22 Ekim 2023 Pazar

Televizyon

 Doksanlarda bizim evde dört televizyon vardı, kişi başına bir adet düşüyordu. Bunu zenginliği vurgulamak için söylemiyorum, zengin filan olduğumuzdan da değil hani. Zengindiysek bile televizyon zenginiydik diyelim. 

Biri salondaydı, hemen hiç açılmayan salonlar vardır, temizlikten sonra kapısı kapatılır ve salon ancak misafir gelecekse açılır. Ben bizim salonu çocukken unutuverirdim de arada gider kapısından başımı uzatır hatırlamaya çalışırdım eşyaları. 

Salonun bu derece günlük hayatın dışında olduğu evlerde oturma odası vardır. Bizim de vardı. Küçük, az eşyalı, tabii ki televizyonlu. Annemlerin evinde hala oturma odası var, ama artık birlikte televizyon izlemiyorlar, salon ve salon televizyonu babama, oturma odası anneme ait. 


Mutfaktaki de anneme ait. Annem iş yaparken, yemek yaparken o televizyon hep açık olacak. Akşam yemeklerimize televizyondaki haber bültenleri eşlik ederdi, Kral TV çıkınca o televizyon döndür döndür klip yayınlardı. Vardı televizyon hep vardı. Ablam liseyi o mutfaktaki televizyonun karşısında bitirdi, üniversiteye de girdi, o televizyonla, hatta fakülteyi dört senede bitirdi. İşe girdiğinde ilk yaptığı odasına televizyon almak oldu, dördüncü televizyon. 


Ben? Televizyon sevdasının genlerle bir ilgisi varsa, ben evlatlık olmalıyım. 


Televizyon 

Anneme gittiğimde ilk yaptığım mutfaktaki televizyonu kapatmak oluyor, zaten az işitiyorlar, evde herkes bağırıyor hele televizyon bu duruma hiç yardımcı olmuyor. Ben kapatıyorum, annem açıyor, ses olsunmuş evde. Allahım o ses beni bitiriyor. Yaşlandığımdan değil, gençliğimde de böyleydim. Sırf millet yatsın, televizyonlar kapansın diye gece ders çalışırdım. Oh sessizlik, mis…


İlker yıllarca yatak odasına televizyon almak istedi, zinhar izin vermedim. Feng shui filan değil vallahi, benim kafam kaldırmıyor.


Radyo öyle değil işte. Radyo başka. Yurttaki odamıza benim katkım radyoydu. Radyomuz hep açık olurdu, Power FM, Ankaralı Elvanın hediyesi Capital Radio… Hey gidi. O radyo şimdi nerde acaba? 


Neyse televizyon diyorduk, hiç mi izlemiyorsun diye soracaklara “hep belgesel hep belgesel” demeyi çok isterdim ama belgesel sevmiyorum ve evet televizyon izliyorum. 


Netflix izliyorum, film izliyorum, Friends izliyorum, ama televizyonu bşr şey izlemek istediğim zaman açıyorum, bütün gün açık bir televizyonla yaşamıyorum. Hatta ütü yaparken kitap dinlemiyorsam illa ki Türk dizisi izliyorum pardon atlaya atlaya dinliyorum diyelim. 8


Geçen Aile dizisi açıktı ütü yaparken, ütü bitti, dizi bitmedi, malum iki buçuk saat. Ama ben de merak ettim, oturdum devam edeyim dedim. Aman yarabbi, sadece ekrana bakmak suretiyle izlenmesi mümkün değil, derhal manikür pediküre daldım. 


Aile dizisi demişken, bir sahne vardı, Devinle Aslan çamurlarda filan… Neyse Devin Aslandan önceki hayatına dair ufak tefek birkaç anı anlatıyor, hani şu anda Aslan hiç olmayaydı hayatı nasıl olurdu gibilerinden…


İşim vardı diyor, çok da iyiydim işimde. Sonra diyor ki, yorgun olduğum akşamlar, bazen bir şarap açardım, kitap okurdum bu vakitler, ya da bir film izlerdim… 


Özlemini çektiği sıradan, sakin, küçük ve sade geçmişi.


