sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Kasım 2013 Pazartesi

Kusursuz değil ama gerçek

- Dikkat! Okumak üzere olduğun yazı "Before Sunrise" , "Before Sunset" ve "Before Midnight" filmleri hakkında acımasız bilgiler içermektedir. Hani izlememişsindir, izlemeye niyetlisindir, filmin bütününden ziyade sonu filan önemlidir, sonra vay efendim ne bok yemeye anlattın, tuh allah kahretsin rezil kadın demek serbest değil, uyardım, diyene dalarım! -

23 Eylül 2011 Cuma

O kitap var ya o kitap!

Ben eskiden çok pisliktim. Filmlerin sonunu insanlara anlatmaktan hastalıklı bir zevk alırdım. Kendim de kitapların önce sonunu okurdum. “Manyak mısın nesin” diye soranlara “Önemli olan sonu değil, içeriği sana hissettirdikleri…” gibi havalı cümleler kurardım. Tedavi edilmesi zor bir tutum farkındayım, yıllardır kendimi rehabilite etmeye çalışıyorum. Tam kitabın en arka sayfasını açacağım, ciddi çaba sarf ederek dikkatimi başına veriyorum.
Artık büyüdüm olgunlaştım, dolayısı ile uyarıyorum,

“Bir Gün” isimli kitabı okumak veya filmini izlemek isteyenler varsa aşağıdaki “devam” yazısına tıklamasın. Sonra papaz olmayalım.

4 Eylül 2011 Pazar

Ye iç sev sevil terk et uzaklara daha uzaklara

Ümit abla on gündür yok ya, ütü yapılacak giysi birimi sepet üzerinden adlandırılmıyor artık bizim evde, biz buna kısaca "bir oda dolusu ütü" diyoruz. Pratikliğimi yitirmişim. Bana kalsa Arca'nın giysilerini ütülemem ama bu yaşına kadar ütülü giymiş çocuğa karşı saçma bir sorumluluk hissettim. Sanırım alıştıra alıştıra ütüden uzaklaştıracağım bünyesini. 

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Arca ilk kez...

Sinemaya gitti!



Allah biliyor ya, sonuna kadar izleyeceğinden ve bayılacağından 100% emindik!

18 Ağustos 2011 Perşembe

"Karamel" tadında

Arca'nın uyku saatine eşlik eden film Karamel.

Film hakkında DVD'nin arkasında yazanlardan başka bilgim yoktu.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Bir çizgiyi aşmak

İlker “Yüzüklerin Efendisi”ne kaptırmıştı kendini, itiraf ediyorum, fırsatçılık yaptım.

Hafta sonu suratımda salak bir gülümseme ile izlediğim “Before Sunrise”dan sonra aldığım yorumlarla dokuz sene sonra çevrilen devam filmini ikinci kez izlemek için yanıp tutuşuyordum.

Dokuz senelik evliliğimizde İlker’le hiç ayrı odalarda TV izlememiştik! Dün akşama kadar …

Kendimi bir çizgiyi aşmış gibi hissediyorum. Bu kararı almak kolay olmadı, kendimi çok kötü hissettim ama kendimce belirlediğim kanunlarımı bir defa delmekten bir şey olmaz diye çıktım yola.

Öncesinde direndim, çok samimiyim. “Bilgisayarı alırım kucağıma, kulaklıklarımı takarım, şu köşeye kıvrılır izlerim”, dedim. Güya TV izlemek istemediğimde önceden yaptığım gibi yine aynı odada oturacak başka bir şeyle meşgul olacaktım, aynı havayı soluyacaktık.

“Manyak mısın!” dedi, beni öbür odaya sepetledi, “rahat rahat izle”, dedi.

Dört adet televizyonu olan dört kişilik bir ailede büyüdüm ben. Ne kadar televizyon o kadar ayrışma… Buna rağmen alışkanlığım yok, her sene edindiğim bir dizim ve filmler, nadiren haber.

Meğer kural koymuşum kendime, ayrı odada televizyon izleyince bir garip oldum önce ama “Yüzüklerin Efendisi” o kadar çok reklam almış ki, İlker benim filmin yarısı benimle izledi, tekrardan. Sürekli yokladı beni, dalaştı, eski günlerimizi aratmadı.

İtiraf ediyorum, ayrı odalarda televizyon izleyen çifte dönüşme korkumu atamadım üzerimden. Allah başka zeval vermesin: )

Before Sunset

Dediğim gibi bizimkiler dokuz sene sonra tekrar bir araya geliyorlar. Bazı diyalogları başa alıp tekrar dinledim. Dalıp gittim… Tek bir öpüşme sahnesi olmayan bir aşk filmine…

Nina Simone…

“Uçağını kaçıracaksın bebeğim”
“biliyorum”

Cümleler hala kulağımda ve sahneler aklımda


Unutmadan...
Julie Delpy'yi, filmdeki siyah bluzuna benzeyen uzun zamandır giymediğim bir gömleğimi giyerek selamladım bugün.

Metroda kitap okurken gülümsüyordum.

31 Temmuz 2011 Pazar

Gün doğmadan...

"Neler doğar" diye devam etmeyeceğim.

Bir film ismi bu. Bugün Arca uyurken günün doğuşunu izledim, keyifle.

Before Sunrise

İki genç insanın Avrupa'da bir trende tanışıp gün doğuncaya kadar Viyana sokaklarında turlamaları ve sürekli sürekli konuşmaları üzerine kurulu çok ama çok keyifli bir film.



Unutmadan bu filmin 9 sene sonra devamı da çekilmiş, meğer 6 ay sonra buluşacaklarına dair sözü tutamamışlar. Ama 9 sene sonra tekrar bir araya geliyor, daha olgun daha keyifli bir buluşma...

Son olarak, bu filmde o serseri sokak şairi olmayı çok istediğimi fark ettim. Hani "kim olmayı isterseniz" diye bir soru gelse, direkt bu filmin bu sahnesini adres gösteririm. Diyor ki "bana para vermeyin bir kelime verin ve ben sizin için bir şiir yazayım, içinde bu kelime geçsin, beğenirseniz para verirsiniz". Milkshake... Şiiri de güzeldi de dilenme tarzı çok tarzdı be!!

