5 Şubat 2023 Pazar

Kendi memleketini tanıyamamak üzerine

 Geçtiğimiz haftalarda birkaç gün İstanbul’daydım. İş için. Yarım gün Hendek sonrası Anadolu yakası, yani aslında İstanbul sayılır mı bilmiyorum. Bizim zamanımızda Anadolu yakası İstanbuldan sayılmazdı.

İstanbul’da okumam, annem için ne kadar endişe kaynağı olduysa babam için de o kadar gurur kaynağı olmuştu. Annem benim okula başladığım yaşta evlenip başka şehre taşınmış, üst üste iki çocuk doğurmuş, ben kıçı kırık bir okulda mı okuyamayacağım, diyor, endişesini bir türlü anlayamıyordum. Öte yandan babamın gururunu da bir o kadar anlayabiliyordum. Oralar, Beyoğlu, Beşiktaş babamın onbir yaşında tahta bavulla bir başına ayak bastığı şehrin yıllarını geçireceği semtleriydi, benimle kırk sene sonra o semtleri yeniden yaşıyordu. Hatırladığı kravatsız çıkılmayan Beyoğlu’nu şimdi görse kanımca oturur ağlar zira 90’ların sonunda bile özlemini çektiği Beyoğlu bambaşka bir yer olmuştu. 

Gitmedim, belki altı yedi yıldır Beyoğlu’na gitmedim, ama İstanbul’dayken bindiğimiz iki taksiciden birinin iç parçalayıcı betimlemeleriyle öğrendim, aman dedim sus, ben o tramvay yolunun iki yanında ağaçlı İstiklali hatırlamak istiyorum, TÜYAP fuarına yürüyerek gidildiğini bilmek istiyorum, Hayal Kahvesini, Kemancı’yı, Alman Biraevi’ni biliyorum, bilmek istiyorum, öylece kalsın, babamın kravatsız çıkılmayan Beyoğlu gibi…

Hani “o da işte öyle, naparsın” bakışı vardır ya, o bakışla benimsedim memleketi , memleket de bana muhtemelen “Kardeşim ben senin yılgın bir hoşgörüyle beni benimsemene mi kaldım?”ı çakmıştır. (Gibi’ye selam olsun) 

Sık sık yılgın bir gülümsemeyle gözlerimi hafifçe kapatıp başımı iki yana salladım, zira bazen yapılacak tek şey susmaktır.

İki taksiciden diğeriyle tutuştuğumuz tartışmanın bir yerinde de aynı ifade vardı yüzümde, yirmi dört yaşında doğma büyüme İstanbullu, hayatında sadece iki defa Avrupa yakasına geçmiş, bir genç kardeşimizi hayretle dinledim. Memleket berbat durumdaydı ama…  Bütün suç fırsatçı insanımızdaydı, asla o adamda değildi, allah aşkına ablacım bir tek adam nasıl ülkeyi tek başına bu hale getirebilirdi, meclis yok muydu, onlar ne güne duruyordu. Bu adamdan iyisi mi vardı ki oy verelimdi… Bana bir gülme geldi diyebilsem keşke, diyemedim, anlattım, sabırla, bilale anlatır gibi, altı yaşında bir çocuğa anlatır gibi, anlattım. Yolculuğun sonunda,  tamam diyordu, anladım, ben buna oy vermezsem belki düzelir. O yılgın gülümsemenin yüzümde bir defa daha belirdiğini hissettim, zira mahalle kahvesine ilk girdiğinde her şey değişecekti, biliyordum. 

Ama birlikte seyahat ettiğim Marijke ve Marco taksinin arkasında sohbetimize şahit olmuşlar ve heyecanla soruyorlardı, Yeliz çok gergindin ne konuştunuz diye, demek başka dilden kulaklarda o yılgın gülümsememin hükmü olmamış. 

