15 Ekim 2023 Pazar

Dozunda, kararında…

 Az önce Arca’yı odamdan postaladım, yallah dedim, anne zamanı. Her ne kadar arkadaşında yatıya kaldığı için dün sabahtan beri görmemiş olsam da, bir günlük ayrılıkta pek çok özlemiş olsam da, anne zamanı hakkım baki.


Silent room hakkı, anne zamanı hakkı, gün ortası on beş dakikalık anne şekerlemesi hakkı, tuvalette rahat bırakılma hakkı (kimse kusura bakmasın icraat halindeyken kapının arkasında sürekli konuşan biri beni strese sokuyor)…


Cadı mıyım neyim? 


Günün belli bir saati kendime ayırmazsam daha pis cadılaşıyorum, dolayısıyla bu haklarımı sonuna kadar savunmak benden çok onların yararına. 


Uzun bir hafta sonunun son saatlerinden, kendime ayırdığım dakikalardan bildiriyorum. Çayım, tütsüm, kitaplarım canım koltuğumdan…



Uzun hafta sonu çünkü cuma gününü izin aldım. İlker’in kan değerleri (kolestrolden tut da, trigliseride kadar) kötü çıktığı için doktor tomografi istedi, şansımıza da erkenden randevu bulunca (aynı hafta içinde radyolojiden randevu bulmak hiç kolay değil, parasını bastıralım da özelde çektirelim desen, özel diye bir şey yok, mecbur bekliyorsun) hemen izin aldım. İlkere sorsan gerek yokmuş, olsun, bir arkadaşlık oldu, beklerken muhabbet ettik, öğlene işimiz bitti, sonrasında çalışsam ne olacak, Arca’nın okulda olduğu bir günün tadını çıkardık birlikte. Özlemişiz.


Akşamına bizim şirketin 50.yıl partisi vardı. Gitmedik. Hiç parti havasında değiliz ki… Ne enerjimiz var, ne tadımız… Evde çayımızı demledik. Bana da iyi oldu, zira spontane bir “gelebilenlerle toplaşalım” kulübü yaptık, aylar geçmiş, en son şubatta buluşmuşuz. Herkesin koşturmacası, pandemi sonrası seyahatleri, araya giren deprem, olmadı olamadıydı. 



Kızlar bana her zamanki gibi müthiş iyi geldi. Son bir aydır evin tüm gündemini işgal eden İlker’in sağlık sıkıntılarını, hem iş hem de evdeki streslerimi unutuverdim. Hayattan, okuduklarımızdan, izlediklerimizden, beraber ne okusak’lardan bahsettik, bir demlik çayı devirivermişim.


Benim dönüp durduğum çarklardan çıkmam lazım. Hayat boktan giderken enerjin o kadar düşük seyrediyor ki, çarkın içinden çıkıvereyim demek mümkün olmuyor. Günü kurtarıyorsun sadece. Halbuki ben, artık üzerimdeki her şeyden, özellikle de o ölü toprağından kurtulmak istiyorum.


Ablam, arkadaşlarım ve onlarla konuşmak iyi geliyor. Olumlu şeylere odaklanmak, tüm kalp sıkışmalarına rağmen (kaygı bozukluğu fena arkadaşlar, İlker’in tansiyonu çıksa helva kavurma aşamasına geliyorum hani kalp sıkışması derken gerçekten normal tepkiler verebilen sağlıklı bir mentalitem yok bence.) keyifli bir şeyler yakalamak ve gülmek hep gülümsemek de iyi geliyor. 


Ama bir partide tepinmek, bir şişe şarabı tek başına bir gecede devirmek, hareketsiz saatler geçirmek, her allahın günü yirmi yaşındaymışım gibi yemek nasıl iyi gelmiyorsa, zorlama etkileşimlerde mecburiyetten bulunmak, zorlama sadeleşmeler, zorlama yavaşlamalar, zorlama yapılan herhangi bir şey de bana artık iyi gelmiyor. 


Dozunda kararında …


Demişken anne zamanını da kararında bırakmak lazım, daha ütü yapılacak, hafta içi sefer tasları hazırlanacak, iş çok ben hala blog köşelerinde sallanıyorum. 


