28 Nisan 2024 Pazar

Shakespeare & Company. Before Sunset. Paris.

 Paris kaçamağı sonrası iki seksen yatıyorum. Üşüttüm mü, tıkış tepiş metrolarında mikrop kaptım ne oldu bilmiyorum. Yatıyorum derken gerçekten de an itibariyle yorganın altından bildiriyorum. 

Bugün yaptığım tek aktivite evin inşaatına bakmak (evet tuğlalar bitti, çatı kapanmak üzere yeay!), meyveli smoothie yapmak ve muhteremin hazırladığı sandviçlere domates dilimlemekti. Sonra hep uyudum, bütün pazar uyudum. Şimdi de muhterem kocamın mutfakta yemek yaparken çıkardığı sesleri, mırıldandığı şarkıları dinliyorum. Arca’nın kapalı kapısının ardından kahkahaları duyuluyor, muhtemelen yine bir online PS oyunu var. İlker’e salata yapmayı teklif ettim ama galiba mikrobumu evin ahalisine bulaştıracağımdan korkuyor, yataktan çıkmamı yasakladı. Evin covid tecrübelisi Arca diş etlerimin ağrımasını covide bağladı bense şefkate en çok ihtiyaç duyduğum bu dakikalarda mutfak yasağını aşka bağlamayı uygun buluyorum. 


Aşk demişken….


Hani çiftlerin ortak tutkularının ilişkilerinin ömrüne faydasından bahsetmiştim. (Ben bahsettim ama siz daha okumadınız, çünkü Paris fotoğraflarını koyabilme enerjisi bulduğumda yayınlayacağım o yazıyı) 


Ortak tutku evet mühim ama bir de birbirinin tutkularına saygı ve ilgi var. 


Muhterem kocam maç izlemeyi çok sever, sadece futbol değil ama futbol tabii ki bir tutku onda. Maç akşamları yemeği ben hazırlarım, kural demeyelim de, gelenek oldu gibi. O akşam maç varsa, ne yiyeceğimiz, ne zaman yiyeceğimiz, mutfakta mı yoksa salonda mı yiyeceğimiz önceden konuşulur. Bu hafta sonu, FB derbisine apero tabağını denk getirdim, ki muhterem kocam şarabını içerken koltuğundan kalkmadan maç keyfi yapabilsin. 


Bense, cam kenarındaki arka koltuğa yerleştim. Paris etkisi henüz üzerimdeyken bir Paris filmi izlemek istedim. Bizim gibi sokaklarında yürüyen bir çiftin filmini; “Before Sunset”. Üçlemenin açık ara en sevdiğim filmidir. 



Filmin ilk sahnesi bir kitapçıda başlar. Jesse’nin kitabının turnesinde son durak Paris ve mekan Shakespeare & Company’dir. Jesse, Celine ile dokuz yıl sonra o kitapçıda karşılaşır, kitapçı hakkında konuşurlar, Paris’te yaşamakta olan Celine’nin en sevdiği kitapçıdır, saatlerce oturup okuyabildiğin o kitapçılardan. Yirmi yıl önce de kitap ve kitapçı tutkunuydum ve bu sahneyi izlediğimde, o kitapçıya mutlaka gitmeye karar vermiştim. 


İçinizi ısıtan türden bir hikayesi var buranın. Bugün Notre Dame’ın hemen çaprazında yer alan Shakespeare and Company, aslında Ernest Hemingway’in 1920’li yıllarda Paristeki günlerini yazdığı “A Moveable Feast” kitabındaki Shakespeare and Company değil. 1919 yılında Sylvia Beach adlı bir Amerikalı Luxemburg bahçelerininin yakınında açtığı bir kitabevi. O kitabevinin özelliği genç yazarları desteklemesi, onlara kalacak yer ve kitapları okumalarına izin vermesi. 


Bugünkü kitapçıda özel rafları bulunan “Lost Generation” kalıbının mimarları; Ernest Hemingway, F. Scott Fitzgerald, James Joyce, Gertrude Stein, Samuel Beckett, T.S Eliot, Ezra Pound bu kitabevinin müdavimleriydiler. Öyle ki, hepsinin kişisel mektupları bu kitabevine gelirdi ve birbirleri ile burada buluşurlardı. Sylvia Beach, kimse basmazken Ulyssesi basmış mesela, edebiyata katkılarının büyüklüğüne bakar mısınız?


İkinci dünya savaşı işgali sırasında kitapçı kapanıyor ama sonra 1951’de George Whitman bugünkü mekanı açıyor, Sylvia ölünce de kitapçının adı, anısını yaşatmak üzere Shakespeare & Company oluyor. Felsefe aynı ve günümüze kadar sürdürülüyor. 