An itibariyle futbol maçı evin duvarlarında yankılanmaktayken çalışma odama kaçtım, ben de şarabımı aldım, ayağımı uzattım. Kitabımı okurken o sahne geldi aklıma. Küçük ve sade bir an… sakin sessiz… 


Ve müthiş keyifli. 



20 Ekim 2023 Cuma

Gençlere tavsiyem

 Aşık olmayın. Mümkünse yani.

Kimseyi öyle çok fazla sevmeyin çünkü onun kılı dönse senin canın yanıyor. Kaybetme korkusu, kaygı bozuklukları, allah ne verdiyse tüm enerjini ele geçiriyor. Yani en azından bana böyle oluyor. 


Ağrı eşiği çok yüksek olan ve mızmızlanmak gibi bir adeti olmayan muhterem kocam, son iki aydır sürekli bir karın ağrısı şikayetiyle tüm neşesini, enerjisini kaybetmiş haldeydi. Ya ben? Çok affedersin bok gibiydim. 


Allah biliyor ya, hastalık sevmiyorum, bir yerim ağrısa bilmezden gelirim, başkası hasta olsa sinirlenirim. Şefkat yoksunu iğrenç bir insanım, muhtemelen savunma mekanizması. 


Fark ettim ki, hayat denen yolun engebeleri ne olursa olsun neşemi koruyabiliyorum da, bir tek sağlık söz konusu olunca tökezliyorum, hatta tepetaklak geliyorum. Geçtiğimiz iki ayın farkındalığı da bu olsun, n’apalım. 


İlker’in tomografi sonuçları çıktı, biz de soluğu doktorda aldık. Yalnız gönderir miyim! Ben de gideceğim ki, kendim duyacağım. Toplantıları filan ona göre düzenledim, gittik. Pis muhterem, doktorla flamanca konuşuyor bir de diyor ki “ciddi bir şeylerse Flamanca söyle, değilse ingilizce söyleme sakın.” anlamadım sanıyor. Bende durum “anlıyorum ama konuşamıyorum” seviyesi nitekim, anladım ve bastım yaygarayı. İngilizce konuşulacak!Konuşuldu. 


Ameliyattan korktuğumuz safra kesesinde sorun yok, karaciğer fonksiyonları fena. Şimdilik ilaç vermedi - bu Belçikalı doktorların ilaçtan yana elleri pek korkak maalesef - ama diyet dedi, kolesterolü düşüreceksin dedi, altı ay sonra bir daha bakacağız dedi. Ve ben de dedim ki, yaşam stili değişecek, her gün spor yapacak, o göbek gidecek, o karın ağrısı bitecek gerekirse vejeteryan olunacak … dedim ama kimse pek sallamadı. 


Evvela doktorun dedikleri İlkerin aklına pek yatmadı, karaciğer yağlanmasından bu kadar ağrı çekilir miymiş, bu daha ciddi bir şey olabilir miymiş? Sonra saatlerce tıbbi makale okudu, ikna oldu. 


Aman pek iyi oldu. Karaciğeri düzeltmek için ne gerekliymiş her şeyi öğrenmiş oldu. Muhterem kocam asla vejeteryan olmayacak biliyoruz - zira daha dün Master Chefte sakatat tariflerine halleniyordu- ama en azından kırmızı eti haftada bire düşürmeye, her hafta balık yemeye, bazı sebzeleri hayatımıza katmaya (liste pek kısa) ve brokoli salatasını fırın tavuğun yanında yeme konusunda bir motivasyon inşa etti, mutluyum gururluyum. 


Hayır tam da “muhterem mutfakta” konseptiyle instagram videoları çekmeye içerik üretmeye ikna etmiştim, o motivasyon güme gitti, ona yanarım. Aman yemişim içeriğini, benim muhterem ameliyat filan olmayacak ya… varsın ot çöp yesin, varsın kırmızı et yemesin… 


Benim neşe loading back ;) 


Bkz. Fırın tavuk göğüs ve brokoli salatası. Allahım bu menüleri de mi görecektik 🤣



15 Ekim 2023 Pazar

Dozunda, kararında…

 Az önce Arca’yı odamdan postaladım, yallah dedim, anne zamanı. Her ne kadar arkadaşında yatıya kaldığı için dün sabahtan beri görmemiş olsam da, bir günlük ayrılıkta pek çok özlemiş olsam da, anne zamanı hakkım baki.