8 Ekim 2023 Pazar

Silent room meselesi ve sonrası

 Bu allahsızlar (bizim ofisin düzenleyici takımı) anket yapıp benim silent room hakkımı gasp edeceklerdi, yer miyim yemedim lobi aktivitelerimi yaptım.

Anlatmıştım, okumadıysanız okuyun bir tık yeter.


Lakin biraz geç kalmış olacağım, anket sonuçlarına göre benim istediğim seçenek ikinci çıktı. Ve lakin tehditlerim isabet etmiş olacak, toplantı odası yapılsın seçeneği, açık ara önde olmasına rağmen, odayı biraz küçülterek benim istediğim gibi muhafaza etmeye karar vermişler. 


Demiştim, benim silent room hakkım engellenemez!  


Anket demişken evden çalışma meselesi pek çok şirkette olduğu gibi bizde de tekrar gündeme geldi. Şöyle anlatayım, biz pandemiden sonra son bir yıldır haftada iki gün evde çalışma şeklinde hibrit bir sisteme girdik ama girerken de bir yıl deneneceğini, bir yıl sonra değiştirilebileceğini söylemişlerdi. 


Nitekim, bir yılın bitmesine yakın söylentiler başladı. Aman efendim, iptal ederler mi, yok efendim, uzatma imkanı yok mudur… Zira iş hayatına pandemide atılmış, dolayısıyla hiç tam zamanlı ofise gelme deneyimi yaşamamış çok sayıda gençle çalışıyoruz. Hatta iki günün az bile olduğunu düşündüklerini, yazın ya da bazı tatil zamanlarında memleketlerinden çalışmanın esnek olmasını istediklerini biliyorum. Yeni işe alımlarda esnek çalışma adaylar için resmen seçim kriteri. 


Bizim departmandakilerin şaşkın bakışları altında, iptal edilirse ortalığı yıkacağımı söyledim. Bilirler yaparım, lakin şaşırdıkları şey ortalığı yıkmam değildi, “iyi de sen doğru düzgün evden çalışmıyorsun ki, niye savunuyorsun” dediler.


Dedim ki, öncelikle sizin esnek çalışma istediğinizi biliyorum. (Liderlik ders 101 :P) Hiç sektirmeden her hafta mutlaka iki gün evden çalıştıklarına göre, ofise gelme meraklısı olmadıklarının farkındayım. Ayrıca evden çalışma motivasyonlarını artıyor. Bunu destekliyorum. Hatta iş seyahatlerini birkaç günlük kaçamakla birleştiren ya da mama Cirilloya birkaç gün evvelden kavuşup akşamları ailesiyle geçirirken gündüzleri İtalyadaki evinde çalışmak isteyen Marconun bu taleplerini gizli kalmak koşuluyla kabul ettiğimden bu uygulamanın meşru olmasına benden çok kim sevinebilir? 


Sadece bekarlar mı?  iki çocuklu Marijke bile her yıl bir ayını geçirdiği İtalya’daki evinden bir hafta olsun fazladan kalıp işlerini toparlayıvermek istemez miydi? Pek ala isterdi! Hele ki hiç evden çalışmanın olmayacağı fikri onu çok daha fazla etkileyebilirdi, zira çocuklara göre istediği gün evden çalışabiliyor, ta Gentten gelmenin zor olduğu günlere göre ayarlıyordu.


Ben? Ben evden çalışma olasılığını seviyorum. 


Onlar gibi her hafta mutlaka 2 gün evden çalışamıyorsam, sebebi, ya Japon yöneticilerle yüz yüze toplantılar, ki onlar üç yıldır hala evden çalışma fikrine alışamadılar… ya da evin misafirden yana çok kalabalık olması. Yoksa evden çalışmak gayet de şahane bir şey. 


Bak mesela dün çalışırken makinaya çamaşır attım, astım, bir ara dellendim, evi robot süpürsün diye düzenledim, (mesaide temizlik yapmadım tabii ki) öğle yemeğimi İlkerle 11:30’da yedim, zira sabah 06:30’da mesaiye başlamıştım ve bu sebepten 15:30’da paydos edip sonbahar güneşinin eğik ışıklarının tadını çıkara çıkara yürüyüş yaptım. Oldu bunlar. Şimdi bunu sırf sadece bir gün yapabiliyorum diye nasıl evden çalışma iptal olsun, yok efendim bir güne insin filan diyebilirim! Katiyen. Vallahi değiştirmeye yeltenenin iki elim iki yakasında! 