Ay dur bişey daha diyeyim kapatayım, sabaha kadar sokaklarda sürtmelerinin sebebi çocuğun otel parası olmaması aslında. Ama bütün gece falcılara, dilencilere, sokak dançılarına, iki cafe, bir lunapark, iki bara verdikleri paralarla bir oda tutsalar daha iyiydi: GET A ROOM!! der kaçarım:)

28 Eylül 2010 Salı

Kitabın sonunu önceden okumak

Arca’nın yatak, şu Türk usulü büyüyebilen cinsinden. Büyütelim artık diyorum. Sebebi çok!
1. Arca yatakta dört dönüyor, korkuluklara kafayı vurup uyanıyor.
2. O düdük kadar boyu ile tırmanmaya çalışıyor, artık yatakta yalnız bırakmak mümkün değil.
3. Yatağa çıkmak için hep bize ihtiyacı var, halbuki normal yatağı olsa tırmanır.
4. Korkulukların üzerinden atlarken ucundan azıcık kırdım iyice tehlikeli oldu:P
5. Yanına girdim mi iki büklüm oluyorum, biraz da bencilce büyük yataaak!! diyorum.

Ama erken mi geç mi bilemiyorum? İlker erken diyor, illa ki bir alçak bariyer konacak, üstünden atlar diyor, sonra gecenin bi vakti bütün evi dolaşacak, olmadık yerlere girecek diyor… diyor da diyor! Kararsızlık noktasında kıvranıyorum (en gıcık olduğum şey) Nurturiaya mı sormalı, napmalı?



Benim sorunum bu, hayır benim bebem her şeyi önce yapıyor, derdi değil bu, başka bişey. hemen bir sonraki aşamaya geçelim istiyorum, sabırsızım! Hemen emeklesin koşsun hemen konuşsun hemen hemen… sonunu heyecanla beklediğim bir macera filmi gibi Arca. Bazen diyorum ki Arca da sonunu önceden okuyabileceğim bir kitap olsa elimde! – ben kitapların sonunu önceden okurum, çünkü okumadan başıma bişey gelir de hiç öğrenemezsem sonunu diye korkarım ! –

Bir film vardı, Ben Stiller sanırım, pek Hollywoodvari bir filmdi, CLICK. Filmi net hatırlamıyorum, demek ki göz ucu ile izlemişim, ama hatırladığım bu başrol oyuncusu bir aile babası, iş yoğunluğundan sürekli bir şeyleri zaplıyor. Mesela eşinin ailesi mi geldi, hop o kısmı ileri sarıyor, bir proje mi teslim edecek hop ileri! “Arca büyüyünce nasıl biri olacak acaba ?” diye düşünürken elimde bu imkanım olsa bi süreliğine ileri sarsam da görsem dediğimi hatırlıyorum.

Arca daha portakalımızda vitamindi, şimdi bir hamur oldu, çamur oldu. Allah için hammadde iyi de bundan sonrası nasıl olacak? Onu ellerimizde şekillendirmek ve bir ürün ortaya çıkarmak bir süreç meselesi. Doğrusu bu sürecin tadını çıkarmak, her anını yaşamak olmalı. Olmalı da benim derdim ürün! Sonuç odaklı bir yapım var maalesef! Ana babanın dilekleri istekleri bitmiyor. İlkere sorsan terbiyeli, dürüst, insan ilişkileri kuvvetli biri olsun, zekadan da yüksek notlardan da daha iyi meziyetler bunlar. Bense altını doldurmak isterim, detaylandırmak isterim. Mutlu insan olmalı pozitif olmalı, neşeli olmalı, her şeye negatif ve mızmız yaklaşmasın. Kitaplardan, sinemadan, sanattan keyif alan, yaptığı işten, sosyal çevresine kadar hayatının her anından mutluluk çıkarmayı bilen bir insan olsun. Çocuğun anlık mutluluğunu beslemek değil anlatmaya çalıştığım, bunu kendi kendine yapabilmesi için yol göstermek. Derin mevzulara giriş yaptık, sustum!

Lafın dönüp dolaşıp geldiği yere bak! Ne diyordum büyük yatak? Geçmeli mi beklemeli mi? Bu süreçte ne yapmalı?

----------------------------------------------------------------------

Filmi izlemek isteyen gerisini okumasın ama ben yazmadan edemeyeceğim:
Sonunda adam çok yaşlanmış, ve hayatını ileri sarmakla, durdurmakla geçirmiş. B.ktan zamanları yaşamaktan kurtulayım derken çocuklarının ailesinin değişme sürecine tanık olamamış. Kötüydü be!

1 Eylül 2010 Çarşamba

Marley ve ben… köpek ve ben… arca ve ben…


Arşivdeki dünya kadar film öylece raf süsü oldu çıktı. Birkaç gece de üst üste Arca ile beraber sızdıktan sonra “yeter ulen!! arca uyuduktan sonra bişeyler yapılacak! Tez Dvd izlenecek, hoşbeş edilecek, paşa gönlüm eğlenecek!” buyurdum!

Benim izlenecekler listem üçe ayrılır:
1. İlker ile izlenecekler (ikimizin de dehşet beklediği iyi filmler – İlker olsa benim bütün filmlerim iyi bikerem der – ama yok bu kısımda Ingmar Bergmanlar, almadovarlar, felliniler vardır. Ayrıca bu kadar damar olmamakla birlikte sağlam gişe filmleri de, bağımsız filmler de sayılabilir.)
2. İlkerle izlenmesine gerek olmayan eskiler (when Harry met sally, aşk ve gurur, notebook, love actually gibi tarafımdan defalarca izlenebilen - tercihen ütü yaparken - romantik, softirik filmler ile nasıl olduysa izlememiş olduğum eski filmler, misal ay çarpmasını daha geçen hafta izledim, yağmur adam sıradaki!)
3. Yine ilkerle izlenmesine gerek olmayan ve İlker beklenirse muhtemelen ertelenecek filmler (PS I love you, Karamel…)

