerikalıların yüzeyselliğini de, batılılaşmış Hintli karısını da uzun uzun okuduk da adam otuz yaşına geldi, bir tane harbi dostu olmadı. 

Ay neyse uzatmayayım, okuyun bence, akıp giden güzel bir kitap. Belki göçmen olarak bana keyif vermemiştir.

Seyahatlerde kağıt baskı taşımayayım diye Kindle’da ne varsa onu okuyorum. Muazzez İlmiye Çığ ile söyleşi derlemesinde epey ilerledim. Çalışmanın, sürekli üretmenin ve kendini geliştirmenin etrafında dönen bir hayatı kendisinden öğrenmek çok kıymetli. 

Neler izliyorum?

Bahar tekrar başladı, pek güzel… Kürtaj meselesinde boşanma ve uyuz kızı ile ilgili sosyal medya yeterince diziyi gömdü, artık benim diyecek bir şeyim kalmadı. Yok yok dayanamayacağım, yine de diyeceğim; ya arkadaş alt tarafı Türkiyede yayınlanan Koreden devşirme bir dizi, ne halt etmeye feminizm kadın hakları gibi roller biçiyoruz, dizi sorumluluk projesi olmak zorunda mı? Bir gevşesek mi artık? Bahara gelesiye kadar Sağlık bakanlığının videosuna bakalım lütfen (neyse ki bakanlarımız çok var, bana yine gerek kalmadı.)

Deha diye bir dizi çıktı karşımıza, İlkerle ilk bölümünü izledik, ikinciyi de az önce bitirdim. Her Türk dizisi gibi cıvıtmaya mahkum mu olacak yoksa kısa kesip tadında mı bırakacak göreceğiz. Yalnız İskender rolü Yargı’daki Yekta’nın dolandırıcı versiyonu değil mi ya? Çoğu zaman Yekta’yı izliyormuşum gibi geliyor.

E sizde ne var ne yok?