Hatta yeni öneriler getirdim ankette, üç güne çıkarılsın dedim, dedim ki insanlar memleketlerinden de çalışabilsinler, ve içimden dedim ki, ben de kendimi İzmir’e şöyle bir iki hafta önceden atayım, toplantılara filan yazlığın terasından gireyim, dükkanı kapattım mı atayım kendimi denize, ve üstüne yapayım tatilimi… dedim vallahi. Yapabilir miyim? Ne bileyim ihtimali bile güzel…


Neyse ki şirketin Belçikalı yöneticileri karşı değil, lakin soruyorlar, Avrupa’da bunu uygulayan şirketler var mıymış ki biz yapalımmış. Şimdi fellik fellik emsal arıyorum. 


Japonlar? Japonlar, Avrupa’ya elli sene önce yatırım yaparken beni bir gün işe alacaklarını bilseler, bir daha düşünürlerdi:) 



2 Ekim 2023 Pazartesi

Ne okuyorum? Tam liste tam tavsiyelik

 Hadi bakalım ben kitaplarımdan en son ne zaman bahsettim? Halbuki ne çok okuyorum bu aralar aman nazarlar değmesin aman!


 Yaz başı elimde “İşin aslı, Judit ve sonrası” vardı. Ahu önermişti, çok keyifle okudum. Bana biri kitap önerdi mi öyle mutlu oluyorum ki, ben de herkese anlatmak istiyorum, ben de “siz de okuyun seversiniz” demek istiyorum.



Kitapta beni en çok yakalayan şey anlatım şekli oldu. Hep ikinci şahısa konuşur gibi anlatıyor, üç bölüm üç kişi üç başka kişiye üç başka bakış açısından anlatıyor, aynı hikayeyi. Farklı bir deneyimdi, Macar edebiyatını zaten çok severim, çok keyif alarak okudum. Bir aşk üçgeninden ziyade bir dönemin bir ülkede sıradan insanlar açısından yansımasıydı ve çok vurucuydu. 


Sonra ? Sonra tatile çıktık ve ben “Burası Radyo Şarampol”e başladım. Nasıl güzel bir kitapsındır sen? Sen nasıl yakalarsın kolumdan ve nasıl da anlatırsın tatlı tatlı… Çok kadın romanıydı, çok dönem romanıydı, çok ama çok sevdim bu kitabı. 


En çok Mine Ablayı sevdim.Aşkını anlatırken içtiği çaya benzetmesini. Ve Filiz tabii ki, ilk aşkının peşinden bir ömür geçirmesini, unutmadan. Ve insanın birden fazla hayatı olduğunu birbirine bağlamaktansa belki de ayırmak gerektiğini söylediği satırları, bunca ay geçti unutmadım. 


Sahi tek bir hayat yaşamak mümkün mü zaten? 


Ben Şükran Yiğit okumaya daha doğrusu dinlemeye “Ankara, mon amour” ile başlamıştım, “Çatı katı aşıkları” ile dinlemeye devam ettim lakin nedendir bilmem, okumak da istedim ve galiba iyi de ettim. “Burası Radyo Şarampol” okumak için çok iyi bir seçimmiş. Çok iyi geldi bana, itiraf edeyim biraz burktu sonlarda ama yok en azından gerçekti, gerçek bir hayata tanıklık etmişim gibi hissettirdi. Teşekkürler Şükran Yiğit, seninle ve şahane anlattığın hikayenle geçirdiğim tatil günlerim eşsizdi.