Paris’teki ilk günümüzde kitapçının önündeki sırayı görünce tüm o, içeride oturup kitapları karıştıracağım, saatlerin nasıl geçtiğini anlamayacağım ve kitap kokusuyla sarhoş olacağım hayalleri de suya düştü. Turistik bir müzeye dönüşmüştü kitapçı, vazgeçtim ve hatta unuttum. 


Son günümüzde yola erken çıkmaya karar verdik. İki sebebi vardı: 1-bir aydır aşil tendomundan sakat kocamı deliler gibi Paris sokaklarında yürütmüştüm, pertimiz çıkmıştı ve benim yüzümden futbol sahalarından bir süre daha uzak kalacak olması vicdanımı inceden sızlatıyordu. 2- Eve GS maçından önce varmak istiyorduk, Paris trafiğinden ne kadar hızlı çıkarsak o kadar iyiydi.


İlker kitapçıyı bir daha denemeyi önerdi, ben şiddetle karşı çıktım. Kitapçı filmlerde gördüğüm büyülü haliyle kalsa daha iyi olacaktı. Öğle yemeğimizi yedik ve sokaklarda yürüyerek arabayı park ettiğimiz otoparka yollandık. Daha doğrusu ben öyle sanıyordum. Meğer muhterem kocam beni sokak aralarından kitapçıya çıkarıyormuş. “Hay allah bak geldik eh girelim bari” dedi. Sıra çok daha kısa olunca hayır diyemedim, içimde deli gibi bir merak. 

Aman eksik kalmadım, girerken fotoğrafımı çektirdim 💕


Bu arada söyleyeyim, İlker asla kitap okumaz. Edebiyata merakı kitaplardan uyarlanmış filmlerle sınırlıdır. Buraya sadece ve sadece benim için girdiğini söyleyebilirim. Nitekim oturdu, telefonuna baktı ben gezerken. Bir ara kalkıp yemek kitaplarını inceledi. 


Sen nasıl buldun diyecek olursan… Omuz omuza kalabalık, rafların önünde kitaplara bakmaya çalışırken sürekli dirsek yemek, o kalabalıkta - fantezileri miydi bilmiyorum ama - deli gibi öpüşen genç çiftin sağından solundan geçmeye çalışmak… 


Jesse ile Celine’ni bir araya getiren kitapçının zihnimde idealleştirdiğim büyüsü, bu ziyaretten sonra başka bir şeye dönüştü. Birlikte bir tutkuyu paylaşmasa bile birbirlerinin tutkularına saygı duyan insanların aralarındaki o bağa. 


Unutmadan, evet Paris trafiğine ve kitapçı tantanasına rağmen GS maçına yetiştik ve devre arasına meşhur domates soslu makarnamı yetiştirebildim. 











20 Nisan 2024 Cumartesi

Dumur diyalog #175

 En son diyalog serisinde nerde kalmışız diye bakarken birkaç senelik diyalog okudum, çok eğlenceli ya. Ayrıca fark ettim ki, Arca büyüdükçe dumur diyaloglar seyrelmiş. Ya artık şaşırmıyoruz, dumur olmuyoruz ya da on beş yaşının tüm olgunluğu (!) ve örselenmişliği ile artık dumur etmiyor.

Diyecekken yine bizi koparmayı başardı.

Bir kıskançlık mı desem hani oidipus sendromuna mı bağlasam bilemiyorum ama Arca benimle muhterem kocamın muhabbetine acayip gıcık oluyor. Neymiş efendim ben onun esprilerine gülmüyormuşum ama babası saçma bir espri yapsa hemen kahkaha!

Yine bir gün İlker’in dediği bir şeye güldüm, yapıştırdı lafı; “Anne sen bir Karagümrük bir Ankaragücü’sün!”


Ben tabii mavi ekrana bağladım. Meğer Fenerbahçe’nin yancısymış bu takımlar. Dolayısıyla ben de İlkerin yancısı oluyormuşum. Benim evde bir Karagümrük olmadığım kaldıydı, onu da oldum çok şükür.


Benden pek haz etmiyor bu aralar. Zira ben, okulun gezisi Paris’te diye, aynı günlerde Paris’te kaçamak yapmak için babasını ikna eden, bunu da sırf gezi sırasında Arca’yı rahatsız etmek için yapan bir Karagümrükmüşüm. Hiç de bile değil. Paris’e bir kerecik de kocamla baş başa gideyim istedim, o ergen velediyle işim olmaz. 