3 no’lu listeye “Marley ve Ben” filmi de dahildi. Ama meğersem İlker de izlemek istermiş, hemen oturduk başına. Romantik komedi filan değil, çok keyifli bir sarışın köpek filmi. İlker köpek delisidir, bense yolda görsem yolumu değiştiririm. İlkokul – ev arası en bilinmedik sokakların haritası hala beynimin bir köşesinde bulunur. İlkerin üniversitedeyken bir rotweiler cinsi köpeği vardı, türlü anılarımız vardı kendisi ile… yazsam roman olur (trajikomik ile korkunun birleştiği bir tür var mı?) Ama karşıdan severim ve Arcanın da bana benzemesini istemem, zira hayat benim için zor! Ve hayvan sevgisi güzel bir şey olmalı!
Bu kısa ara nottan sonra gelelim filme. Film gerçek bir hayat öyküsü, 2 gazeteci evleniyorlar, adam muhabir olmak istiyor, ancak pek başarılı değil, kadın başarılı bir köşe yazarı. Tesadüfler sonucu adam da köşe yazarı oluyor, çocuk isteyen karısının bu isteği ertelensin diye bir köpek hediye ediyor ki ne köpek!! Macera da başlıyor. Bu arada köpeği ile ilgili yaşadıklarını köşe yazılarına taşıyan adam da başarıyı yakalıyor.

Filmin başı:
Yeliz :yok abicim köpek filan istemem eve, bak bu şarışın köpekleri çok seviyorum ama nasıl ağızlarına sıçtı!! Tipim değilsin üstü kalsın!!
İlker: eğitirsen bişey olmaz.

Filmin ilerleyen bölümleri (çocukları oluyor) :
Yeliz: Ay İlker bu köpekten alalım biz, Arca biraz büyüsün ama çişe filan o götürsün, sorumluluğunu alsın köpeğin, ama bahçeli bi ev olsun öncelikle apartman dairesi olmaz, kokar !!
İlker: tabii canım ben sana villa şeederim!

Filmin daha da ilerleyen sahneleri (başka çocukları oluyor, aile genişliyor, kadın işi bırakıyor, kadın 3 çocuk + köpekle çıldırıyor ama köpek çok şirin!!) :
Yeliz : Ay İlker bu köpekten alalım ama benim çalışmamam lazım, köpeğe de kesinlikle arcanın bakması lazım, çocuk kaç yaşında köpek sorumluluğu alabilir? 10 yaşına kadar bahçeli evimiz olur mu? Ben o zaman işi nasıl bırakırım?
İlker : zzzzzzzzzzzzzzz

Filmin sonu:
Yeliz: böhüüühü
İlker : zzzzzzzzzzzzzzz

Ertesi gün ;
İlker: ne biçim uyumuşum, filmi sonuna kadar izledin mi?
Yeliz: Yok abicim köpek almak yok!!! Ölüyo bunlar be!! Al büyüt ağzına sıçsın, sonra ölsün (ağlamaya başlar, Arca yanına gelir sarılır)

Yeliz Arcaya köpekleri karşıdan sevmenin de güzel bişey olduğunu anlatır, “köpek bu öleceği zaman belli, niye ağlıyorsun” diye mantık içsesi olmaya çalışan İlkere çemkirir, “sen ne biçim dog-loversın abicim” diye üzerine yürür, sonra puhahha diye gülmeye başlarlar ve Arca bu duygu karmaşasının içinden çıkamaz, “ammaaan bunlar gülüyor, ben de güleyim” diyerekten ortama uyar, hazırlanıp dostlarla kahvaltıya giderler…
Bize de Arcanın kahvaltı serüveninden kareleri seyredalmak düşer…

9 Temmuz 2010 Cuma

köpekler yemez halimi

Halbuki haftabaşından beri köpek dişlerinin sorumlu olduğu uykusuzluğum için karar almıştım. Arca ile birlikte uyuyacaktım ki, hem gece nöbetlerine dinç kalkayım hem de biraz uykumu alayım, Leyla modunda dolaşmayayım! Tüm planlarım magnum double çikolata yalarken biraz zaplayayım dediğim anda değişti. Hani çok sevdiğin bir film çıkar karşına, hadi birkaç sahneyi izleyeyim dersin. Dün akşamın sürprizi “The Notebook” idi. Defalarca izlediğim ve içim çıkasıya kadar ağladığım filme anında kilitlendim. Ve adet olduğu üzere salya sümük ağladım. Hani baksan bizim Yeşilçam melodramlarından ne farkı var değil mi?
Fakir oğlan zengin kız, yaz aşkı, ailenin karşı çıkması, istemeden ayrılma, mektupların saklanması vesaire vesaire… Ama işte o filmde öyle bir sihir var ki her izlediğimde istisnasız ağlattı beni. Galiba aşklarındaki sonsuzluk hissini çok güzel veriyorlar.
Şiş gözlerle yatağa gittiğimin 10. Dakikasında nöbet başladı. Arcanın sağ alt köpek dişi küçük bir baloncuk, güldükçe bize nanik yapıyor. Diş jeli ve calpol bundan gayrı derdimize çare değil, anlamış bulunuyoruz. Arca en geç 22 gibi yattığında melekler gibi uyuyor, o kadar yorgun ki ilk 4 saatlik uyku deliksiz. Derken uyku hafifliyor, diş ağrıları hissedilir oluyor ve gece 2 nöbeti başlıyor. Eğer o vakte kadar henüz uykuya dalmamışsam vay halime! Dün gece – önceki 4 gece olduğu gibi - yatak-Arca arası defalarca mekik dokumaya dayanamadım, aldım yastığı yerde yattım. Arca dümbeleği yanında yatırmıyor ki şöyle ana-oğul koklaşa koklaşa uyuyalım. İlla ki çarmıha gerilmiş gibi yayılacak. Bizim yatak? Yok biz garanti ezeriz Arcayı, yemiyor. Diyordum, dün gece – kesinlikle hatırlamıyorum- almışım yanımıza. Bi uyandık saat 6. Kendi yatağına götürdüm, kaşınıyor, uyuz gibi. Soydum, sivrisinek ısırığı, fenistil sürdüm, bu arada ishalimsi kaka ve artık uyku kaçtı, gitti, kül oldu. Toplasan 2 saat uyumadım. Son 4 gecenin bilançosu maksimum toplam 10 saattir. Böyle zamanlarda çalışmamayı çok isterdim. Çünkü Arca bu uykusuzluğa garanti 9 gibi bir sabah uykusu çekecek, ben de yatardım onunla enerji toplardım. Ama çalışmak zorundayım, üstelik işe giderken 30 km araba kullanmak zorundayım. Sabah Nihat Sırdar reklama girdi, karşıdan tatlı sabah güneşi vuruyor, pencerelerden ılık rüzgar yüzümü yalıyor, ahanda dalacağım. Açtım telefon İlkere. En azından telefonda konuşurken daha dikkatli araba kullanıyorum. Reklamlar bitesiye kadar sohbet ettik.
Köpek etti bu köpekler beni, allahım duy sesimi!!!