İspanya’da tatildeyken bir gün bir su parkına gittik. Malum iki ergeni ve bir İlkeri eğlemek için bundan daha iyi bir fikir olabilir miydi? Ben? Ben adrenalin sevmem. Denedim, yani önyargılı değilim, lakin adrenalin beni tüketiyor, hiç gerek yok. Eh bir şekilde birinin çantalara da bakması lazım pipililer ikiden üçe çıkmış, benim çimlerin üzerine yayılıp, kitap okumamdan daha faydalı bir su parkı aktivitesi ne olabilir? Evet acıkınca bira patates yapmak olabilir :)))


Radyo Şarampolü bitirmişim, ne okusam diye Kindle’a bakınıyorum, bir taraftan gözüm Instagramdaki en sevdiğim takip ettiklerimde ve ne okuduklarında…. Derken gözüme gönlüme bir kitap ilişti, Isabel Allende “Denizin uzun taçyaprağı” … Herkesler yazarın eski edebi tadını almışlardı, hem ikinci dünya savaşı hem İspanya iç savaşı hem de Şilinin yakın tarihine ışık tutuyordu, bundan iyisi Şam’da kayısı idi, ne yapmalıydı eh tabii ki okumalıydı. İtiraf ediyorum, benim İspanya bilgim pek sınırlıdır. Avrupa tarihini okuttular mı ki bilelim? ara sıra Arca’dan dinliyorum da, hala Roma İmpratorluğundalar yakın tarihe geçemedik, Henüz “Çanlar kimin için çalıyor”u da okumadığıma göre… 


Neyse… Roman madem İspanya iç savaşından başlıyor madem İspanyadayız, eh madem bütün gün benim, açtım wikipediayı tüm İspanya yakın tarihini okudum. Ne acılar… 


Denizin uzun taçyaprağı tamlaması Neruda’nın dilinden canım vatanı Şili’yi tanılıyor. 


İspanya iç savaşından başlayan bir hikayenin Neruda’nın gemisiyle Şili’ye gelen ve Şili’yi vatan bilen İspanyolları anlatıyor. Ve bu noktadan Şili’nin yakın tarihine ışık tutuyor. Ruhlar Evindeki gibi olağanüstü gerçeklik yok, var olan tek şey olsa olsa var olan gerçeklik. 


Nefis bir roman. Okuyun, benim gibi bir Isabel Allende hayranıysanız mutlaka okuyun!


Ve sonra “Akhillues’un Şarkısı” … Aman yarabbim nasıl da çekti beni içine nasıl da sevdim nasıl da sarıldım o oğlan çocuklarına …. Evvelden aynı yazarın Kirke’sini okumuştum, onda başka bir keyif vardı, hani hangisini önce okusam derseniz, Kirke derim. 


Ve sonra Türkiye’den kitaplarım geldi, yeayy! 


5 Seçim’i anlatmıştım. Hayattaki rollerimiz, her biri ayrı hayatlarımız için hedef belirleme, hedefe yönelik ilerleme vs… bence iyi yazılmış biraz fazla plaza ağzı ama yine de faydalı bir kitap. Uygulanabilirliği var.


“Bir kimya meselesi” çok keyifle okundu, itinayla tavsiye edildi hatta Duru’ya teslim edildi. Yürek burkan bir hikayeden bu kadar feminizm nasıl çıkar? Çıktı hem de nasıl çıktı. Amerika, 1960’lar, bir kimyager, bir bilim insanından bir televizyon yıldızının çıkışı ve mizahla kotarılmış şahane bir roman. Tam bir yaz romanı, kafa dağıtmalık, ama asla küçümsenmeyecek bir roman.



Üstüne Behice’nin yarım kalmış işlerine daldım. Bunca acı nasıl güzel nasıl ince bir mizahla anlatılmış, nasıl da sarılası geliyor insanın Ayşe Püren’e… Her fırsatta elime aldım, her fırsatta okudum, çok ama çok içten bir yeniden hayata başlama hikayesiydi.


Bu aralar kitaplardan yana nasıl da şanslıyım, nasıl da iyi geldi her biri … 


İstedim ki, “ne okusam” diye düşünüyorsanız belki bu tavsiyeler işinize yarar…


Şimdi ne mi okuyorum? “Arıların uğultusu” yine yeni çıkanlardan ve yine tavsiyelerinde her zaman isabet ettirenlerden bir tavsiye.. Bir de tabii yürüyüşlerimde dinlediğim “Kalk yerine yat” var. Kısa kısa öyküler, Şermin tatlılığında. Dinlemesi keyifli.


Peki siz ne okuyorsunuz?

