2 Mayıs 2024 Perşembe

Mayıslar bizim

 Bugün doğum günümü kutlamayı reddediyorum. Hayır 46 yaşına bugün girmeyeceğim, haftaya İlker’in doğum gününde birlikte gireriz 46 kaçmıyor ya! Mayıslar bizim !

Evet bunları dedim hatta videoyla kayıt altına alındı ve utanmadım instagramda paylaştım. O videodaki halim içler acısı ve um-rum-da bile değil. 


Mutsuz huysuz ve de tatsız. İnsan doğum gününde sabaha karşı üst solunum yolları şikayetleriyle uyanır ve yağmurun sesinden bir daha uykuya dalamazsa, mutsuz da olur huysuz da tatsız da… 


Hasta olmam yetmezmiş gibi biricik evladımın dört yirmilik dişini birden çektiler, mutsuzlar birken ikiye çıktı. Bir de tatil, bir de hava mis! Lanetlerden bir demet.


Daha da kötüsü, pasta almaya çıktık, gittim çilekli tart aldım, salaksın Yeliz çocuk tartı nasıl yesin! Katır kutur tart mı yiyecek ağzındaki dikişlerle. Annelik vicdan muhasebesi vol.23987428937658946 . Kumaşında olmayınca analık olmuyor, olmayınca olmuyor. 


Ay şiştim! 


Günün ortasında gittim yattım. İşe yaramadı, mum üfleyip pasta kestim, pardon tart! 


Sonra sonra telefonuma gelen onlarca mesajı okudum, canlarımla uzun telefon sohbetleri yaptım, bir de üzerine Bahar dizisinin son bölümünü izledim de kendime geldim. 


Günün kapanışını sinüzit hapı ve papatya çayımla yapmadan önce adet olduğu üzere doğum günü yazısı yazmaya niyet ettim, işte geldim burdayım! 


Sabaha karşı uyandığımda iki şey yaptım;

1-günlüklerimi ve blog yazılarımı okudum, hep 1 Mayısları tabii ki… 

2- Kitabımı bitirdim: Bitmeyecek öykü. “Ama bu başka bir öykü başka zaman anlatılmalı”


Blog yazılarım son 16 yılımın doğum günleri. Hani hayatımın gözümün önünden film şeridi gibi… tövbe!


2008’de İzmir’e taşındığımızda yazmaya başlamıştım bu blogu, o yıl İlker ve ellerinde çiçeklerden bahsetmişim. Bir yıl sonra Arca hayatımıza girmiş, ve günün anlam ve önemine istinaden emekçi memeler gündemdeymiş. Otuzlarımda birer ikişer ilerlerken ne kadar da kalabalık bir arkadaş grubumuz ve sosyal hayatımız olduğunu fark ediyorum. Yaş 33’ü gösterdiğinde yine Arca gündemde bu defa ameliyattan yırtması geniş kitlelerce kutlanmış. Aydınlanmanın başladığı 35 ila 37 .. Yıllar içinde kendimi bulmuşum, bol sorgulamışım, zorlamış zorlanmışım, hayatımın en zor yaşı olarak tarihe geçecek iki yaştan biri 44 ise (terapiler analizler sancılar) diğeri 39… eşik işte, dünyam değişmiş. İnanılmaz uzak geliyor bir o kadar da taze. Hey gidi son yedi senem. 


Çocukluğumun baharlarında ilkokuldan eve dönerken sürekli oyalandığımı hatırlıyorum. Annem meraktan çatlardı. Her şeye durur bakardım. Bakkaldan patlamış mısır alıp yol üstündeki kümesin tavuklarına atar öylece bakardım nasıl yiyecekler diye. Sokak aralarında bu kadar apartman yoktu, hala tek ya da iki katlı evler vardı ve bahçelerinde leylaklar. Bahçe duvarlarına tırmanıp anneme leylak kopardığımı hatırlıyorum.


Artık koparmıyorum, ve hayatım da tümden değişti elbet ama değişmeyen ve hiç değişmeyecek bazı şeyler var, bir leylağı dalından koklamak için yolunu değiştiren kız çocuğu gibi. 

(Leylak dalı bloguna selam olsun)

Bu leylak da Paris sokaklarından




28 Nisan 2024 Pazar

Shakespeare & Company. Before Sunset. Paris.

 Paris kaçamağı sonrası iki seksen yatıyorum. Üşüttüm mü, tıkış tepiş metrolarında mikrop kaptım ne oldu bilmiyorum. Yatıyorum derken gerçekten de an itibariyle yorganın altından bildiriyorum. 

