3N 1ben etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
3N 1ben etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ekim 2024 Cumartesi

3N 1Ben : Eylül ve fazlası

 Tam bir ay olmuş. Bloga yazmayalı. Hani hiç sormuyorsunuz, ne yapıyorsun, neler okuyorsun neler izliyorsun diye…

Yok ya ne gönül koyacağım, aşkta gurur olmaz :D

Yazmak kadar bu blog da bir tür aşk işte seviyorum hulen! 

Neyse kimsenin sormasına filan gerek yok. Beni nerede bulacağınızı son yazımda bildirmiştim, merak edenleri Substack linkimize alalım, hani yazılar emailinize gelsin isterseniz, kayıt olmanız yeterli, biliyorsunuz.

Substack’te yazarlık tatmininden başka neler yapıyorum? 

Malezyada da yağmuru yakalamışım mis!

Sürekli bir hareket halindeyim, Eylül başladı, ben başladım gezmeye. Evvela ablamlar Duru’yu Maastricht’e yerleştirmeye geldiler, biz de tabii onlarla ortam check yaptık. Son alışverişler derken ufak bir Hollanda - Almanya - Belçika üçgeni çizmişiz. Avrupa’nın hala tatlı bir sürpriz gibi karşıladığım özelliklerinden biri bu işte. Yarım saat içinde üç ülkede bulunabiliyorsun.

Ablamları yolcu etmenin akabinden İlker’le İzmir’e gittik. İlk defa üç gece Arca’yı evde yalnız bıraktık. Yemeğini suyunu bıraktığımız için zorlanmadı. Zaten her gün okulu antrenmanı vardı, akşamın geç vakti eve geldiği için fazla da yalnız kalmamış oldu. Allah için Arca’nın kendisiyle ve evi Arca’ya bırakmakla hiç derdim yoktu da malum ergen mallığı oluyor, anahtarı unutur kaybeder sokakta kalır diye tırsmadım değil. Artık Arek de, İdiller de bizim sitede yaşamadığı için teras komşum Dominique’lere anahtarı bırakayım dedim, tatildelermiş, te allam… Son dakika Dominique hiç aklıma gelmeyen diğer komuşlarımızı hatırlattı. Ay nasıl rahatladım. Yaşlı tatlı insanlar, hatta gelsin bizde kalsın bile dediler. Canım ya… Yok dedim, siz yedek anahtarı alın, hani bir de bilin bu ergen oğlan evde, yoklamak lazım olursa…

İzmir’den döndükten iki sonra Malezya’ya gittim. İki günlük yoğun bir iş seyahatiydi. İki gün için iki gün yol gitmiş oldum. Ama şikayetim yok, uzun yol seviyorum, seyahat etmenin iyi gelen yönlerine odaklanıyorum. Güzel yemekler, uzun uzun kendimle kalıp planlamalar yapmak, farklı insanlarla kültürlerle bir araya gelmek… Hepsi gerçekten iyi geliyor. 

Malezya’dan döndükten sonra bu defa Paris’e gittim. Sektör fuarı vardı, hızlı trenle gidince gece kalmama gerek kalmadı ki iyi de oldu zira Paris’in üzerine bir gün evde kalıp Pilsen’e geçtim. An itibariyle Pilsen’deki otel odamdan bildiriyorum. Bir hafta daha da burdan bildirmeye devam edeceğim. 

Günler o kadar çok konuşarak ve insanlarla birlikte geçiyor ki, akşam sakin otel odasına bir an önce kendimi atmak istiyorum. Ambivert durumlar … Hiç girmeyelim şimdi. 

İş seyahatlerinin tüm iyi yanlarının yanında en kötü tarafı ne biliyor musun? Hayır yorgunluk değil. İşlerin devam etmekte olması, ve tatilde olmadığın için sürekli ulaşılabiliyor olman ve iş seyahatinin işleri aksatman için bir bahane olamaması dolayısyla hafta sonu veya akşamlara sarkan çalışma durumları. Az önce saydığım her seyahat bana hafta sonu çalışmak olarak geri döndü. Yalnız olacağım ve Pilsen de daha önce defalarca gördüğüm bir şehir olduğu için, hafta sonunum tamamında çalışacağımı düşünüyorum. Bakalım…

                                                Neler okuyorum?