15 Kasım 2008 Cumartesi

Uzun

Geçen cumartesiyi hafızamdan silmek istiyorum ama olmuyor. Herşey önceki gün başladı. Kendimi pek iyi hissetmedim cuma akşamı yarım saat erken çıktım. Nasıl olsa ertesi günü birkaç saatliğine ofise gidecektim. Eve geldiğimde genel müdür aradı tabi çözemedik, dedim ki sabahtan ofiste olacağım konuşuruz. İyice dinledip 9 gibi ofise gittim, kendisi İstanbulda ben izmirde, mail attım beni arayın ofisteyim diye. 12 de aradı. Tam 4 saat telefonda konuştuk ve sonunda hallettik ama benim ofisten saat 1 gibi çıkıp evde öğle uykusu uyuma hayallerim yalan oldu. Tam adamla konuşuyorum, babam aradı cepten, çalışıyorum şu an diyorum hala konuşuyor. Sonunda telefonu suratıma kapattı. Genel müdürle işim bitince aradım açmadı, ablamı aradım, neler yaptığımı konuştuk, ona gideceklermiş. İyi sorun yok, selam söylersin dedim. Eve geldim yemek yok ve ikimiz de kurt gibi açız, markete gittik, birşeyler atıştırdık, eve gelip sızdık. Markette indirime giren Hamilelikte Pilates DVD sini aldım. Artık Yoganın tüm repliklerini ezberlediğim için bu da farklı bir tat katsın egzersizlerime dedim, ama nerdeyse 1 hafta oldu henüz başlayamadım.
Tufanın annesi Hamiyet teyze muhteşem çiğ börek yapar, ne zamandır gidelim diyoruz olmuyordu. Bu pazar sabah erkenden hep beraber gittik. Gülle ben yapımda emek verdik, sonra da deliler gibi yedik. Sohbet muhabbet, akşam maçı hep beraber bizde izlemeye karar verdik. Zeynep de Tufanın ailesi ile nihayet bir araya gelebildi:) Düdükcan için çok sevimli süpermen tulumu almış. Çok güldük kendisine:)
Ama ne yemişiz, biz kızlar eve yürüyerek gitmeye karar verdik. Max. 3 km yol zaten.
Maça kadar Juno filmini izledik. Ben tek kelimeyle bayıldım. Kısaca lise öğrencisi Juno arkadaşı ile meraktan cinsel ilişkiye giriyor ve umulmadık şekilde hamile kalıyor. Bebeği doğurup zengin bir çifte vermeye karar veriyor. Bu tarz bir evlat edinmeden daha önce canı yanmış çift biraz temkinli yaklaşıyor ama Juno hazır cevaplılığı ve cana yakınlığı ile onların gönlünü kısa zamanda fethediyor. Senaryo çok başarılıydı ve Juno dahil tüm oyunculara rol iyi oturmuştu. Little Miss Sunshine tadında çok başarılı bir pazar seyirliği idi.
Pazartesi akşam henüz ofisteyken İstanbula gideceğimin haberini vermek için annemleri aradım. BAM!! Annem tüm telefon tafra yaptı babam bana bağırarak cumartesi gününün intikamını aldı. Ağzım açık kaldı. Kulaklarıma inanamadım, zaten son bir aydır her hafta seyahat, hemen hergün ve cumartesi de dahil mesaideyim, üstelik HAMİLEYİM bu sebeple türlü hormonal gelgitler yaşıyorum, kısacası bu acımasız eleştirileri hiç hakketmediğimi düşünüyorum. Hadi onu bırak, daha fazlasına bile talibim, normalden daha fazla anlayışa! Üstelik cumartesi günü ablam annemlere durumumu anlatmış olmasına ve aradan 2 gün geçmiş olmasına rağmen durulacağına daha da sinirlenmiş olmaları beni tek kelime ile kırdı. Akşam zaten işten 8 de çıktım, ağlaya ağlaya eve geldim ve uzun bir süre İlkerin beni teselli etmesi gerekti. Zavallı çocuk hayatı benim zırlamalarımı tebessüme çevirmekle geçiyor. Nerdeyse 1 haftadır aramıyorum, İstanbula gidip geldim, ve onlar da aramadı. Bakalım nereye kadar? ama insan hamileyken zaten çok kırılgan oluyor bir de en yakınlarından beklediği anlayış yerine kapris bulduğunda canı yanıyor!! Neyse pazartesi 35. evlilik yıldönümleri, elbet arayacağım ve belki bir süre sonra aramız düzelecek ama 1 haftadır kızgınlığım geçmedi.
Hafta içi türlü iş sıkıntıları yaşadım, inkar edemeyeceğim. Ama lafını da etmek istemiyorum artık. Sadece canımı sıkan bir konuda iki çift laf etmeden geçemeyeceğim. Merkez ofiste muhasebe müdürü ile görüştüm, sağdan soldan duyduğum hurafelerin gerçeklik payını öğrenmeliydim:
1. Doğum iznindeyken firma bana maaşımı tam veriyor mu? HAYIR! 4 ay boyunca tek kuruş almıyorsun, sonra SK'ya gidip topluca alıyorsun paranı. Ve bu da şirketten aldığın maaşın %75 ine denk geliyor. Bu oran da sabit sayılmaz çünkü eğer maaşın yüksekse, SSK nın bir üst tavan limiti var, bu oran senin maaşına göre %50 lere bile gelebilir.
2. Şubatta izne çıkıp Haziranda döneceğim, ikramiyem ne olacak? YOK !! 6 aylık ikramiyenin sadece 2 aylık kısmını alacaksın, 4 aylık kısmını almayacaksın!!
3. Peki zam zamanı geliyor, hamileyim diye bana daha az zam yaparlar mı? ne de olsa bak 4 ay çalışmayacağım? YOK CANIM! ona bakmıyorlar ayrım yapmıyorlar, BİR DE YAPSALARDI. Zam zamanı göreceğiz ama bir de zammımı sırf hamileyim diye az tutarlarsa işte o zaman YUH diyeceğim.
Hani bi de Alman şirketi olacak. Yabancı şirketler insanlara fazladan doğum parası veriyor da bizim şirket nerdeyse cezalandıracak.
Süt iznini korka korka sordum bak onu istediğin gibi veriyorlarmış, ister günde 1,5 saat, ister 1 tam gün gelme işe. Ben benzin paralarımı düşünüp 1 gün izin şeklinde kullanmayı planlıyorum ama genel müdür ne der göreceğiz.
Amaaan neyse diyeceğim de işte ilkerin inşaatından satış olmazsa benim maaşla geçinmeye devam edeceğimiz için şimdiden stres sarıyor her yanımı..
Bugün cumartesi ve son zamanların en iyi cumartesisiydi. Çünkü işe gitmedim. Akşam koltukta sızdığım için sabah erkenden kalktım, çamaşır ve etrafı toplamanın ardından İlkerin annesi geldi, birlikte Çankayadaki bir toptancıya gittik, henüz belki erken ama Düdükcana yeni doğmuş veletler için ne gerekiyorsa aldı babanesi:) Zıbınlar, body ler, bereler, çoraplar, alt değiştirme bişeysi... Artık yeni doğduğunda birkaç ay giyecek kadar çok cicisi var. Tabi renkler hep aynı, mavi pembe, yeşil turuncu.. Ben maviden çok biraz beyazlara kayıyorum. Çok seviyorum bebekte beyazı. İşimizi bitirdikten sonra İkiçeşmelikten çıkarken İlkerin annesi dedi ki burada belki 50 senelik bir Hasan Yoğurtçusu var, hadi ballı yoğurt yiyelim. Ben hiç yememiştim daha önce, daldık içeriye. Eskiden sadece ballı yoğurt satarken şimdi tatlılar da katmışlar ama öyle meşhurmuş ki İzmirde hemen herkes burayı bilirmiş. Matematik öğretmenliği bölümünde okurken bir hocaları getirmiş onları buraya, 35 senedir de sık sık gelirmiş. Koca bir kase - sanırım en az yarım kiloydu - ballı yoğurt keyfimi yerine getirdi, tabi uykumu da. O ders vermeye gitti, ben de atladım otobüse doğru eve. yatakta uzanıp geçen gece havaalanında Garanti bankasının Lounge dan çaldığım Instyle dergisine bakarken uyuyakalmışım. Ballı yoğurttan tatlı bir uykuydu valla:) Sonra ablam duruyla birlikte geldi, haftanın türk kahvesi eşliğinde sohbet çok iyi geldi. Ona aldığımız cicileri gösterdim, tamadır dedi, düdükcanın ilk birkaç ayı için herşeyin var artık bunlardan başka alma, daha büyük şeyler alırsın. Bence de!!!
Bugün zorla yediğim balık günü!! Çok zor yiyorum balığı ama düdükcan için yemem lazım. Tam ironi aslında onun için yemeye çalışıyorum ve onun yüzünden bir türlü 1 balığı bitiremiyorum. Hadi bakalım bu akşam nasıl bir balık savaşı bekliyor bizi göreceğiz.

