Efendimmm nerde kalmıştık?
Seçimler bir tarafımızda patlamıştı, yine yeni yeniden. Bana sürekli hemen her seçim postuma geçmiş olsun mesajı bırakan takipçiler, asıl size geçmiş olsun, en çok size geçmiş olsun. Benim tuzum kuru olduğu için değil, ben farkındayım hem de son 10 senedir, siz hala ayamadınız, o da size geçmiş olsun.
Diyerek Türkiye’deki siyaset içerikli her türlü yazıma ama öncesinde tabii ki düşünceme son noktayı koyuyorum. Ay yok dur koymuyorum, virgül diyelim. Zira bugün Arca’yla olan sohbetimizi anlatmam lazım.
Bizim oğlanın dünyadan bihaber olmasını sevineyim mi üzüleyim mi bilemiyorum. Akranları memlekette ekonomiden siyasetten konuşurken bizimkinin farkındalığı sıfır! Oğlum bak vatandaşlığını almaya çalışıyoruz, bu sana ne ifade ediyor? Manchester United maçlarına rahat rahat gideriz, İngiltere vizesi gerekmez. Çok da acelesi yok, yaşıyoruz işte burada, Türkiye’ye gidip geliyoruz, Avrupa’da her yeri geziyoruz, rahat yani, ha belki Amerika için de kolay olabilir, o kadar, çok da şeetmeye gerek yok.
Yok tabii aslında gerçekten yok. Oturum iznimiz var mı, sınırsız, var. Ana oğul vatandaşlığa başvurduk mu evet oldu bu, bekliyoruz (bunun hikayesini başka posta bırakacağım çünkü tam bir kadın olmanın zorlukları acınması yapacağım, burda konuyu piç etmeyeyim) e yani olur bir ara.
Allahım bana bu veledin rahatlığından bir gram versen, ben gamsızlığın kitabını yazıyor olurdum şimdi. Ama maalesef paranoyaklığın blogunu yazıyorum, siz de canlarım, buna maruz kalıyorsunuz.
Paranoyakmışım ben, bizim oğlanın benimle ilgili gözlemi bu. Doğru olmakla birlikte, aşırı rahatlık gösteren biri oldu mu, paranoyalarım arşa çıkıyor! Misal iki gündür göz küresinde ağrı olduğunu söyleyince derhal aksiyon aldım, bugün bir uzmana götürdüm. Doğuştan bir odak kayması olabilir dedi, göz fizyoterapisti ile uzman göz doktoruna yönlendirdi, hani göz yuvarında bir bokluk olmasınmış. (O bokluk ihtimalinin paranoyasına meyletmemeye çalışıyorum)
Biz bu oğlanı hiç şikayeti olmadı diye, bizim de bunun yaşlarındayken gözlük takmışlığımız olmadığından, 14 yıldır göz doktoruna hiç götürmediydik. Buna hayret edince uzman, ben bir vicdan yap, ben bir karalar bağla… Allah seni inandırsın, o sandalyede küçüldüm küçüldüm un ufak oldum.
Arca açıkladı, annem biraz paranoyaktır dedi, neyse ki kadın da benim ayarımda bir anneymiş, halden anladı.
Çıktık, velet diyor ki, “odağı bozuk olan benmişim, sen niye üzülüyon!”
Annelik müessesini anlatmak zaman alacaktı, haklısın dedim, rotayı pizzacıya kırdık, anne çocuk spesiyali Nona Pizza.
Biz Arca ile bazı cumartesileri anne çocuk günü yaparız.
Arca’nın çocukluğundan kalma bir gelenek. Ben İzmir’deyken de haftada beş gün çalışırdım, malum Alman kurumsallığı. Lakin hafta içi seyahatti, mesaiydi derken eve gelişlerim hep geç olurdu. İlker bu boşluğu doldururdu, Arca’yı okuldan alırdı ve ben gelmeden birkaç saat birlikte takılırlardı. Ama cumartesi günleri, şantiyeler çalıştığından, yevmiyeler verildiğinden İlker mecbur çalışır, bütün cumartesi cüceyle ikimizin olurdu.
Laf aramızda ben çocuk oyalamayı hiç beceremem, hani bazı yetişkinler vardır, küçücük çocuklarla oyun oynar, konuşur, yok benim böyle bir becerim yok. Ben Arca’yı gezdirirdim. Bazen arabayla bazen yürüyerek, bazen metro vs her cumartesi bir program yapardık. Zaten çoğu zaman piyano kursu, basket kursu filan olurdu, ben de getir götürünü yapıverirdim. Çocuk oyun grupları buluşmaları filan…
Bana sorsan, belki çok kaliteli zamanlar değildi, lakin bir gün Arca o cumartesileri çok keyifle geçirdiğini, benimle cumartesilerini geçirmekten çok mutlu olduğunu söyleyince, içim ılık ılık oldu.
Demek ki , dedim dokunmuşum ona.
insana dokunuş her kim, her ne yaş olursa olsun öyle kıymetlidir ki, aranızda sımsıkı bir bağ kurar. Bazen günlük rutinlerimizde çocuklarımıza nasıl dokunduğumuzu fark etmiyoruz, küçücük anlar, bir ömür hatırlanacak hatıralara dönüşüyor.