Neyse biz otelimizi filan ayarladık mis gibi. Derken okuldan bunların gezi programı gelmiş. Tesadüf bu ya (vallahi tesadüf), otelleri bizimkinin yakınında. Koca Paris’te aynı semtte kalacağız. İlker durur mu yemiş bizimkini,


İ: Arca var ya, annene otelinizin yakında olduğunu söylersek, her dakika damlar, el sallar, gelir öper seni.

A; Hadi be! E söylemeyelim o zaman, bilmesin!

İ: Kusura bakma ben söylerim, annenden hiçbir şey saklayamam.

A: saklamış olmayacaksın ki, sadece söylemeyi atlayacaksın. Baba ya vallahi gelir öper.


10 Nisan 2024 Çarşamba

“One of many”

Martiniçkalarımı çıkardım astım. Leylek mi gördün dersen, yok görmedim, ama sürü halinde bir kuş grubu üzerimden geçti, tamam dedim zamanıdır. 


Martiniçkamı gören Romanyalı bir abimiz anlattı, Romanyada martiniçkalar erkekler tarafından beğendikleri kızlara takılırmış, bir tür güzellik-beğenilme statü ifadesi gibi. Paganlıktan gelme bir adet. Bizim Hıdrellezi anlattık, sonra Afsaneh İran’da çok önemli bayram olan Nevruz’u nasıl kutladıklarından bahsetti. Türkiye’de Kürtlerin kutlamalarından farklı ritüelleri var sanırım, sofralarına yiyecekler, çiçekler, yumurta ayna ve nazar boncuğu koyuyorlarmış. Aşağıdaki Afsaneh’nin sofrası mesela.


Marteniçka iplerimden Elena’ya da takmıştık. Ruslarda yokmuş bu adet, ama o da benim gibi, dilek dilenecekse var olan adetleri benimseyebiliyor. Dileği yerine geldi. Terfi ve Belçika dışında bir pozisyonla biraz hayat değişikliği dileğindeydi, vallahi oldu. Darısı benim dileklerimin başına. 

Elena’nın gitmesi, Piotr evladımızın işe başlaması gibi değişimlerin arkası kesilmedi ve Elena’nın yerine Elif geliyor ekibe yuppiii! Artık departmanda üç Türk olacağız. 

Ve de kadın çoğunluğunu da muhafaza edeceğiz. Bak bu mühim. 

Kadınlarla çalışmak çok güzel. Bana mı denk geldi bilmiyorum ama benim kadın çalışma arkadaşlarım hep çok azimli, çalışkan, akıllı, çözüm odaklı, yaratıcı oldu. Hem gençken Türkiye’deki bana örnek olan benden birkaç yaş büyük mühendis kadınlar, hem de burada şimdi benden çok daha genç ya da yaşlı her milletten kadınlar.

Terfi ettiğimde, Elena “bir kadının terfi etmesine çok sevinmiyorum, burada çok kolay değil gibi” demişti, ondaki azim ve istek, tabii ki yolu önü açıldı. Bir konuda haklıydı.

Bizim şirkette kadın departman yöneticileri, orta kademe kadın müdürler bulunuyor ama yönetim kurulunda sadece bir tane kadın var. 

Geçenlerde üst yönetim toplantılarından birinde sunum yapmam gerekti, hiç kadın yoktu. Benim o toplantıdaki tek kadın olmamın ya da benzer şekilde üniversitedeki son sınıfımda tek kız öğrenci olmamın, ailedeki tek mühendis kadın olmamın, iyi bir tarafı yok. Çok olmamızın, çoğalmamızın hepimize faydası var, tabii iş dünyasına da. 




6 Nisan 2024 Cumartesi

3N 1 ben Nisana girerken

Ben bu “ne yapıyorum” “ne okuyorum” “ne izliyorum” üçlemesini okuyanlar için mi yoksa kendim için mi yazıyorum bilmiyorum. Ara sıra dönüp de o vakitler hayatı nasıl geçiriyormuşum diye bakmak hoşuma gidiyor.

Neler yapıyorsun Yeliz diye soracak olursan, sabah Zeynep’e verdiğim cevabı vereyim; “biz aynı, her gün evin inşaatına gidip kaç tuğla koymuşlar diye sayıyoruz”. 

Altı ay kadar önce oturduğumuz dairenin satılığa çıktığını söylemişimdir. Her hafta gelen giden oluyor, artık kanka olduğumuz emlakçıdan İlkerin öğrendiğine göre teklifler de varmış, ama henüz satıldığı bilgisi gelmedi. Aman gelmesin, ben ziyaretlerden önce tütsüler, büyüler yapıyorum, evi biraz kötülüyorum filan. Ne kadar geç satılırsa o kadar iyi, ki burdan direkt kendi evimize geçebilelim. Bana sorarsan iki ay daha satılmazsa yırtarız. Zira bizim evin inşaatı devam. 