Bugün yaptığım tek aktivite evin inşaatına bakmak (evet tuğlalar bitti, çatı kapanmak üzere yeay!), meyveli smoothie yapmak ve muhteremin hazırladığı sandviçlere domates dilimlemekti. Sonra hep uyudum, bütün pazar uyudum. Şimdi de muhterem kocamın mutfakta yemek yaparken çıkardığı sesleri, mırıldandığı şarkıları dinliyorum. Arca’nın kapalı kapısının ardından kahkahaları duyuluyor, muhtemelen yine bir online PS oyunu var. İlker’e salata yapmayı teklif ettim ama galiba mikrobumu evin ahalisine bulaştıracağımdan korkuyor, yataktan çıkmamı yasakladı. Evin covid tecrübelisi Arca diş etlerimin ağrımasını covide bağladı bense şefkate en çok ihtiyaç duyduğum bu dakikalarda mutfak yasağını aşka bağlamayı uygun buluyorum. 


Aşk demişken….


Hani çiftlerin ortak tutkularının ilişkilerinin ömrüne faydasından bahsetmiştim. (Ben bahsettim ama siz daha okumadınız, çünkü Paris fotoğraflarını koyabilme enerjisi bulduğumda yayınlayacağım o yazıyı) 


Ortak tutku evet mühim ama bir de birbirinin tutkularına saygı ve ilgi var. 


Muhterem kocam maç izlemeyi çok sever, sadece futbol değil ama futbol tabii ki bir tutku onda. Maç akşamları yemeği ben hazırlarım, kural demeyelim de, gelenek oldu gibi. O akşam maç varsa, ne yiyeceğimiz, ne zaman yiyeceğimiz, mutfakta mı yoksa salonda mı yiyeceğimiz önceden konuşulur. Bu hafta sonu, FB derbisine apero tabağını denk getirdim, ki muhterem kocam şarabını içerken koltuğundan kalkmadan maç keyfi yapabilsin. 


Bense, cam kenarındaki arka koltuğa yerleştim. Paris etkisi henüz üzerimdeyken bir Paris filmi izlemek istedim. Bizim gibi sokaklarında yürüyen bir çiftin filmini; “Before Sunset”. Üçlemenin açık ara en sevdiğim filmidir. 



Filmin ilk sahnesi bir kitapçıda başlar. Jesse’nin kitabının turnesinde son durak Paris ve mekan Shakespeare & Company’dir. Jesse, Celine ile dokuz yıl sonra o kitapçıda karşılaşır, kitapçı hakkında konuşurlar, Paris’te yaşamakta olan Celine’nin en sevdiği kitapçıdır, saatlerce oturup okuyabildiğin o kitapçılardan. Yirmi yıl önce de kitap ve kitapçı tutkunuydum ve bu sahneyi izlediğimde, o kitapçıya mutlaka gitmeye karar vermiştim. 


İçinizi ısıtan türden bir hikayesi var buranın. Bugün Notre Dame’ın hemen çaprazında yer alan Shakespeare and Company, aslında Ernest Hemingway’in 1920’li yıllarda Paristeki günlerini yazdığı “A Moveable Feast” kitabındaki Shakespeare and Company değil. 1919 yılında Sylvia Beach adlı bir Amerikalı Luxemburg bahçelerininin yakınında açtığı bir kitabevi. O kitabevinin özelliği genç yazarları desteklemesi, onlara kalacak yer ve kitapları okumalarına izin vermesi. 


Bugünkü kitapçıda özel rafları bulunan “Lost Generation” kalıbının mimarları; Ernest Hemingway, F. Scott Fitzgerald, James Joyce, Gertrude Stein, Samuel Beckett, T.S Eliot, Ezra Pound bu kitabevinin müdavimleriydiler. Öyle ki, hepsinin kişisel mektupları bu kitabevine gelirdi ve birbirleri ile burada buluşurlardı. Sylvia Beach, kimse basmazken Ulyssesi basmış mesela, edebiyata katkılarının büyüklüğüne bakar mısınız?


İkinci dünya savaşı işgali sırasında kitapçı kapanıyor ama sonra 1951’de George Whitman bugünkü mekanı açıyor, Sylvia ölünce de kitapçının adı, anısını yaşatmak üzere Shakespeare & Company oluyor. Felsefe aynı ve günümüze kadar sürdürülüyor. 


Paris’teki ilk günümüzde kitapçının önündeki sırayı görünce tüm o, içeride oturup kitapları karıştıracağım, saatlerin nasıl geçtiğini anlamayacağım ve kitap kokusuyla sarhoş olacağım hayalleri de suya düştü. Turistik bir müzeye dönüşmüştü kitapçı, vazgeçtim ve hatta unuttum. 