1 Ekim 2023 Pazar

Yürümenin felsefesi

 Akıllı saatimden bildirim geliyor, bakıyorum, “eylül ayında çok sayıda yürüyüş antrenmanı yaptınız, bu ay hedefiniz….” Diyen bir bildirim. Tam da pazar yürüyüşüme çıkmadan hemen önce geliyor, gülümsüyorum. Doğru, havaların iyi gitmesiyle ne zaman fırsat bulsam attım kendimi dışarı, sabah altıda, evden çalıştığım günler öğle tatilinde, hafta sonu ne vakit müsaitse… 


Bir sabah 06:00 civarı yürüyüşünden

Yürümenin felsefesi diye bir kitap okumuştum, aklında ne kaldı dersen, bilemiyorum galiba büyük büyük adamların ha boyna yürümesi :)) ama o kitabı okurken çokça yürüdüğümü ve hatta bir roman yazma denemelerime denk gelen bu yürüyüşlerimde birkaç bölümü yürürken kafamda yazdığımı hatırlıyorum. Sonra sadece eve dönüp bilgisayara aktarmak kalmıştı. 


Bazen kitap dinlediğim oluyor yürürken ama bugün değil.



Bugün şehrin sesini dinliyorum, neredeyse çıt yok, nerede bu insanlar sorusuna cevabımı evin bir kilometre kadar uzağındaki parka girdiğimde buluyorum, buradalar! 


Parkta bir banka ilişir veya büfesinden bir bira kapar da masasında oturur kitabımı okurum diye, giriş yaptığım park beni şaşırtıyor. Mahalle buraya akmış. Leş gibi izci gruplar, çimlere yayılmış öpüşen çiftler, bir bankta dip dibe oturmuş paralel kitap okuyanlar, köpeklerini gezdirenler, pusetlerini ittirenler, sen ben bütün mahalle, bakmış ki hava nefis, bakmış ki güneş var, atmış kendini parka. Bir ben geç kalmışım. İnanır mısın oturacak bank bulamadım, döndüm geldim eve, açarım biramı, çökerim terasa hafiften esen rüzgara veririm yüzümü, kah yazarım kah okurum dedim.


Hem kafama kestane düşmesi tehlikesi de yok :)))



30 Eylül 2023 Cumartesi

Eylül

 Nasıl da geçti geçiverdi…

Çorbacıgillerde eylül, evvela okul telaşı, Canım muhteşem kadınlarımızın voleybol maçları, üzerine Duru’nun ve arkadaşının ziyareti, ve sonrasında Nadire ablanın da gelmesiyle epey hareketli geçti diyebilirim.


Mahallede yürüyüş - sonbahar 🍂 ufaktan hissediliyor

Ev kalabalık oldu mu neşe, sohbet eksik olmuyor. Zihinler hep ne yapalım, ne pişirelim, ne içelim etrafında epey işliyor. Daha Nadire abla bizdeyken iş seyahati için Prag’a gittiğimden evin düzenine el atmak ancak bugüne nasip oldu. 


Çalışma odası airbnb odasından eski haline dönüştürüldü, an itibariyle kitaplığımın yanındaki canım koltuğumdan yazıyorum. 


Dolaplar hafiften sonbahara dönen havalara göre düzenlendi. Makine makine çamaşır yıkandı. Akşamın rakı sofrası için ciğer böbrek ekmek alışverişleri yapıldı. 


Geceden yağan yağmur taç yapraklarına havuz yapmış 

İlker bu hafta doktora gidecek, kanımca kendisine yasaklanacağını hissettiği tüm gıdalarla jübile yapma derdinde. Evet sindirim sistemi alarm veriyor, elim kalbimde.


O, bütün yaz pek dikkat etmediğimiz yemeklere bağlarken ben stres ve sıkıntının da payı olduğunu düşünüyorum. Bilmiyorum, bilmiyorum, sadece elim kalbimde. 


Elim ayrıca vatandaşlık başvurumuzun haftaya sonuçlanmasını beklediğimiz için de kalbimde. Neden bilmiyorum, ama öyle.