Silent room hakkı, anne zamanı hakkı, gün ortası on beş dakikalık anne şekerlemesi hakkı, tuvalette rahat bırakılma hakkı (kimse kusura bakmasın icraat halindeyken kapının arkasında sürekli konuşan biri beni strese sokuyor)…


Cadı mıyım neyim? 


Günün belli bir saati kendime ayırmazsam daha pis cadılaşıyorum, dolayısıyla bu haklarımı sonuna kadar savunmak benden çok onların yararına. 


Uzun bir hafta sonunun son saatlerinden, kendime ayırdığım dakikalardan bildiriyorum. Çayım, tütsüm, kitaplarım canım koltuğumdan…



Uzun hafta sonu çünkü cuma gününü izin aldım. İlker’in kan değerleri (kolestrolden tut da, trigliseride kadar) kötü çıktığı için doktor tomografi istedi, şansımıza da erkenden randevu bulunca (aynı hafta içinde radyolojiden randevu bulmak hiç kolay değil, parasını bastıralım da özelde çektirelim desen, özel diye bir şey yok, mecbur bekliyorsun) hemen izin aldım. İlkere sorsan gerek yokmuş, olsun, bir arkadaşlık oldu, beklerken muhabbet ettik, öğlene işimiz bitti, sonrasında çalışsam ne olacak, Arca’nın okulda olduğu bir günün tadını çıkardık birlikte. Özlemişiz.


Akşamına bizim şirketin 50.yıl partisi vardı. Gitmedik. Hiç parti havasında değiliz ki… Ne enerjimiz var, ne tadımız… Evde çayımızı demledik. Bana da iyi oldu, zira spontane bir “gelebilenlerle toplaşalım” kulübü yaptık, aylar geçmiş, en son şubatta buluşmuşuz. Herkesin koşturmacası, pandemi sonrası seyahatleri, araya giren deprem, olmadı olamadıydı. 



Kızlar bana her zamanki gibi müthiş iyi geldi. Son bir aydır evin tüm gündemini işgal eden İlker’in sağlık sıkıntılarını, hem iş hem de evdeki streslerimi unutuverdim. Hayattan, okuduklarımızdan, izlediklerimizden, beraber ne okusak’lardan bahsettik, bir demlik çayı devirivermişim.


Benim dönüp durduğum çarklardan çıkmam lazım. Hayat boktan giderken enerjin o kadar düşük seyrediyor ki, çarkın içinden çıkıvereyim demek mümkün olmuyor. Günü kurtarıyorsun sadece. Halbuki ben, artık üzerimdeki her şeyden, özellikle de o ölü toprağından kurtulmak istiyorum.


Ablam, arkadaşlarım ve onlarla konuşmak iyi geliyor. Olumlu şeylere odaklanmak, tüm kalp sıkışmalarına rağmen (kaygı bozukluğu fena arkadaşlar, İlker’in tansiyonu çıksa helva kavurma aşamasına geliyorum hani kalp sıkışması derken gerçekten normal tepkiler verebilen sağlıklı bir mentalitem yok bence.) keyifli bir şeyler yakalamak ve gülmek hep gülümsemek de iyi geliyor. 


Ama bir partide tepinmek, bir şişe şarabı tek başına bir gecede devirmek, hareketsiz saatler geçirmek, her allahın günü yirmi yaşındaymışım gibi yemek nasıl iyi gelmiyorsa, zorlama etkileşimlerde mecburiyetten bulunmak, zorlama sadeleşmeler, zorlama yavaşlamalar, zorlama yapılan herhangi bir şey de bana artık iyi gelmiyor. 


Dozunda kararında …


Demişken anne zamanını da kararında bırakmak lazım, daha ütü yapılacak, hafta içi sefer tasları hazırlanacak, iş çok ben hala blog köşelerinde sallanıyorum. 