Yaz başından beri sık sık sekteye uğrayan Jhumpa Lahiri’den Adaş’ı sonunda bitirebildim. Hindistan’dan Amerika’ya atmışların sonunda göç eden beyaz yakalı bir ailenin ilk ve ikinci kuşak adaptasyon hikayesi üzerine kurulmuş bir roman. Lahiri’nin yazıdaki ustalığına diyecek sözüm yok lakin öyküdeki özellikle Gogol’un yetişkinliğindeki sancılarını biraz garipsedim. İnsanın bir tane de dostu olmaz mı ya? Amerikalıların yüzeyselliğini de, batılılaşmış Hintli karısını da uzun uzun okuduk da adam otuz yaşına geldi, bir tane harbi dostu olmadı. 

Ay neyse uzatmayayım, okuyun bence, akıp giden güzel bir kitap. Belki göçmen olarak bana keyif vermemiştir.

Seyahatlerde kağıt baskı taşımayayım diye Kindle’da ne varsa onu okuyorum. Muazzez İlmiye Çığ ile söyleşi derlemesinde epey ilerledim. Çalışmanın, sürekli üretmenin ve kendini geliştirmenin etrafında dönen bir hayatı kendisinden öğrenmek çok kıymetli. 

Neler izliyorum?

Bahar tekrar başladı, pek güzel… Kürtaj meselesinde boşanma ve uyuz kızı ile ilgili sosyal medya yeterince diziyi gömdü, artık benim diyecek bir şeyim kalmadı. Yok yok dayanamayacağım, yine de diyeceğim; ya arkadaş alt tarafı Türkiyede yayınlanan Koreden devşirme bir dizi, ne halt etmeye feminizm kadın hakları gibi roller biçiyoruz, dizi sorumluluk projesi olmak zorunda mı? Bir gevşesek mi artık? Bahara gelesiye kadar Sağlık bakanlığının videosuna bakalım lütfen (neyse ki bakanlarımız çok var, bana yine gerek kalmadı.)

Deha diye bir dizi çıktı karşımıza, İlkerle ilk bölümünü izledik, ikinciyi de az önce bitirdim. Her Türk dizisi gibi cıvıtmaya mahkum mu olacak yoksa kısa kesip tadında mı bırakacak göreceğiz. Yalnız İskender rolü Yargı’daki Yekta’nın dolandırıcı versiyonu değil mi ya? Çoğu zaman Yekta’yı izliyormuşum gibi geliyor.

E sizde ne var ne yok?

30 Haziran 2024 Pazar

Mayıs Haziran derken Temmuz’u ettik

 Yemeğin üzerine çay demledim. Ama demlenmesini beklerken bari bir limonlu soda içeyim dedim. Evet yine çok yemişim, regl iştahından nefret ediyorum. Baktım buzdolabında sodanın yanında tonik var buz gibi. Bir anda bol soda bol tonikli bir cin tonik içerken buldum kendimi. Sosyal medya algoritmalarının önüme 45 yaş sonrası alkol azaltımının önemini anlatan içerikler çıkarması tesadüf değil. 

Artık o içeriklerin etkisi mi, bilinmez, allah için azalttım ve bu bana bir kilo fark olarak kutsandı. Lakin regl dönemlerimin her şeyi canımın istediği dönemdeyim ve nankörlük etmeyeyim ama otuz beş senedir çektiğim bu dert beni alıştırıp güçlendireceğine kırılganlaştırıp, daha savunmasız bırakıyor. 

Sosyal medya içeriklerinin peri-menapoz minvalinde dönmesine gıcık oluyorum, hayır salak algoritma yaşıma bakıp beni menapoz kategorisine alıyorsun ama ben hala onbeşimdeki ağrılar ve iştahla döngülerime devam ediyorum. Başka kapıya!

Neyse ne diyecektim… 

Aslında bu bir “3N 1 ben” yazısı başlıktan anlamışsınızdır. 