Bu evlerin satılması, yapılması vesaire gibi uzun süreçler bize garip geliyor. Mesela işte verilen tekliflere 1 ay içinde cevap verilmesi, anlaşılırsa işlemlerin 3 ay kadar sürmesi, evi boşaltma zorunluluğunun 6 aydan başlaması filan. Türkiye’de git tapuya yarın taşın filan… 

Yavaş süreçlere alışmak … hala yapabildiğim bir şey değil.

Başka ne yapıyorsun diye soracak olursan, her gün ofise gidiyorum çünkü yeni bir arkadaş başladı ekipte, yalnız bırakmak istemiyorum. Nasıl genç bir bilsen. 25 yaşında daha. Bu kuşağın 25’i bizim kuşağın 15’i gibi. Ben 25 yaşında evliydim bile. Bu daha anasının evinden Polonya’dan kalmış gelmiş. Bazen karşımda Arca varmış gibi geliyor. Yakında evladım demeye başlayacağım :)) Ki pratikte erkenden çocuk yapaydım pek ala benim çocuğum da bu yaşta olabilirdi. 

Yok yok bu yazıyı  “yaşlandığını nasıl anlarsın” serisine dönüştürmeyeceğim, korkmayın.

Bu hafta sonu Belçika’da hava sıcaklıklarının yirmi derecenin üzerine çıkacağı haberi haftanın başından beri en önemli gündem maddesi. Brüksel’de güneşe yüzünü verirken içkini yudumlayacağın teraslar önerisi, en iyi açık hava aktivite listesi ve daha niceleri sosyal medyayı meşgul ediyor. 

Bense hava koşullarından bağımsız hemen her gün yaptığım gibi, sabah yürüyüşü bahanesiyle fırına gittim. Tüm kiraz ağaçları açmış, çiçeklerin renkleri güneş ışığıyla daha da parlamış. Van Gogh için Hollanda’dan Fransa’ya sırf güneşin ışığını yakalamak için taşındığını söylerler, haksız sayılmaz. Güneş ışığıyla yıkadığı her şeyi muhteşem bir renge dönüştürüyor. 


Hiç içimden Brüksel’in hınca hınç olacağını tahmin ettiğim cafelerinde oturmak gelmiyor. Geçtiğimiz hafta resmen üzerimden geçti. Bizim terası elden geçirip öğleden sonramı terasta okuyarak ya da Flamanca çalışarak geçirmeyi planlıyorum. 



Demişken … Neler okuyorum? 

Bitmeyecek Öykü. 

Masalsı bir fantastik. Okumadıysanız, hiç öyle çocuk kitabıdır demeyin okuyun, içine alıp götüren nefis bir kitap. 

Yürürken ya da araba kullanırken dinlediğim “Japonların kadim beslenme sırrı” da ilginç. Tek öğün yemenin, tam doymadan sofradan kalkmanın, aç kalmanın ne kadar sağlıklı olduğunu anlatıyor. Tıbbi araştırmalar ne kadar doğru olduğunu kanıtlasa da uygulanabilirliğine katkı sağlamıyor maalesef. Bakalım belki kitap bittiğinde fikirlerim değişir.

Bundan evvel, Sinem Sal’ın “bizim zamanımız” kitabını dinlemiştim. Eğlenceli bir kitaptı. İncelikli espiriler, hızlıca akıp giden bir hikaye. Sinem Sal’ı Behice’nin Yarım kalan işleri ile tanımıştım, bu kitabını da çok sevdim. Yaz gelirken iyi gider, önermeden geçmeyeyim.

Neler izliyorum? 

Netflix’ten üç cisim problemini son bölümünde dün akşam uyuyakalmam pek iyiye alamet değil. Hani güzel dizi de beni öyle deliler gibi merak ettirmedi. 

Çarşamba gelse de, çayımı koyup izlesem dediğim Bahar tabii ki şahane. (Benim için Çarşamba zira youtube’tan izliyorum) 

Gibi’nin yeni sezonu gelmiş, hafta sonu ona saralım bari. 

İşte benden bu kadar … E siz neler yapıyorsunuz bakalım? Bayram telaşları tatiller? Haftaya hayat memleketimde başka türlü akacak hadi bakalım. 

(Bu yazıyı yazarken öyle uzatmışım ki, içinden iki yazı daha çıktı. Önümüzdeki günlerde düşer bloga hadi bana eyvallah)