Bugün İlker’le ilk öğünümüzü hazırlarken sohbet ediyorduk. Kısa süreli seyahatlerle şöyle bir havası değişiveren annemler için, ne iyi yapıyorlar diyorduk. Neşeleri yerine gelmişti, İstanbula adalara gideceklerdi. Tebdil-i mekanda ferahlık vardı, vardı da, acaba dönmelerini müteakip kaç gün daha yetecekti o ferahlık onlara? Hadi sonra biraz annem memleketine gidecek, babam yazlıkta takılacak, belki vize aldılar mı, bir yurtdışı yapacaklar… Peki. Peki ama bu ferahlıkların raf ömrü ne kadar olacaktı? 


Huzur, neşe insanın içinde değil miydi? İnsan kendi içinde dünyayla barışık olmadıktan sonra dünyayı gezse ne kıymet?




Kıymet sağlıkta bacım, sağlıkta. Huzur da neşe de enerji de sağlıkla geliyor. Şimdi benim gündemim bu ya, bir rahatlık gelsin sağlıkla, o zaman neşeme de huzuruma da geri döneceğim, varsın başka dertlerle uğraşıverelim, hayat böyle işte, hep mücadele, elim hep kalbimde.



24 Eylül 2023 Pazar

NA :)

 Yirmi derece rüzgarlı fakat güneşli bir pazar öğleden sonra.

Saatler 15:26’yı gösteriyor. Yer Brüksel’in kuzeydoğu sınırına yakın bir mahallesi, sakin yeşil ve sessiz. 


Elli faktör güneş kremimi yüzüme boca etmişim, az önce makinadan çıkardığım çarşaflarımı güneşe sermiş, kitabımı okurken terasta ayaklarımı uzatmış, biramı yudumluyorum. Yetmişine merdiven dayamış yan komşularımla selamlaşıyoruz, Belçikalıların ayçiçekleri gibi güneşe dönen yüzlerindeki aynı ifadeyi paylaşıyoruz, aman yarabbi Belçikalılaşıyor muyum? 



Asimile olmayı nasıl da isterdim. “Français? Nederlands?” Diye hangi dille konuşacağımız konusunda anlaşma sorusuna lütfenden ve de hafiften de utanarak English please… dememeyi nasıl isterdim. İlker pratik yapmak istiyor diye, futbol velileri masasında yavaş yavaş Flamanca konuşan velileri kelime yakalarım diye sanki anlıyormuşum gibi can kulağıyla dinlemeden de sohbete dahil olabilmeyi. 


Bitmek bilmez Flamanca öğrenme sürecimi , her eylül yeni hedeflerle ve fakat bebek adımlarıyla kat edemediğim sefilliğimi…. İyi de ingilizceyle hallediyorum Brükselde, iyi de göt kadar ülkenin üç dilinden hangisini öğreneyim allahsızlar… türünden mesnetsiz bahanelerle dil bilmezliğime ne çok küfrettiğimi… bir ben bilirim bir de dünya alem. 


Ama soğuk öğle birası ve yirmi derecede güneşlenilen pazar öğlenden sonralarım tam bir Belçikalı ve sadece bu kültür adaptasyonu için bile vatandaşlığı hak ediyorum. 


Henüz hak etmedim ama - yaram var ki gocunuyorum - hiçbir dili bilmeden ve fakat beş yıl kesintisiz vergi ödeyerek vatandaşlığı hak eden arkadaşıma bir başkasının - ki kendisi masterı burada yapmış ve bir Belçikalı ile evli olmaktan dolayı iki dili de bilen bir Rus -   “Hiçbir dili bilmeden nasıl vatandaş oldun anlamıyorum” şeklinde yargı bildirimi yapmasına (bunu bir Belçikalı söylemiyor dikkatinizi çekerim) dalacaktım! Çok affedersin ama bu adamın vatandaşlığı hak etmesine sen mi karar vereceksin sen mi yargılayacaksın diye dalacaktım ki bilirsiniz dalarım! Arkadaşımın “evet objektif olarak dil bilme kriterine bakmaları gerekirdi, bakmadılar ve verdiler” diye efendice omuz silkmesi ile dalmama gerek kalmadı. 


Fark ettim ki , o Rus’un o dilleri bilmeye ihtiyaç duyarken (entegre olması kocasının belçikalı olması vs…) benim arkadaşımın dil öğrenme zahmetine girmeden aynı haklara erişmesi içine oturmuştu. O noktadan bakınca büyüklendiğini farz etmek yerine eziklendiği gerçeğiyle avunmak, bana zalimce bir zevk verdi. tebessüm ettiren bir farkındalık yaşadım!


