11 Kasım 2023 Cumartesi

Yazgını sev

 Benim ekipteki arkadaşlardan biri bu hafta istifasını verdi. Ne yalan söyleyeyim, bekliyordum. 

Son bir yıldır üzerindeki motivasyonsuzluk bulutunu ne yaptıysak dağıtamamıştık, maaş artışı, daha iyi koşullar, iyi vakit geçirdiğini düşündüğümüz iş seyahatlerine ilk onu göndermeyi düşünmek… 


Birkaç defa konuşmuştuk, hani sadece ben de değil, departman yöneticisi diğer bölüm müdürü arkadaşım, hani onlar erkek ya belki erkek erkeğe daha rahat konuşurlar dediydim ama yok olmadı. Ona sorsan bir şey yok diyordu, peki diyorduk ama tatile çıkıyor, mutsuz dönüyor, hemen her hafta sürekli bir gün birkaç saat izin alıyor, moralsiz ve üst üste hastalık izinleri… Başka bölümlerden insanlar bile fark ediyordu, neden sessizdi, neden sürekli hasta veya izinliydi… 


Dediğim gibi bekliyordum. Şaşırmadım. Sebebinin ben olmadığımı hatta bizim departman olmadığını duyduğumda da şaşırmadım, zira elimden gelenin de fazlasını yapmıştım, içim rahattı. Sadece ayrılma sebebini duyunca ufaktan bir gülümsedim, on yıl önceki Yelizi hatırlattı bana.


Otuzlarının başındaki arkadaşım, hayatta ne yapmak istediğini bulmak istiyordu, yeni neslin “gap year” dediklerinden yani… Henüz ne yapmak istediğini bilmiyordu ama ne yapmak istemediğini gayet iyi biliyordu: Şimdi yapmakta olduğu şeyleri yapmak istemiyordu. Bu kadar basit. 


Eğer şimdi her şeyi bırakmazsa, omuzlarına aile kurmak gibi ilave sorumluluklar bindiğinde hiç yapamayacağından, çok geç olacağından korkuyordu. 


Kimilerinde şaşkınlık yaratan bu oldu, nasıl yani B planı yok muydu, eh iş piyasası kötüye gidiyordu, ya istediği zaman iş bulamazsa ne olacaktı, mis gibi iş, istediği gibi bir ortam, sürekli motivasyonunu ayakta tutmaya çalışan müdür, iyi ekip arkadaşları neyine yetmiyor, dediler. 


Ben demedim. 


Onu motive etmekten, yokluğunda her işini devralmaktan, ve koca adamı çocuk gibi avutmaktan bıktığım için değil, anlıyordum çok basit anlıyordum. 


Hak veriyordum, hatta takdir ediyordum, on yıl önceki Yeliz olsaydım cesaretine imrenirdim hatta kıskanırdım. Zira ben yapamamıştım.


Tam da on yıl önce. Bu yol ayrımlarına geldiğimde. O zamanki sorumluluklarım olmasaydı da yapamayabilirdim, en acı tarafı da bu. 


Bugün benden on yaş kadar genç arkadaşlarımla buluştum, onların yanında kendimi genç hissediyorum, bana çok iyi geliyorlar. 


Konu bu sorgulamalara geldiğinde ne tesadüftür ki, benzer düşünceleri vardı. Ne yapıyoruz diyorlardı, bir hayatın tüm tahmin edilebilirlikleriyle tüm başarmışlıklarıyla sarılıyız, her şey planlandığı gibi ama bu hayatı bu şekilde devam etmek istemiyoruz. Konfor alanı de, yeni sorumluluklar de, en dibe batmadan yüzeye çıkamamak de… Neler vardı o sohbette. 


Benim on yıl önce yaşadığım her şey…


Hatta eve gelip blogun arşiv sayfalarına girince, gözlerimin önünden film şeridi gibi geçti son on yılım. 