Son günümüzde yola erken çıkmaya karar verdik. İki sebebi vardı: 1-bir aydır aşil tendomundan sakat kocamı deliler gibi Paris sokaklarında yürütmüştüm, pertimiz çıkmıştı ve benim yüzümden futbol sahalarından bir süre daha uzak kalacak olması vicdanımı inceden sızlatıyordu. 2- Eve GS maçından önce varmak istiyorduk, Paris trafiğinden ne kadar hızlı çıkarsak o kadar iyiydi.


İlker kitapçıyı bir daha denemeyi önerdi, ben şiddetle karşı çıktım. Kitapçı filmlerde gördüğüm büyülü haliyle kalsa daha iyi olacaktı. Öğle yemeğimizi yedik ve sokaklarda yürüyerek arabayı park ettiğimiz otoparka yollandık. Daha doğrusu ben öyle sanıyordum. Meğer muhterem kocam beni sokak aralarından kitapçıya çıkarıyormuş. “Hay allah bak geldik eh girelim bari” dedi. Sıra çok daha kısa olunca hayır diyemedim, içimde deli gibi bir merak. 

Aman eksik kalmadım, girerken fotoğrafımı çektirdim 💕


Bu arada söyleyeyim, İlker asla kitap okumaz. Edebiyata merakı kitaplardan uyarlanmış filmlerle sınırlıdır. Buraya sadece ve sadece benim için girdiğini söyleyebilirim. Nitekim oturdu, telefonuna baktı ben gezerken. Bir ara kalkıp yemek kitaplarını inceledi. 


Sen nasıl buldun diyecek olursan… Omuz omuza kalabalık, rafların önünde kitaplara bakmaya çalışırken sürekli dirsek yemek, o kalabalıkta - fantezileri miydi bilmiyorum ama - deli gibi öpüşen genç çiftin sağından solundan geçmeye çalışmak… 


Jesse ile Celine’ni bir araya getiren kitapçının zihnimde idealleştirdiğim büyüsü, bu ziyaretten sonra başka bir şeye dönüştü. Birlikte bir tutkuyu paylaşmasa bile birbirlerinin tutkularına saygı duyan insanların aralarındaki o bağa. 


Unutmadan, evet Paris trafiğine ve kitapçı tantanasına rağmen GS maçına yetiştik ve devre arasına meşhur domates soslu makarnamı yetiştirebildim. 











20 Nisan 2024 Cumartesi

Dumur diyalog #175

 En son diyalog serisinde nerde kalmışız diye bakarken birkaç senelik diyalog okudum, çok eğlenceli ya. Ayrıca fark ettim ki, Arca büyüdükçe dumur diyaloglar seyrelmiş. Ya artık şaşırmıyoruz, dumur olmuyoruz ya da on beş yaşının tüm olgunluğu (!) ve örselenmişliği ile artık dumur etmiyor.

Diyecekken yine bizi koparmayı başardı.

Bir kıskançlık mı desem hani oidipus sendromuna mı bağlasam bilemiyorum ama Arca benimle muhterem kocamın muhabbetine acayip gıcık oluyor. Neymiş efendim ben onun esprilerine gülmüyormuşum ama babası saçma bir espri yapsa hemen kahkaha!

Yine bir gün İlker’in dediği bir şeye güldüm, yapıştırdı lafı; “Anne sen bir Karagümrük bir Ankaragücü’sün!”


Ben tabii mavi ekrana bağladım. Meğer Fenerbahçe’nin yancısymış bu takımlar. Dolayısıyla ben de İlkerin yancısı oluyormuşum. Benim evde bir Karagümrük olmadığım kaldıydı, onu da oldum çok şükür.


Benden pek haz etmiyor bu aralar. Zira ben, okulun gezisi Paris’te diye, aynı günlerde Paris’te kaçamak yapmak için babasını ikna eden, bunu da sırf gezi sırasında Arca’yı rahatsız etmek için yapan bir Karagümrükmüşüm. Hiç de bile değil. Paris’e bir kerecik de kocamla baş başa gideyim istedim, o ergen velediyle işim olmaz. 


Neyse biz otelimizi filan ayarladık mis gibi. Derken okuldan bunların gezi programı gelmiş. Tesadüf bu ya (vallahi tesadüf), otelleri bizimkinin yakınında. Koca Paris’te aynı semtte kalacağız. İlker durur mu yemiş bizimkini,


İ: Arca var ya, annene otelinizin yakında olduğunu söylersek, her dakika damlar, el sallar, gelir öper seni.

A; Hadi be! E söylemeyelim o zaman, bilmesin!

İ: Kusura bakma ben söylerim, annenden hiçbir şey saklayamam.

A: saklamış olmayacaksın ki, sadece söylemeyi atlayacaksın. Baba ya vallahi gelir öper.