13 Ekim 2008 Pazartesi

Kelebek ve Dalgıç


Yönetmen Julian Schnabel’e Cannes Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödülü’nü getiren Kelebek ve Dalgıç filmi
Elle dergisi editörü Jean-Dominique Bauby’nin gerçek yaşam hikâyesinden yola çıkarak yazdığı kitaptan uyarlanmış.
43 yaşında geçirdiği rahatsızlık sonucu sol gözü, kulakları ve beyninden başka hiçbir organı çalışmayan, hayata sol gözünden dahil olabilen bir adamın hikayesi. Filmin en etkileyici tarafı o sol gözden anlatılmasıydı. Burada görüntü yönetmeni ve kurguyu da selamlamak lazım. O sol gözden bütün dünyayı izliyorsun, felçli bir adamın sol gözü sayesinde konuşmasına ve bir kitap yazmasına şahit oluyorsun ve onun duygularını iliklerinde hissediyorsun. Sinemanın büyüsü buradan geliyor bence, hissettiriyor. Vücudu bir dalgıç kıyafeti içine hapsolmuş olsa da sol gözü onu bir kelebek kadar özgür kılıyor.
Sinemayı eğlenceden ibaret görenler için elbette ağır gelecektir ancak ben tek kelimeyle hayran kaldım. Filmi DVD den izlemenin en iyi tarafı da bonusları. Filmin çekilme, kurgu aşamalarına ait kısa bir belgesel vardı, en az film kadar etkiledi. Henüz izlememiş olanlar için etkileyici bir eser.