Marijke, uçağa binerken tüm o Türklerin sıraya girmeksizin yığınlar oluşturmasına daha Belçikadayken “welcome to Turkey” tepkisine de aynı yılgın gülümsemeyle tepki verdim, ne diyebilirdim ki, böyleydi. Ne utanıyorum, ne savunuyorum, öyle işte…. Ha bir de şal almıştı yanına, “ay niye aldın hava sıcak ben bir şey almadım” deyince gözlerini kocaman açtı, “olur mu ya başımızı örtmemiz gerekse?” “Camiye girmeyeceğiz merak etme” dedim. Ayrıca henüz İran olmadık, henüz…

Resmin konuyla tek alakası dönüşte inerken çekmiş olmam

Türkiye seyahatimizin ana sebebi bize fabrikadan sürekli verilen sözlerin bir türlü tutulmaması. Dedik ki normal bir şey değil bu, yani bunun bir sebebi olmalı, gidelim, birlikte konuşalım, çözelim. Marijke gitmeden önce biraz da çekinerek “gidiyoruz ama çözülmeyebilir yani belki kültürel bir şey mi acaba” diye sordu. Yani dedim ne bileyim, ben o kültürün çocuğuyum, tarafsız bakmak kolay değil, bir gidelim bakalım. Tabii ben ömrü hayatımdan uzak doğulu ve Avrupalı arasında çalışmış, iş ortamında yurdum insanıyla asgaride ilişki kurmuş biriyim, İlkere anlattım, evet dedi, doğru tespit! 

Otele girdik, baktık ki yanında bir et restoranı. Akşam geç olmuş, etrafta aranacağımıza yiyelim burda dedik. Harika bir menü, her şey nefis … Derken bir şişe şarap söyleyeyim dedim, o da ne şarap menüsü yok. Yokmuş alkol. Peki içmeyiveririz canım ne olacak, mis gibi yedik, nasıl da lezzetli nasıl da ucuz (ama Avrupalılara ucuz yoksa değil tabii) Nisanda büyük bir Avrupa grubuyla gelmeyi planladığımız için bu seyahat biraz da ön araştırma, şef garsona sordum, ruhsat mı yok, yani özel bir grup için şaraplı bir menüyle ağırlamak hiç mi mümkün olmaz? Yok mu bir oluru? 

Yok dedi, tüm otel böyle, sahibi istemiyor. Peki. Daha sonra sahibinin barı bile yaptırdığını ama bir gece rüyasında gördüklerinden sonra otelde ve lokantada içki satamayacağına karar verdiğini öğrenecektik. Anlamadık, anlamadığımız bir şeyin üzerine durmanın anlamı yoktu, Nisanda başka otelde kalınacaktı. Lakin bu tecrübe bizim arkadaşların aklına şu soruyu getirdi, “Dubai’de bile otellerde içki varken İstanbul’da otelde içki bulamamak nasıl yorumlanmalıydı?” hafif inen gözkapaklarımın ardından yılgın gülümsemle başımı iki yana salladım yine, bir açıklama yoktu, anladılar. 

Türkiyedeki merkezimizde her şey mükemmeldi, fabrikanın nohut pilav menüsüne bayıldılar, evde haftada bir pişirdiğimizi duyunca şaşırdılar. Sonra her gittiğimiz toplantı odasında kurupasta börekle karşılanmak, kahve ve çayların bir kişi tarafından servis edilmesi ziyadesiyle şaşırttı kendilerini. Otelde makinadan içtiği espresso ile dünyası kararan Marco’yu sade Türk kahvesiyle tanıştırmam, bir dönüm noktasıydı, dönerken havaalanında iyi bir espresso içebilecekken bile Türk kahvesini tercih etti. E sizin oralara kahveyi getiren biziz evladım sen ne diyorsun! 

Bizden ayrı yeni havalimanından iniş yapan Polonyalı arkadaşımız, hayatında ilk defa iş seyahatine çıkıyormuş, kanımca kadıncağızın standartları epey yüksek kalacak. Zira havaalanından alan görevli şoför tek kelime ingilizce bilmemesine rağmen otelde check in yapasıya kadar beklemiş, abilik etmiş, arkadaş kendini o kadar güvende hissetmiş ki, anlata anlata bitiremedi. İzzeti ikram seviyesini , kebap lokantasını, sürekli yedirilen yemekleri saymayayım ama Marco bir otuzbeşliğe ortak oldu, asla alkol içmeyen Marijke bir duble rakı içti desem sanırım bir fikir verir.