Evin genel giderlerini karşılamaya ancak yetecek bir maaş veren fakat hiç keyif vermeyen bir iş, türlü arayışlar, kendine iş kurma çabaları, yazar olma ve hatta erken emeklilik hayalleri (evet yanlış okumadınız, otuz beş yaşında emeklilik hayalleri kuruyordum)…. Ha bir de Gezi üzerimizden yeni geçmiş, ülke sorgulamaları zirveye oynamak üzere. 


Bugün kızlar “e sonra” diye sordular. 


Tüm bu ahval ve şerait içinde… ne mi yaptım?


Herkese göre kolay ama bana göre en zorunu seçtim.

Yazgımı sevmeyi öğrenmeyi seçtim. 


Amor fati.


Şimdi on yılıma dönüp baktığımda, ufaktan içim sızlıyor ama pişmanlık duymuyorum katiyen. Hayat pişmanlıklarla harcanmayacak kadar güzel ve kısa. 


İyi ki yapmışım. Yazgımı sevme yolculuğunda yanımda ablam, arkadaşlarım, kitap kulübü dostlarım, tabii ki edebiyata sığınmalarım, canım kocam, hiç farkında olmasalar da bana yoldaş oldular, hatta rehber oldular. 


Bugün olduğum insandan razıysam, neden pişman olayım?


On yıl önce demişim ki….


Yıllar geçer ve bir de bakmışsın “hayatım şöyle olacak” dediğin yaşlardan “böyle bir hayatım var” dediğin yaşlara gelivermişsin. Büyümek bu olsa gerek…


Ve bir başkasında ise demişim ki “aman yarabbi benim beş yıllık bir planım yok! Ne halt edeceğim!”


Ufaktan bir kahkaha attım, kız Yeliz alemsin. O dediğimin üzerinden daha beş yıl geçmemişti ki, Belçika’ya taşındım, on küsür sene boyunca çalıştığım bir kurumu bırakıp başka birine alttan bir kariyer basamağından başladım, ve yine o basamakları çıktım, terfi ettim, kendime yeni bir kariyer planı çizdim ve on yıl geçmemişti ki, Belçika vatandaşı oldum. 


Ve bir daha asla “böyle bir hayatım var” dememeye karar verdim. 


Hayat, “işte böyle artık ötesi yok” demek için çok uzun, pişmanlıklar için çok kısa. 


Ve çünkü her şey değişir, bazen bir günde değişir bazen değişim yıllar sürer ama mutlaka değişir. 


İstifa eden arkadaşıma da dediğim gibi, “sürecin sana huzur getirsin, huzuru kendi içinde bulamadığın, kendini bulamadığın sürece bugün bizi bırakırsın, yarın başka bir işi, dünyanın öbür ucuna da gitsen aradığın her ne ise, onu bulamazsın. Aradığın her şey senin içinde, bu gap year da sana aradığını bulmanda yardımcı olsun, umarım.” 


Bitirirken, on yıl önceki Yelizi bilmeyenler için dev hizmet, arşivde kaybolmayın, ilgili yazıları aşağıya linkliyorum, hadi iyisiniz.


http://gununcorbasi.blogspot.com/2013/07/hayatm-soyle-olacak-dedigin-yaslardan.html


https://gununcorbasi.blogspot.com/2013/11/dusun-dusun-boktur-isin.html#more


https://gununcorbasi.blogspot.com/2013/11/umit-kotuluklerin-en-kotusudur-cunku.html



















2 yorum:

Okuyanguzel dedi ki...

Yeniden inşa ettiğin hayatını bizimle paylaştığın içim çok teşekkür ederim. İlham oluyorsun, umut oluyorsun. (Aslında daha duygusalım şu an ama yazıyla ifade yeteneğim hiç gelişmemiş.Ama sen konuyu biliyorsun :) )

Sevgilerimle,

Kiremithanem dedi ki...

Sizi okumak güzel,sık sık bu aleme eskisi kadar uğramasam da :)
Sevgiler bıraktım.