8 Ekim 2023 Pazar

Silent room meselesi ve sonrası

 Bu allahsızlar (bizim ofisin düzenleyici takımı) anket yapıp benim silent room hakkımı gasp edeceklerdi, yer miyim yemedim lobi aktivitelerimi yaptım.

Anlatmıştım, okumadıysanız okuyun bir tık yeter.


Lakin biraz geç kalmış olacağım, anket sonuçlarına göre benim istediğim seçenek ikinci çıktı. Ve lakin tehditlerim isabet etmiş olacak, toplantı odası yapılsın seçeneği, açık ara önde olmasına rağmen, odayı biraz küçülterek benim istediğim gibi muhafaza etmeye karar vermişler. 


Demiştim, benim silent room hakkım engellenemez!  


Anket demişken evden çalışma meselesi pek çok şirkette olduğu gibi bizde de tekrar gündeme geldi. Şöyle anlatayım, biz pandemiden sonra son bir yıldır haftada iki gün evde çalışma şeklinde hibrit bir sisteme girdik ama girerken de bir yıl deneneceğini, bir yıl sonra değiştirilebileceğini söylemişlerdi. 


Nitekim, bir yılın bitmesine yakın söylentiler başladı. Aman efendim, iptal ederler mi, yok efendim, uzatma imkanı yok mudur… Zira iş hayatına pandemide atılmış, dolayısıyla hiç tam zamanlı ofise gelme deneyimi yaşamamış çok sayıda gençle çalışıyoruz. Hatta iki günün az bile olduğunu düşündüklerini, yazın ya da bazı tatil zamanlarında memleketlerinden çalışmanın esnek olmasını istediklerini biliyorum. Yeni işe alımlarda esnek çalışma adaylar için resmen seçim kriteri. 


Bizim departmandakilerin şaşkın bakışları altında, iptal edilirse ortalığı yıkacağımı söyledim. Bilirler yaparım, lakin şaşırdıkları şey ortalığı yıkmam değildi, “iyi de sen doğru düzgün evden çalışmıyorsun ki, niye savunuyorsun” dediler.


Dedim ki, öncelikle sizin esnek çalışma istediğinizi biliyorum. (Liderlik ders 101 :P) Hiç sektirmeden her hafta mutlaka iki gün evden çalıştıklarına göre, ofise gelme meraklısı olmadıklarının farkındayım. Ayrıca evden çalışma motivasyonlarını artıyor. Bunu destekliyorum. Hatta iş seyahatlerini birkaç günlük kaçamakla birleştiren ya da mama Cirilloya birkaç gün evvelden kavuşup akşamları ailesiyle geçirirken gündüzleri İtalyadaki evinde çalışmak isteyen Marconun bu taleplerini gizli kalmak koşuluyla kabul ettiğimden bu uygulamanın meşru olmasına benden çok kim sevinebilir? 


Sadece bekarlar mı?  iki çocuklu Marijke bile her yıl bir ayını geçirdiği İtalya’daki evinden bir hafta olsun fazladan kalıp işlerini toparlayıvermek istemez miydi? Pek ala isterdi! Hele ki hiç evden çalışmanın olmayacağı fikri onu çok daha fazla etkileyebilirdi, zira çocuklara göre istediği gün evden çalışabiliyor, ta Gentten gelmenin zor olduğu günlere göre ayarlıyordu.


Ben? Ben evden çalışma olasılığını seviyorum. 


Onlar gibi her hafta mutlaka 2 gün evden çalışamıyorsam, sebebi, ya Japon yöneticilerle yüz yüze toplantılar, ki onlar üç yıldır hala evden çalışma fikrine alışamadılar… ya da evin misafirden yana çok kalabalık olması. Yoksa evden çalışmak gayet de şahane bir şey. 


Bak mesela dün çalışırken makinaya çamaşır attım, astım, bir ara dellendim, evi robot süpürsün diye düzenledim, (mesaide temizlik yapmadım tabii ki) öğle yemeğimi İlkerle 11:30’da yedim, zira sabah 06:30’da mesaiye başlamıştım ve bu sebepten 15:30’da paydos edip sonbahar güneşinin eğik ışıklarının tadını çıkara çıkara yürüyüş yaptım. Oldu bunlar. Şimdi bunu sırf sadece bir gün yapabiliyorum diye nasıl evden çalışma iptal olsun, yok efendim bir güne insin filan diyebilirim! Katiyen. Vallahi değiştirmeye yeltenenin iki elim iki yakasında! 