Ne yapıyorsun diye soran olursa, “geziyorum” diyorum. Nisan’dan beri geziyorum, hatta Marttan beri. Seyahat etmenin her türlüsünü seviyorum. Beni günlük rutinlerimin dışına çıkarıyor, başka bir açıdan baktırıyor hayata ve müthiş keyif alıyorum. Uzaklaşmanın insana iyi gelen yönlerine odaklanıyorum, yeni kararlar alıyorum ve çok özlüyorum… seyahatteyken arkada bıraktıklarımı, dönünce de o seyahatlerdeki beni. 

Los Angeles İtfaiyecilerinin öğle yemeği molasında (1)

Bir Paris İki Milano üzerine bir Amerika ve Atina derken Haziranı evde tamamlamanın mutluluğu içindeyim. Arca’yı karnesini almayı müteakip havaalanından İzmir’e gönderdik, an itibariyle sevenlerinin ve özlediği İzmir lezzetlerinin sarmalında mutluluğun tadını çıkarıyor. Yarın Duru’nun mezuniyetine bizi temsilen gidecek. Evet ya evlendiğimizde birkaç aylık bebe olan Duru şimdi bilgisayar mühendisi diplomasını alıyor. Yakında Hollanda’ya mastera gelecek. Yıllar nasıl geçiyor…

Geçiyor işte, günler, saatler nasıl geçiyorsa öyle deli gibi bir hızla geçiyor. Bugün okuduğum bir yazıda Yunan mitolojisinde zaman kavramının bir sayısal - hani bir saat iki saat gibi ölçülebilir- bir de fırsat anlamına geldiği anlatılıyordu, hani izafi olan. Çocukken bir türlü geçmeyen ama büyüdükçe uçup giden…

İşte artık uçup giden zamanların içindeyiz, büyüdük ve zaman uçuyor. 

Öyle ki buz gibi cin toniğimi bitirdim, çaya geçtim, o arada usul usul serinleten bir yağmur başladı. Maç izleyen muhteremin çayını tazelerken, “ay ne güzel serinledik” dediğimde daha bu sabah İzmir havası için “ay 35 derece nasıl da kemiklerimiz ısınacak” şeklindeki cümlelerimi yüzüme vurmasa iyiydi. Bak buraya yazıyorum, şikayet etmeyeceğim, terleyeceğim, biliyorum ama o kadar özledim ki terlemeyi… 

Başka ne yapıyorsun dersen… 

Okuyorum! 

Seyahatlerdeki en yakın arkadaşım kitaplar tabii ki. Allende’nin Violeta’sını da Pinana’yı da seyahatlerde bitirdim. Denizin Uzun Taç yaprağından sonra Allende’nin beni yine o muhteşem büyüsüne çekeceği umuduyla başladığım ve öyle de başlayan Violeta, zor bitirdiğim, heyecandan yoksun, öngörülebilir bir romana dönüştü. Ana karakterin, yazarın aklına pandemi günlerinde düşmüş, iki pandemi arası yaşamış olmaktan başka ve de çocukluğu hariç hiçbir ilginçliği yoktu.  Son derece hollywoodvari bir karakterdi, yaşamının son kırk yılını ülkesinde gelişen feminist hareketlere yamanmış olarak geçirdiği izlenimini verdi. Bilmiyorum, beklentiler ve gerçekler… 

Uzun ekonomi sınıfı uçularının keyfi iyi bir kitapla çıkar ;)

Yine de elimden bırakmadım, sonuna kadar okudum. İçeriği beğenmesem de, anlatımını beğendiğim için.

Sonra tam da kızlarla kavuşma tatili öncesi, kadın hikayelerine ihtiyaç duyduğum bir anda kitaplığımda buldum. Galiba geçen yıl sipariş vermiştim de ablam göndermişti ya da getirmişti. Ayşe Başak Kaban hiç okumadığım bir yazardı, PiNAna’ya kadar. Çok tatlı, çok keyifli bir okuma benim için. Tasvirleri, karakterleri incelikle dokuyuşunu çok sevdim. İzmir’e gidince diğer kitaplarını da yüklenip geleceğim. 

Kindle’ın müthiş rahatlığına ve kolaylığına rağmen hala elime kitap almaktan, kitap koklamaktan müthiş keyif alıyorum. 