5 Ekim 2008 Pazar

bir haftasonunun ardından

Az önce karnım yine kazınınca, muzlu süt yapasım geldi. Yarımdan biraz fazla muzu küçük küçük doğradım, sürahinin içine attım, sonra üzerine light süt (yağl süte dayanamıyorum) ve bal. Daldırdım blender ı içine biraç dakika bııız ve köpük köpük muzlu süt hazır. Allah blenderı icat eden zattan sağolsun. Kesin birşeyleri süzgeçten geçirmekten sıkılmış bir hatun kişidir.
Geçen haftanın tek çalışma günü cumayı az telefon çalmasını da fırsat bilerek biraz işlerimi hafifletmeye ayırdım. İyi de oldu. Önümüzdeki iki hafta epey yorulacağımı biliyorum zira. Akşam cuması tatil olan dostlardan Gül ve Orçuna yemeğe gittik. Tedarikliyiz ama, yanımızda tabu xl, okey, birkaç tane dvd de var. Gül muhteşem bir baharatlı tavuk yapmış. Artık yemek yerken mutluluktan ellerimi çırpan bir kadın oldum. Oldum olası iyi yemekten keyif alırım da 4,5 aydan sonra bu keyif coşkuya dönüştü. Yemekten sonra Royal Tenenbums filminin yönetmeni (kim hatırlamıyorum) Owen Wilson lu filminde karar kıldık. Filmden pek bahsetmeyeceğim zira uyudum:) pek keyifli bir film değilmiş, birşey kaybetmemişim. Hindistan kültürünü anlatan belgesel tadındaydı, tek hatırladığım bu. Saat 11 e doğru zeynepin eve gitmesi gerekti. Dedik ki tufan dönsün, zeynepten önceki okey turnuvalarımıza geri dönelim. Tufan zeynepi bırakıp dönünceye kadar biraz daha koltukta kestirdim, zaten artık her evin kanepesi benim uyku alanım. Gece 3 e kadar okey oynayıp beylerin ifadesini aldık:)Bu arada bütün gece yağan yağmur cansuyu gibiydi, umarım barajların biraz olsun dolmasını sağlamıştır.
Cumartesi sabah kalktığımızda canımız hiç kahvaltı hazırlamak istemedi, kaptık simitleri doğru anneme. Oh bir güzel kahvaltı yaptık. Sonra ilker eve döndü ben de bizimkilerle Kemeraltına indim. Annem alem kadın, nerde ne var acayip iyi biliyor. Hamile kıyafetleri arıyorum, artık bir beden büyük aldığım pantalonlar da belden sıkmaya başlayınca hamile pantalonu almak farz oldu. Ama alışveriş merkezlerindeki pantalonlar 130-180 ytl arası, inanılmaz pahalı. Hani diktirtmeye kalksan bakalım istediğin gibi olacak mı? Neyse anneme sıkıntımı anlatınca, salepçioğlu çarşısında iyi fiyata buluruz dedi. Bulduk nitekim. Hem de 70 dediği pantalonu 45 e aldık. Pazarda 1 demet maydonoza pazarlık eden annem bunda mı fiyat kırmayacak!!! Bir güzel öğle yemeğimi de yiyip eve döndüm alelacele. Denizi aylar sonra yakaladık bırakır mıyız, Zeynep beni evden aldı, doğru Alsancaka. Eski deniz mahsülleri yemekleri yapan Miço vardı, işte onun sokağında Kıbrıs Şehitleri caddesinin sol yamacında yeni bir cafe ye götürdü deniz bizi. Ketre. Cafe yemekleri var lezzet müthiş ama en iyisi fiyatları. Cep yakmıyor. Bonjour, Reci's filan halt etmiş burda alası var. Yemeğin sonunda bir frambuazlı cheesecake geldi, nerdeyse tabağı yalayacaktım. Ev yapımı, ve kesinlikle baymıyor, muhteşem birşey, Bugün hala ilkere anlatıyordum. Deniz bir 70 lik kalecik karası söyledi. Sonunda dayanamadım iki yudum içtim. Şifa niyetine:) salamdı sucuktu kolaydı koymuyor da şu şarap bira keyfi burnumda tütüyor şerefsizim. 6 da buluştuk ve tam 11 de kalktık. 5 saat!!! hadi tufanla beraberliğinden beri zeyneple hemen her hafta buluşur olduk da denizi 5 ay görmeyince saatler yetmiyor sohbetlere. İlginç tespitler var bu buluşmaya dair ve dipnotlar ama haftasonu postunun bir bölümünü oluşturamayacak kadar derin mevzular. Bir ara aklımda, yazmalıyım, neticede tam 4 hafta sonrasında bizim evde buluşmaya ve pijama partisi yapmaya karar vererek ayrıldık birbirimizden. Eve geldiğimde canım kocam maçlara dalmış beni bekliyordu, can bu adam ya, hiç sesi çıkmaz hamile karısı bekar arkadaşlarıyla saatlerce sokaklardaymış, evin yolunu şaşırmışmıymış...
Bu yorgunluğun üzerine pazarımızı evde lahanalar gibi yayılmaya ayırdık. Sabahın köründe kalktım her pazar olduğu gibi ama en azından ilkere kahvaltı hazırlıyorum diye teselli buluyorum. Biraz yemek yapıp etraf toplandıktan sonra, geçtik filmin başına. Hani tam evde yayılacak günmüş, fırtına kıyamet, yağmur... patlamış mısır eşliğinde "No country for old man" i izledik. Ara sıra ani çığlık tepkileri verdim, hatta son sahnede düdükcanın sağlığından endişe bile duyacak kadar hopladım yerimden. Çok başarılı bir filmdi de sonu ile ilgili bazı hayal kırıklıkları yaşamadım değil. hani katil o kadar cana kıydıktan sonra trafik kazasından bir kol kırılması ile sıyırmasaydı da ölseydi, ilahi adalet bu diyecektim, ironik bir son olacaktı ama farklı bir senaryo tercih edilmiş. Oscar almış senaryoyu bile eleştiren bir yapım var ya helal yani!!!
Akşamüzeri haftalık süt ve meyve alışverişinin ardından güzel bir yemek yedik ilkerle. Artık oturma odasındaki koltukta kötü pozisyonlarda uyuyakalmaktan sıkıldığım için kestireceksem bile yatağıma gider oldum. şaka bir yana, Düdükcan için bir bardak süt kadar gerekli görüyorum uyku olayını. Hem de haftaiçi yoğun çalışıp öğlen uykusuna hasret kaldığım için haftasonu çok değerli benim için. Tek sıkıntı saatlere yayılması, bunu da sadece 1 saat sonrasına saat kurarak ve ilkeri mutlaka kaldırması yönünde görevlendirerek aşmaya çalışıyorum. Yoksa gece uykum kaçabiliyor.
Az önceki muzlu süt öncesi yine yoga yaptım. Yoga benim için yeni değil aslında. İstanbulda yaşarken Sports Internationala üye idik ve ilkerin askerliği dönemine geldiği için ben neredeyse orada yatar olmuştum. Hatta evdeki banyo günlerimi bile spor günlerime denk getirip evdeki su parasından tasarruf ediyordum. (kronik cimri olduğumu söylemiş miydim?) Neyse yoga ile tanışmam o zamana rastlar. Deliler gibi yüzdüğüm birgün ayağıma kramp girdi, dediler ki yoga dersine gir iyi gelir. Aman ne şahane şey o öyle. Tütsüler yakılıyor, fonda bir çançingçong müziği ki çok severim, gevşe gevşe oh ne güzel. Sonraları bu dersleri kaçırmaz oldum. Pilatese de o zamanlar merak salmıştım. Sports üyeliğimizi izmire geldiğimizde mecburen sonlandırınca bu defa yoga zone vcd leri ile devam ettim. İlker benle yogi diye dalga geçiyor ki yeni kilolarımla ayı yogi olmama ramak kaldı, ama çok faydalı olduğunu düşünüyorum. Sürekli oturarak çalışmaktan ve sorumluluk altında kaskatı kesiliyorum, sonra rahat doğum için iyi olduğu konusunda uzman görüşleri var. Herşeyin ötesinde doktorun verdiği egzersizlerden çok da farkı yok. Umarım tembelliğime yenilip yarıda bırakmam şimdilik gün aşırı yapmaya çalışıyorum, iyi gidiyor.
Nerdeyse 12 oldu, yarın hafta başlıyor. Artık saçıma fön çekip yatmam lazım. İyi haftalar...
(fotografı yogakam.com dana aldım, benim düdükcan kesin içerde böyle yapıyordu, hiç sesi çıkmıyordu veletin)