Hatta yeni öneriler getirdim ankette, üç güne çıkarılsın dedim, dedim ki insanlar memleketlerinden de çalışabilsinler, ve içimden dedim ki, ben de kendimi İzmir’e şöyle bir iki hafta önceden atayım, toplantılara filan yazlığın terasından gireyim, dükkanı kapattım mı atayım kendimi denize, ve üstüne yapayım tatilimi… dedim vallahi. Yapabilir miyim? Ne bileyim ihtimali bile güzel…


Neyse ki şirketin Belçikalı yöneticileri karşı değil, lakin soruyorlar, Avrupa’da bunu uygulayan şirketler var mıymış ki biz yapalımmış. Şimdi fellik fellik emsal arıyorum. 


Japonlar? Japonlar, Avrupa’ya elli sene önce yatırım yaparken beni bir gün işe alacaklarını bilseler, bir daha düşünürlerdi:) 



2 Ekim 2023 Pazartesi

Ne okuyorum? Tam liste tam tavsiyelik

 Hadi bakalım ben kitaplarımdan en son ne zaman bahsettim? Halbuki ne çok okuyorum bu aralar aman nazarlar değmesin aman!


 Yaz başı elimde “İşin aslı, Judit ve sonrası” vardı. Ahu önermişti, çok keyifle okudum. Bana biri kitap önerdi mi öyle mutlu oluyorum ki, ben de herkese anlatmak istiyorum, ben de “siz de okuyun seversiniz” demek istiyorum.



Kitapta beni en çok yakalayan şey anlatım şekli oldu. Hep ikinci şahısa konuşur gibi anlatıyor, üç bölüm üç kişi üç başka kişiye üç başka bakış açısından anlatıyor, aynı hikayeyi. Farklı bir deneyimdi, Macar edebiyatını zaten çok severim, çok keyif alarak okudum. Bir aşk üçgeninden ziyade bir dönemin bir ülkede sıradan insanlar açısından yansımasıydı ve çok vurucuydu. 


Sonra ? Sonra tatile çıktık ve ben “Burası Radyo Şarampol”e başladım. Nasıl güzel bir kitapsındır sen? Sen nasıl yakalarsın kolumdan ve nasıl da anlatırsın tatlı tatlı… Çok kadın romanıydı, çok dönem romanıydı, çok ama çok sevdim bu kitabı. 


En çok Mine Ablayı sevdim.Aşkını anlatırken içtiği çaya benzetmesini. Ve Filiz tabii ki, ilk aşkının peşinden bir ömür geçirmesini, unutmadan. Ve insanın birden fazla hayatı olduğunu birbirine bağlamaktansa belki de ayırmak gerektiğini söylediği satırları, bunca ay geçti unutmadım. 


Sahi tek bir hayat yaşamak mümkün mü zaten? 


Ben Şükran Yiğit okumaya daha doğrusu dinlemeye “Ankara, mon amour” ile başlamıştım, “Çatı katı aşıkları” ile dinlemeye devam ettim lakin nedendir bilmem, okumak da istedim ve galiba iyi de ettim. “Burası Radyo Şarampol” okumak için çok iyi bir seçimmiş. Çok iyi geldi bana, itiraf edeyim biraz burktu sonlarda ama yok en azından gerçekti, gerçek bir hayata tanıklık etmişim gibi hissettirdi. Teşekkürler Şükran Yiğit, seninle ve şahane anlattığın hikayenle geçirdiğim tatil günlerim eşsizdi.