Türk misafirperverliğinin ne olduğunu arkadaşlar ziyadesiyle öğrendiler, ben de memleket hakkında hiç bilmediğim yeni gerçekleri öğrendim. 

Mesela bir Belçikalının pasaporta bile ihtiyacı olmadan elinde kimliğiyle Türkiye’ye girebildiğini! İnanmadım da, pasaportsuz seyahat eden Marijke’nin peşi sıra pasaport kontrole girdim, hani Türk görevli ingilizce bilmiyordur kadıncağız sahipsiz kalmasın diyerekten. 

Evet arkadaşlar, biz bu ülkede çalışmak ve ailemizi yanımıza getirebilmek için aylarca uğraşıp birbirimizden ayrı kalırken bunlar bizim ülkemize elinin kimliği ile giriveriyor. 

Ay kimse bana Avrupa ikiyüzlülüğü demesin, senin devletin seni iki paralık etmiş işte, ele kızacağına önce seni yönetenin basiretsizliğine bak. He evet Avrupa bizi kıskanıyor. Kendi insanını Avrupa’ya kabul ettiremiyorsun, Avrupa senin neyi kıskanacak acaba?

Sonra bir de öğrendim ki, saç ektirmekten estetiğe ve hatta ameliyat ve yaşlı rehabilitasyonuna kadar bizim memleket Avrupalıların da tercihimiymiş. Havaalanından bindiğimiz taksinin ön koltuğuna oturup, sen bizi hızlıca otele bırak, TEM’den gidelim deyince, “ha ücretleri masrafları bunlar ödüyor tabii, hadi iyisin” deyince öğrendim ki, yabancıları karşılama, hastenedeki işlerini halletme gibi hizmetlerin karşılığı tüm masraflar dışında günde 50 euro imiş. 

Diğer taksici otelden alırken bizi tüm camlar açıktı, neyse sonra kapattı ve anlattı; bu otelden hep Arapları alıyormuş, kokudan çok rahatsız olduğu için camlar açık geliyormuş müşteri almaya, bakmış bunlar Avrupalı kapatıvermiş pencereleri. “Ha bak Ruslar da iyi normal yani kokmuyorlar” abinin kriteri bu. Ne diyeceksin, he dedim geçtim. Rusların artışına dikkat çekti, eh napsın insanlar başka ülke almıyor ki bunları. Ayol bu insanlar savaşa karşı Putin için savaşmak istemediklerinden kaçıyorlar. Ama neyse Ruslar da mutlu, bizim departmanda iki Rus arkadaş var, biri dedi ki, arkadaşlarının tamamı Türkiye’ye taşınmış.  Avrupa’da yerleşik Ruslara bile çok kötü davranıldığını bildiğinden Türkiye cennet diyor. Evet kötü davranılıyor. Mesela banka hesapları donduruluyor, mesela kocasından Rusyadan para gelen arkadaşa başka bankayla çalış seninle çalışmıyoruz diyorlar gibi gibi… İşte ülkenizi bir deli yönetiyorsa ve sizin bununla hiç ilginiz olmasa bile çekiyorsunuz. Tabii Ukraynalıların çektiğinin yanında ne ki, benimki de laf! 

Bu boktan savaşın kaymağını da işte bizim ülke yiyor, emlak fiyatlarıyla, THY aktarma uçuşlarıyla… Ama en çok gazıyla… Avrupa bizi kıskanıyor, kesin bilgi yayalım.



2 yorum:

Evde Yazar dedi ki...

Söyleyecek laf yok :(
Umarım bu sene rüzgâr değişir biraz

Okuyanguzel dedi ki...

Yediğimiz bu kaymaklar burnumuzdan fitil fitil gelecek gibi hissediyorum. Bir akıllı bizi ya :(