3 Ekim 2008 Cuma

Uyku biraz uykuuuu...

Doktora geçen gidişimizde İlkerin sorduğu tek şey "yelizdeki bu uyku hali akşam 9 dedin mi uyumalar ne zaman bitecek?" olmuştu. Doktor uykusuzluğun uyku halinden daha beter olduğunu anlattı, kısaca bırak uyusun dedi:)Şimdi dört gözle normale dönmemi bekliyor. Aslında hak vermiyor değilim, zaten tüm gün ayrıyız, bir de akşam sadece yemekte karşılaşıyoruz, 2 çift laf edemiyoruz ve ben bulduğum heryerde uyuyorum. Misafir filan dinlemiyorum, gözler düşüyor. Ve nasıl tatlı, en sevdiğim tatlılardan daha tatlı. Nitekim bayram tatili de böyle geçti. Arifeden annemlerin yazlığa gittik ama öncesinde ne zamandır gitmediğim şantiyeye uğradık. Nerdeyse herşey bitmiş. İlkerin ilk inşaatı. Satış hala yok ki bu canımızı iyice sıkıyor ve bizi ekonomik dar boğaza itiyor ama onun bu sektör değişiminde yaşadığı tecrübeler motive olmasına yetiyor. Yada öyle görünüyor. Tek eksik bir müşteri :)
Annem muhteşem yemekler ve tatlılar yapmış. Akşam 8-11 arası uyudum tabi, sonra hadi uykum kaçmasın diye 12 de yatağa yattım. Sabah İlkerin annesi de geldi, kocaman bir bayram kahvaltısı, ananem, ablamlar, hep birarada. Çok keyifliydi. Sohbet konusu düdükcana ne isim koyacağımız idi. İlknur ile canlı bağlantı kuruldu. 50 yaş üstünde, birkaç akşam önce var mısın yok musun da annesi çok para kazanan çocuk Doruk ismi öne çıktı. İsim çok güzel de canım arkadaşım Gizemin oğlunun adı Doruk, yani o kadar yakınlarda aynı isimden iki çocuk çok fena. Sonra Deniz, Demir, Doğa, Yiğit, Cenk... Bu arada hayallerimin ismi Efe den tamamen vazgeçtik. Daha doğrusu bize Tanrı tarafından bazı işaretler gönderildiğini düşünüyoruz, çok alacakaranlık kuşağı oldu ama öyle!! Her yanımızda ağlayan çocuklar, yaramazlar hep Efe. Sonra sabahlara kadar anıran 7 yaşında bir velet var, alt kat komşumuz. Bu velet apartman toplantılarında madde olarak geçiyor, "anne ve babası tarafından gece saatlerinde susturulması..." gibisinden. İsminin Efe olduğunu öğrendiğimizden beri bizim için Efe tamamen bitmiştir.
Neyse son gözdemiz ARCA!! Ablamın verdiği isim sözlüğünden bulduk. Temiz, namuslu demekmiş. Hem kolay söylenen bir isim hem kimselerde yok. Şimdilik belirledik gibi ama daha 4-4,5 ay var, her an değişebilir. Bu isme anne, baba karşı pek tutmadılar ama genç nesil acayip beğendi.
Bayramın 1. günü öğleden sonra eve döndük ve ben 3 saat kadar uyudum yine, bu defa sağlam uyumuşum, gece uyuyamadım, Ahlaksız teklif filmine daldım, iki gözüm iki çeşme... biliyorum, defalarca izledim ve ağlamakla alakasız bir film ama tutamıyorum işte. Malum hormonlar :)
Ertesi gün ziyaretlerle geçti, arabada sürekli uyudum, akşamüstü İlkerin kuzenine gittik. Duru adında şahane bir bebekleri var, bütün durular sevimli oluyor galiba... Akşam Avrupa Yakasını izlerken bile uyumayı başarmıştım. Son gün bütün gün evdeydik, kahvaltı sonrası uyudum ama iyi ki de uyumuşum yoksa "There will be blood" filmini izlerken kesin sızardım. O film film değil sanki baştan aşağı bir Daniel Day Lewis!!! Yani bir oyuncu Oscar ı bu kadar mı hakkeder? Film de iyiydi ama oyuncu oyunculuğunu bu kadar konuşturunca film ikinci planda kalmış. DVD nin bonuslarında biri de film öncesi toplanan bilgiler, yapılan araştırmaları içeriyordu. O yıllardan kalma fotograflar ve filmler birebir yansıtılmış neredeyse. Çok incelikle işlenmiş bir film.
Bu tatilin bende bıraktığı en kötü şey sanırım kilo!!! Doktora gittiğimden beri tartılmamıştım, dün itibari ile son 2 haftada 1,5 kilo aldığımı gördüm ve şok oldum. Galiba tüm ay boyunca 1 kilo filan almak lazımdı. Ama o kadar ye, iç , yat, tatlılara yumul, çok normal, inşallah düdükcana gidiyordur da boşa almıyorumdur bu kiloları:)
Yok bunu anlatmadan geçemeyeceğim.
Hamilelikte yoga DVD si ile çalışmalara başladım. Ancak sonlara doğru sırtüstü yada sola doğru yatma kısmı var, hah işte ben tam orada uyuyakalmışım, DVD bitmiş, herhalde en az 10 dakika yerde öylece kestirmişim, ama ne yapayım eğitmen acayip yumuşak konuşuyor ve yoga insanı müthiş gevşetiyor... ahhh uyku ahhhh... sen ne tatlı şeysin:)