İspanya’da tatildeyken bir gün bir su parkına gittik. Malum iki ergeni ve bir İlkeri eğlemek için bundan daha iyi bir fikir olabilir miydi? Ben? Ben adrenalin sevmem. Denedim, yani önyargılı değilim, lakin adrenalin beni tüketiyor, hiç gerek yok. Eh bir şekilde birinin çantalara da bakması lazım pipililer ikiden üçe çıkmış, benim çimlerin üzerine yayılıp, kitap okumamdan daha faydalı bir su parkı aktivitesi ne olabilir? Evet acıkınca bira patates yapmak olabilir :)))


Radyo Şarampolü bitirmişim, ne okusam diye Kindle’a bakınıyorum, bir taraftan gözüm Instagramdaki en sevdiğim takip ettiklerimde ve ne okuduklarında…. Derken gözüme gönlüme bir kitap ilişti, Isabel Allende “Denizin uzun taçyaprağı” … Herkesler yazarın eski edebi tadını almışlardı, hem ikinci dünya savaşı hem İspanya iç savaşı hem de Şilinin yakın tarihine ışık tutuyordu, bundan iyisi Şam’da kayısı idi, ne yapmalıydı eh tabii ki okumalıydı. İtiraf ediyorum, benim İspanya bilgim pek sınırlıdır. Avrupa tarihini okuttular mı ki bilelim? ara sıra Arca’dan dinliyorum da, hala Roma İmpratorluğundalar yakın tarihe geçemedik, Henüz “Çanlar kimin için çalıyor”u da okumadığıma göre… 


Neyse… Roman madem İspanya iç savaşından başlıyor madem İspanyadayız, eh madem bütün gün benim, açtım wikipediayı tüm İspanya yakın tarihini okudum. Ne acılar… 


Denizin uzun taçyaprağı tamlaması Neruda’nın dilinden canım vatanı Şili’yi tanılıyor. 


İspanya iç savaşından başlayan bir hikayenin Neruda’nın gemisiyle Şili’ye gelen ve Şili’yi vatan bilen İspanyolları anlatıyor. Ve bu noktadan Şili’nin yakın tarihine ışık tutuyor. Ruhlar Evindeki gibi olağanüstü gerçeklik yok, var olan tek şey olsa olsa var olan gerçeklik. 


Nefis bir roman. Okuyun, benim gibi bir Isabel Allende hayranıysanız mutlaka okuyun!


Ve sonra “Akhillues’un Şarkısı” … Aman yarabbim nasıl da çekti beni içine nasıl da sevdim nasıl da sarıldım o oğlan çocuklarına …. Evvelden aynı yazarın Kirke’sini okumuştum, onda başka bir keyif vardı, hani hangisini önce okusam derseniz, Kirke derim. 


Ve sonra Türkiye’den kitaplarım geldi, yeayy! 


5 Seçim’i anlatmıştım. Hayattaki rollerimiz, her biri ayrı hayatlarımız için hedef belirleme, hedefe yönelik ilerleme vs… bence iyi yazılmış biraz fazla plaza ağzı ama yine de faydalı bir kitap. Uygulanabilirliği var.


“Bir kimya meselesi” çok keyifle okundu, itinayla tavsiye edildi hatta Duru’ya teslim edildi. Yürek burkan bir hikayeden bu kadar feminizm nasıl çıkar? Çıktı hem de nasıl çıktı. Amerika, 1960’lar, bir kimyager, bir bilim insanından bir televizyon yıldızının çıkışı ve mizahla kotarılmış şahane bir roman. Tam bir yaz romanı, kafa dağıtmalık, ama asla küçümsenmeyecek bir roman.



Üstüne Behice’nin yarım kalmış işlerine daldım. Bunca acı nasıl güzel nasıl ince bir mizahla anlatılmış, nasıl da sarılası geliyor insanın Ayşe Püren’e… Her fırsatta elime aldım, her fırsatta okudum, çok ama çok içten bir yeniden hayata başlama hikayesiydi.


Bu aralar kitaplardan yana nasıl da şanslıyım, nasıl da iyi geldi her biri … 


İstedim ki, “ne okusam” diye düşünüyorsanız belki bu tavsiyeler işinize yarar…


Şimdi ne mi okuyorum? “Arıların uğultusu” yine yeni çıkanlardan ve yine tavsiyelerinde her zaman isabet ettirenlerden bir tavsiye.. Bir de tabii yürüyüşlerimde dinlediğim “Kalk yerine yat” var. Kısa kısa öyküler, Şermin tatlılığında. Dinlemesi keyifli.


Peki siz ne okuyorsunuz?