Neyse ne diyecektim… Ben bir silkelendim bir fark ettim, ne yapıyoruz ne yapıyorum diye… Kaç gündür içimi yiyen mutsuzluğumun bir kısmı muhteremin sağlık sıkıntıları olmasının yanında ve sebebiyle buralarda ne yaptığımızı sorgulamaktı. Göçmenlikteki altıncı yılı doldurup tam anlamıyla entegre olamamış her makul insanın geldiği noktadaydım, “doğru mu yaptık?” 


Arca açısından bakarsak, cevap netti, evet! Benim açımdan bakarsak, on dört yıllık kıdemimle bir türlü ilerleyemediğim Türkiye’deki kurumsal bir Alman şirketinde ne uzayıp ne kısalacağımdan emin olduğumuz noktadan bugünkü kariyerime bakarsak da evet! İlker açısından bakarsak, hayır. Bir gün olsun şikayet etmeyen muhteremin mutsuzluğu sağlığından çıkabilir miydi? Bunca yıl üretmiş insan, pandeminin etkisiyle de hedeflediğimizin çok daha gerisinde miydi? Maalesef. Muhterem mutfakta olmanın ötesinde potansiyele sahip miydi? Evet! 


Tam bu zamanda yıllardır görüşemediğimiz NA çıktı geldi. 


NA, Nadire abla, canım Nadire abla.


Arca’nın biricik Ümit teyzesi torununa bakmak için Arca 2 yaşındayken ayrıldığında yine onun arkadaşı olmak referansıyla bakıcı mertebesinin en üst seviyesindeki - bizimle çalışmaya tamam dediğinde İlkerle birbirimize bakıp “too good to be true” diyerek bize ve Arcaya mucizevi dört beş yıl yaşatan Nadire abla. 


Bana “tebessüm ettiren farkındalıkların çok olsun” gibi cümlelerle mesajlar atan Nadire abla. “Ne zamandır sebze yemediniz” diye gelirken bir kilo ıspanak alıp pişiriveren, Arca’ya okuma yazmayı dört buçuk yaşında öğreten, akşam üstü benden önce eve gelen İlkerle tatlı tatlı sohbet ettiği için kıskançlığımı saklayamadığım Nadire abla. 


Bizden sonra baktığı kız çocuğu büyümüş Amsterdamda üniversiteye başlayacak diye buralara onu yerleştirmeye gelip InterRail ile bir aylığına Avrupa’yı gezmeye karar verdiğini bize bildirince ve Brüksel’de bir bira içeriz deyince, şiddetle karşı çıktığımız, Airbnbsini iptal ettirip Belçikada geçireceği birkaç gün için bizim evin misafir odasını teklif ettiğimiz Nadire ablamızlayız. 


Dün akşam yemekten maç sebebiyle erken ayrılan Arca ve İlkeri uğurlayıp, bir şişe şarabımızla uzun uzun sohbet ettik. Hava şurup, şarap nefis, sohbet boğazda düğümlüydü. Döküldük birbirimize. Pandemiyi, çok sevdiği eşini kaybedişini, buraları, halimizi, hallerimizi…. Cevabı verdi, “iyi yaptınız!” Dedi, ne yapacaktınız, gelecektiniz tabi!” “Yapacaksınız beraber halledeceksiniz, ne var” dedi. Dedi de dedi


.


Mücadelenin kitabını yazmada eline kimsenin su dökemeyeceği bu kadın, altmışına yaklaşırken her şeyi geride bırakıp gençlik hayali olan trenle tek başına Avrupayı gezmeye gelmişti. Parasının ve keyfinin yettiği yere kadar, burdan Parise oradan Barcelonaya, İtalyaya Avusturyaya Macaristana geçecek, sıkıldığı yerden trene binip ya da uçağa, memlekete geri dönecekti. 


Yeni yerler görmek, evet ama derdi aslında yeni şeyler öğrenmekti, yepyeni insanlar, şehirler, yeni şeyler, ve yeni farkındalıklar…


Neredeyse on yıl önce bir whatsapp mesajında dediği gibi, “tebessüm ettiren farkındalıklar” ;)