Arca ondördünde bir ergen oldu, İlker çalışmıyor ama biz İlker’i evde bırakıp, yine Arca ile cumartesi anne çocuk gezmeleri yapıyoruz. Tramvayı tercih ediyoruz, merkeze gidiyoruz, dükkanlara giriyoruz, geziyoruz, bol bol sohbet ediyoruz, telefonlarımızı elimize bile almadan saatler geçiyor. Rutinimiz, Nona Pizza.
Nona Pizza Brükselin merkezinde, İtalyanların tavsiyesi, odun ateşinde geleneksel pizza yapan şahane bir mekandır. Her daim doludur. Bizim mahallenin Arzu pidesi gibi. Ama bizim pidecilerden tek farkı burda ayrıca ev yapımı bira ve şarap bulunur. Ben Brüksel’e ilk geldiğim ve ev aradığım günlerde, bu dükkanın önünden geçer, kaldığım otele giderdim, bizimkiler benimle değil ya, oturup bir pizza söylemek hiç içimden gelmezdi. Anne yüreği diyeceğim yine, susuyorum.
Sıçtığımın anne yüreği bu işte.
Aptalca bir şey.
İş hayatımda, en boktan sorunlarda bile, “Oldu çözelim, önümüze bakalım” diyebilirken, Arca’nın en ufak bir sağlık sıkıntısında kendini suçlamak, kendinden nefret etmek, vicdan yapmak, çok boktan çok aptalca bir şey. Ama oluyor. Belki o daha iki yaşındayken bir ay kaldığımız hastane günlerinin sorumluluğunu da üzerime almak bende travma yarattı, belki benimle başlamadı, belki annemin kaygılarını da yük aldım, bilmiyorum, bildiğim tek şey aptalca olduğu.
Ve çok affedersin miktiğimin dertleri de her zaman illa ki İlker İzmir’deyken oluyor. Murphy allah seni bildiği gibi yapsın! Evet muhterem İzmir’de.
Ben İlker’in etrafımda olduğu bir çekirdek ailede olduğumda kendimi rahat güvende hissederken, Arca’nın paylaşımlı ebeveynlikten yana olduğunu öğrendim. (Belçikada ayrı ebeveynler paylaşımlı ebeveynlik -çocuk bir hafta annede bir hafta babada kalıyor- yapıyor, bir arkadaşımın iki eski bir yeni kocadan, kocanın da bir benim arkadaş, iki de eskiden çocukları var, ev bazen üç kişilik bazen yedi kişilik oluyormuş :))) belki Türkiyede de böyledir ama benim bildiğim genelde boşanma sonrası çocuk annede baba ancak haftasonları tatillerde filan..)
Ne lan beni otuz yıllık adamımdan ayıracak mısın hain cüce deyivermişim! Yok dedi, hani sen bir hafta iş seyahatine tatile filan git biz babamla takılalım, şahane. Ya da babam böyle İzmir’e gitsin biz seninle takılalım. Anne çocuk günleri yapalım, ama siz bir aradayken çekilmiyorsunuz.
Ayol niye!
Biz ona karşı bir takım oluyormuşuz ve o yalnız kalıyormuş. Bizden herhangi birisiyle baş başa kalmak daha iyiymiş.
Peki. Artık biz nasıl manyak bir ekipsek İlkerle … Bunu biraz düşünmek gerek.
Arca kırklarında bir terapi koltuğunda bizi şikayet edecek: “Teker teker gelseler neyse de, birlik olunca yalnız kalıyor eziliyordum… sıçtılar çocukluğuma…”
Aman … Ne demiş bir bilge psikolog ? (Ki o benim arkadaşım Deniz olur)
“Örselenmemiş çocukluk yoktur.”
Sen de böyle örselenmiş ol, ne yapalım? Nasılsa her şekilde tüm arızalarından anan sorumlu olacak, seninki de babanın işbirlikçisi olsun.
Baban demişken kendisi şu anda gıda turizmi vesilesi ile Antepe indi. Çünkü bazı gıdalar yerinde tüketilmeli. Birkaç aydır, inişli çıkışlı diyetinin neticesinde verdiği kilolarla lokum gibi olan ve fakat her memleket seyahati dönüşü tüm o kiloları alıp bir de üzerine çok yiyip içmekten acillik olmasından korktuğum muhtereme tek tembihte bulundum: Nolur insan gibi ye, insan gibi iç!
Of rakılar of beyranlar, kokoreçler, of söğüşler, kebaplar, havuç dilimleri, ciğerli kahvaltılar, dönerler, pideler, rakı balıklar, of viski geceleri, of ki ne of! Beni dinleyecek mi? Hayır.
İki hafta sonra iki aydan daha uzun süredir vermeye uğraştığı kiloları da alıp gelecek. O gelmeden ben biraz daha (*) kilo verebilir miyim? Pizzacıdan sonra sen neden bahsediyorsun diyenler olabilir…
Acaba akşam yemeğini atlamak ve çilek şarapla geçiştirmek diyette caiz midir?
Değildir elbet. Ama biz bunu hafta sonuna sayalım.
(*): pek de çabalamadan (malum pizza şarap vs) yeni hedefimi 3 haftada 2 kilo olarak koyabilmenin haklı gururunu yaşıyor, sizleri bir sonraki postuma hasretle bekliyorum.