Nitekim İzmir’e taşıma pahasına yeni bir kağıt kitaba başlamış bulundum. Adaş. Henüz bir şey söylemek için erken ama sardı gidiyor diyelim. 

İşte tam bu noktada açık pencereden yağmurda ıslanmış çim kokusu geldi. Bak şimdi de “bunu nasıl özleyeceğim İzmir’in sıcağında” derdine düştüm!

Neler izliyorum? 

Tabii ki maçları izlemiyorum. Nereye gitsem peşimi bırakmayan maç sohbetlerinden daha şimdiden gına geldi. Maçlara ara verilen bir iki gün muhterem kocamla Bridgerton 3.sezonu izledik, o kadar. Manikür pedikür ve ütü yaparken ve de sosyal medya fittirirken yanda açık olan Kızılcık Şerbetinde atlaya atlaya neredeyse günceli yakalayacağım. BBG evi izler gibiyim, bir avuç insanın hayatını gözetliyorum sanki. Ama gideri var, allah için tüm o benzer diyalog döngülerinin içinde gidiyor işte. Bahar dizisi, tüm sezonun ihtişamına yakışmayacak bir sezon finaliyle hayal kırıklığına uğratmış olsa da kredisi büyük malum, yeni sezonu bekleyeceğiz. 

Ee… bayram tatillerinden dönüldü mü, neler dönüyor sizin cephede?

(1): ben tüm hanımefendiliğimle fotoğrafımı çekinirken önümden geçen Amerikalı kadın itfaiyecilere “take it off baby!” Diye bağırdı ve kanımca benden şüphelendiler :)) 


16 Nisan 2023 Pazar

3N 1 ben: Nisan

 Nisan

Dün bahar şöyle bir göz kırptı ama fazla yüz vermeden kaçtı saklandı yine. Pazar sabahında yine bulutlarla birlikteyiz, bekleriz.

En Avrupalı özelliğimin havalardan şikayet etmek olması an meselesi. 

Ve de güneşi gördüm mü kendimi dışarı atma telaşesi.

Dünden, Louisa caddeleri: Güneşi gören masum Avrupalı kendini sokaklara atar


Asimile oluyorum a dostlar! 


Hemen her ay bloga naklettiğim (3N; ne okuyorum ne izliyorum ne yapıyorum) üçlememde Nisanın en önemli konu başlığı seçim. Hani N’ye sokarım bilmiyorum - ki bu da ne kadar önemli , onu da bilmiyorum - lakin seçim, bizim evin en önemli gündem maddesi. 


Her akşam twitter özenle açılıyor, gün içinde neler kaçmış yakalanıyor. Twitter benim, ana akım medya İlkerin paylaşım kaynağı, uzun uzun tartışıyoruz. Haberlerinde hiçbir heyecan olmayan Belçikalılar bizim gündemimizden haberdar. Nerede tatil yapacağız, akşam nerede rezervasyon yaptıralım, haftasonu barbekü mü yapsak gibi sorunları olan bir millet için Türkiye her yeni gün yeni bir renk. Hani derler ya vatandaşı olmasan şahane ülke, işte öyle…


Ne yapıyorum?


Mutfak penceresinden. Kavak ağaçları. Nadir bulunan az bulutlu bir günden.


3000 kilometrelik mesafedeki bir mutfak masasında memleketi kurtarmak, mutfak penceresinden kavak ağaçlarımızın yeni filizlenen sarı-turuncu minik yapraklarını izlemek ve son aylarda işten şikayet etmek dışında pek bir şey yaptığım söylenemez. İşimin en sevdiğim kısmı olan yaratıcılık, diğer öncelikler yüzünden sorun çözmeye kurban gidiyor. Sorun çözmek de yaratıcılık ister, o da bende ziyadesiyle var lakin bu aralar sorunlar o kadar büyük ki, altında ezildiğimi hissediyorum ve bu da bana stres olarak geri dönüyor. 


