Taşınma süreçlerinden benzer zamanlarda geçtiğimiz iş arkadaşım Marijke ile sohbet ederken bu işlerin - özellikle Belçika’da çooooookkkkk uzun sürdüğünden - evlilik turnusolü gibi olduğundan bahsediyorduk.
Doğru insanla evlendiğinizi anlamanın pek çok yolu var ama en iyi veri, hayatın en zorlu süreçlerinde elde ediliyor.
Sinirler geriliyor, hayat rutinin dışına çıkıyor, hem de çok uzun bir süre ve o iki insan artık birbirini tanımaz hale geliyor.
Bizim birbirimizi tanıdığımızdan beri neredeyse otuz yıldır, bu turnusol zamanlarından en az üç tane sayabilirim.
1- Arca’nın ikinci yaş gününde belirsiz bir sebepten ortaya çıkan akciğerindeki kist sebebiyle bir ay kadar hastanede tedavi gördüğü zaman
2- Belçika’ya taşınmaya karar verdiğimizde, vize şirketinin yanlış yönlendirmesi sebebiyle, benim çalışma izni ve vizemin erken çıkıp da hiç gerek yokken aile birleştirme vizesine tabi tutulduğumuz için (o hata olmasa birlikte gelebilirdik) üç ay ayrı kaldığımız süreç
3- ev alalım deyip de evin inşaatıyla eve taşınmamız arasındaki bir buçuk yıl ama en çok evi teslim aldığımızdan itibaren geçen 2 ay
(Hmmm her yedi senede bir … bu döngüye bir bakmak lazım)
Hangisi daha zordu? Tabii ki ilk ikisinin doğasından kaynaklı o belirsizlik ve geleceği tahmin etmekte zorlanılan süreçlerin (1-çocuğunu kaybetme travması ve 2- ailenin bütün hayatının içine etmiş olmam olasılığı) son aylarda yaşadıklarımızla karşılaştırılması mümkün değil ama yine de ilişkiyi yıpratma açısından bakarsan, ne çiftler soluğu mahkemede alırdı, tahmin edebiliyorum.
Her şeyi mükemmelinde yapmak isteyen, işin fenası kendi yapmak isteyen, kendini hala yirmilik delikanlı gücünde zanneden ve dolayısıyla da günde on beş saat beden gücü gerektiren işlerde kendini bozuk para gibi harcayan bir kocanız olsa, sağlığından endişe etmez misiniz? (El uyuşmaları aylar geçti hala devam, olası sırt sakatlanmaları, el kırılmasından son anda yırtma ve daha niceleri… )
Ettim, ettiğim için de ne adamakıllı işime odaklanabildim, ne hayatıma. Bunun üzerime getirdiği fazladan yükü, sorumluluğu saymıyorum bile….
Ama geçti.
Ve biz, taşındık. Nihayet.
Bugün bir odanın zemininde ayak tabanlarımı hissederken, parkesini muhterem kocamla döşediğimiz aklıma geliyor, parkelerin hangi desenleri gözüksün ve hangileri dolap altı kalsın uzun uzun seçtiğimiz o hafta sonu… ve benim açık ara en iyi çırak ilan edildiğim…
Bir dolaba eşyalarımızı yerleştirirken, o dolabı birlikte tasarladığımız günü hatırlıyorum… Nasıl karar vermiştik o gömme dolabının düzenine? Sıkış tepiş apartman dairesinden ferah dolaplara…
O mutfak dolaplarını üçümüzün nasıl zorla monte ettiğini hatırlıyorum… O tezgahı nasıl saatlerce en doğru ölçüde oturtmak için plan yaptığımızı… Yatağımda uzandığımda karşıki alçıpan duvarın, muhterem kocamla saygıdeğer bacanağın günler süren emeğiyle yapıldığını biliyorum. Biz ablamla, şantiyeye sandviç yaparken veya boyacıları çabucak gelsinler diye şehrin öbür ucundan alıp getirirken…
Arca’nın arkadaşları bazen eve doluşuyor on altı yaşında oğlanlar… Aklıma geliyor, bir pazar günü yine eve doluşup garajdan eve salon mobilyalarını taşıdıkları ve yolda yorulup da (5 dakika yürüme mesafesi) paketli kanepelere uzanıp dinlendikleri… Her daim ergen yorgunluğu diye bir şey var…
Demem o ki, Türkiye’de birkaç defa taşındık, şehirler arası, şehir içi… Ama memlekette her şey kolay, parayı bastırdın mı, ustanı ayarladın mı, sana ancak kolilerini açıp eşyalarını yerleştirmek kalıyor. Burada her bir sıva dibinde her bir köşede emeğini katmazsan yeni evinde yaşamak birkaç ayını değil, seneni alır, ömrünü alır. Ancak bizim gibi deli olman lazım. Belçikalı bir arkadaş iki ayda yaptıklarımızı duyunca inanmadı, sadece kapıları takTIRmak üç ay sürüyormuş… Biz o kapıları Türkiye’de yaptırdık, getirttik, taktık, üç ay sürmedi.
Ama kitap kolilerini açmak aylar sürdü. Yeni evlerine taşınacak arkadaşlarımızın koliye ihtiyacı olmasa hala da garajın bir köşesinde eve taşınmak ve açılmak için doğru zamanı bekliyor olacaklardı. Doğru zaman tam da hayal ettiğim gibi geldi. Doğumgünümde … İlker İzmir’deydi, malum 1 Mayıs tatil, Arca arkadaşlarıyla ve ben birer birer acele etmeden canım kitaplarımı koklaya koklaya raflara dizmeye başladım. Bundan muhteşem doğumgünü partisi olur mu?
Bir ev ne zaman “ev” olur?
Boş kitaplık raflarıma, aylar sonra kitaplarımı yerleştirdiğim an olacağını sanmıştım, yanılmışım.
İlk yemeğimi pişirdiğimde mi?
İlk çayımızı demlediğimde mi?
Hiçbiri…
Doğumgünümün ertesi, muhterem kocam memleketten döndü. Kitap kolilerinin yanı sıra mutfak ve salona ait kolileri de açmış, dolaplara koyuvermiştim. Bir demlik kahve yaptım, sabah yedi buçuk bilemedin, sekiz. Başladık, yerleşmeye. O kadehlerin yeri orası mı olsun? Peki çeyizlik Bavyera porselenlerim nerede duracak? Temizlik malzemelerini her kata ufak tefek tanzim etsek de, in çık uğraşmasak? Kilerde raflara erzakları dizsek de almak, kullanmak kolay olsa… Sohbet ede ede, öğlene kadar, evi yerleştirdik.
Ve o zaman anladım ki, ev gerçekten “ev” oldu. Her şey yerli yerine oturduğunda, bir şeyi aramadığında ve yerinde bulduğunda ev, “ev” oluyormuş.