Geçen postta aynı döngünün içinden çıkamamaktan şikayet ediyordum ya, değiştirdim. Alışkanlığa dönüşmeye başladığını fark ettiğim iş dönüşü iki kadeh şarap içmeyi bıraktım. Alışkanlığı tetikleyeni bulduğunuzda ve de onun sağladığı ödülü fark ettiğinizde, ödül aynı kalmak koşuluyla rutinin yerine başka bir rutin koyarsanız alışkanlığı değiştirirsiniz. 


Ben de şarabın yerine birayı koydum puhahahhah

Her günün çorbası :)))


Yok lan şaka yapıyorum. Tetikleyen, stresi atma, gevşeme ihtiyacı, ödül ise sakinleşmek, gevşemek ve de keyif almaktı. Aynı ödülü verecek başka şeyler soktum araya, mekanizma işledi. Ne mi? çay, aromatik yağlar, uzun banyolar ve kişisel bakım ve de komedi izleyip okumak. 


Bu yukarıda bahsettiğim mekanizmayı “Alışkanlıkların gücü” kitabında okumuştum. Belki alkolikler veya madde bağımlıları için uygulaması zordur ama benim için zor olmadı, üstelik alkolün ertesi günü baş ağrısı gibi, uykusuzluk gibi yan etkilerini silmiş olması da ekstra ödül hanesine yazıldı.


Bazen bazı formülleri uygulamak için sadece okumak yetmiyor, bazen birilerinden daha duyarsanız, daha iyi ikna oluyor, pratiğe dökünce de daha iyi içselleştiriyorsunuz. Küçük Joe’nun önceki posta yorumu gibi… 


Yorum demişken ipad veya telefondan yorum cevaplamayı aylardır beceremiyordum ya, ayarları değiştirdim oldu! Evet belki tam yorumun altına cevap yazamıyorum ama en azından bir sonraki yorumda isim belirterek cevaplayabiliyorum. Çok mesudum! Cevaplamayacak diye yorum yazmaktan vazgeçenlerdenseniz artık vazgeçmenize gerek yok salın gitsin.


Ne okuyorum?


Tarık Dursun K.’dan ikinci kitabı da bitirdim: Rıza bey Aile evi. 



İzmirli olduğum için mi

Babamın İzmir’in 1950’lerini dupduru anlatışına benzetmemden mi

Yazarın insan hikayelerini anlatırkenki sadeliğinden mi

Yoksa bir roman okumaktan ziyade bir film izler gibi sürüklenip gittiğimden mi çok sevdim? 

Bilmiyorum.


Bildiğim tek şey, İzmir’i özlemişim. Canım İzmir güzel İzmir.


Bir de yeni bir Yaşar Kemal romanına başladım: Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana.

Benim Yaşar Kemalle ilgili en büyük hüznüm çok geç başlamam. 

Öle bayıla okuduğum yazarların ortak özelliği bu, geç tanışmak. Bana her muhteşem kitap “keşke daha önce okusaydım” dedirtiyor. 


Daha az kişisel gelişim daha çok roman, öykü. Ancak böyle arayı kapatabilirim.


Ne izliyorum? 


Ayak işleri


Geçenlerde çay içmeye uğrayan Arek ve Ayşe tavsiye etmişti. Önce İlker başladı diziye. Ben ne de olsa “akşam on yatağa kon”. O kadar eğlenceliymiş ki, bir tur da birlikte izliyoruz. İlaç gibi geldi. 


Maç olduğu akşamlar, çalışma odasına sepetlendiğimden Aile dizisine bakıyorum. Burada “izliyorum”dan ziyade “bakıyorum” daha doğru bir ifade zira kendini verip de merakla izlenecek bir dizi değil bence. Oyuncular güzel, oyunculuklar şahane ama işte o kadar. Bilmem belki güzelleşir. Dizinin tek iyi tarafı otuz bölümde bitecek olması. Dizinin kısası makbuldür.


Sosyal medyayı sallayan Kızılcık şerbetine hiç yeltenmedim, mesafemi koruyorum, ne dersiniz izlenir mi?


E siz neler izliyorsunuz, neler okuyorsunuz bu aralar?


PS: şimdi yazarken fark ettim de, gündeminden romanına dizisine bu aralar epey yerli ve milli takılıyoruz, tesadüfün böylesi.