11 Haziran 2008 Çarşamba

Başkalarının Hayatı - Das Leben Der Anderen


Henüz Avrupa kupasının başlamadığı haftasonuydu, hani granyoz balığı yediğimiz... sofrada elimde şarap kadehi, damağımda granyozun lezzeti, aklımda az önce izlediğim muhteşem film, hatta dilimde.. yemeğin iki konusundan biri bu yeni balığın daha başka nasıl pişirileceği idiyse de diğeri filmdi.
2007 yılının yabancı film Oscarı almış, Alman. Berlin duvarının yıkılmasına 5 kala, Doğu Almanya iktidar partisinin aydınlar üzerinde kurduğu baskıdan yola çıkmış. Bir stasi - muhbir, şüphelenilen bir yazarın evine dinleme tertibatı kuruyor. Her yaşadıkları anın raporunu tutuyor. Yazarın sevgilisi aktriste mi hayran yoksa yaşadıkları aşka mı bilinmez, hem hayatlarının dışında hem de tam içinde aylar geçiriyor. Yazar ve dinleyicisi iki şekilde karşılaşıyorlar ama aslında hiç bir araya gelmiyorlar. Çok güzeldi, çok.
Hani ölmeden önce izlenmesi... ile başlayan filmlerden.

23 Mart 2008 Pazar

"kesin hasta oluyorum" tatili

perşembe... geçen yıldan kalan izinlerimi kullanıyorum, tanrım birgün önceki yoğunluktan sonra ne müthiş huzur... öğleye kadar sadece yayıldım, akşama kadar ilkerle alsancakta kendilerine ayakkabı baktık! kadın ayakkabıları konusunda kitap yazabilecek zevke sahip bu fetiş sahibi insan, kendine ayakkabı bakmaya gelince çuvallıyor. saatlerce arandık, bir dükkana 3 defa girdik ama sonunda aldık. bu bizi bi süre idare eder kanımca. ben ?? aman ne diyosun, önce onun işini bitirelim de ben ne zaman olsa bakarım, zaten kadın ayakkabılarıyla daha fazla ilgilendiğinden şimdiden gözüme kestirdiğim birkaç çift oldu bile. akşam yer cücesine somon balığı hakkında türlü hikayelerle yedirmeyi başadık. Allah baba somonu çocuklar yesin diye yaratmış... kılçıksız.. hem bak pembe pembe... yeliz de hiç sevmezdi ama tadınca çok beğendi... veee... bi dilim somon mideye indi, tarif alındı anneye derhal iletildi. gecenin ilerleyen saatlerinde benim bildik replik sahnedeydi: " ben çok feci hasta oluyorum, first defence lazım!!!" bu yıl hiç hasta olmadım diye böbürleniyordum, hem de etrafımda sürekli hasta olan birileri varken... hep kıyısından döndüm griplerin, first defence, portakal suyu, vitamin, elimden ne geliyorsa yaptım ama buraya kadar mı acaba?

cuma... yer cücesi yoğun yağış altında okula cebrenve hile ile ikna edilerek bırakıldı. öğlen annesiyle agoraya gidildi, küçük hanım kırılmasınlar diye ciciler alındı.
cumartesi... tüm planlar değişti. Rana çalışmadığından bize katılmaktan biz de alsancaka gitmekten vazgeçtik. Gizemle sahilde güzel bir yemek üzerine uzun bir yürüyüş yaptık. sonra market alışverişi ve akşam üzeri yine "hasta oluyorum" sinyalleri... birgün önce ablamla dışarıdayken ilker dreamgirls filmini izlemiş moviemax te. bana geldiğimde birkaç şarkısını dinletmişti, nasıl canım çekti ama annemlere gideceğiz diye izleyemedim dvd den.
hazır ilker henüz şantiyeden dönmemiş ve de hasta olmak üzereyken bari battaniyemi kahvemi alıp dreamgirls izleyeyim dedim. Süper film!! bir müzikalden aradığım herşey vardı. Hem öyle sıkmadan. Jennifer Hudson haklı bir ödül almış, sonra Eddie Murphy'den tut da Danny Glover'a kadar her rol her oyuncunun üzerine tam oturmuş. Akşam arkadaşlar aradı, kordona gidelim diye. Biraver, 5 dost, kordon, tabiki dışarıda oturduk, muhabbetlerin en derinine daldık, körfezden çıktık. akşam yatağa nasıl gittiğimi hatırlamıyorum, yine hastalıktan yırttım diye geçirdim içimden.
pazar... küçük kaçamağın son günü... taze ekmekli zeytinyağlı kahvaltı, mis gibi çay... ilker kahvaltı sofrasından kendinden beklenmeyecek bir teklifte bulundu.. "yürüyüş yapalım sahilde" "neeee" tabi fikir değiştirmemesi için hemen hazırlandım, 9 km yürükdük, ilknurlarda soluklandık, bacak ağrıları elimizde eve döndük...

ilker maç izliyor, yemekler pişti, şimdi biraz bloglarda gezinme, can dostlara mail atma zamanı... ve mendil elimde, burnum şıp şıp, bu defa kesin hasta oluyorum...

23 Şubat 2008 Cumartesi

Tanrı Kent


yine bir film gecesi vardı dün. Bu defa her çift bir şişe kırmızı şarap getirdi, yeşil elmalarımızı dilimledik, kurulduk televizyon başına.
Bazen filmler daha önce izlediklerimizden oluyor ama olsun, bazı filmler defalarca izlense de bıkılmaz, aynı keyif her defasında aynı dozdadır. İşte "Tanrı Kent" bu filmlerden biri.
2002 yılının olay yaratan, yönetmenine haklı övgüler kazandıran bir film. Yönetmenin kurgu, içiçe geçmiş hikayeleri aktarmadaki başarısı tarif edilemez boyutlarda. Özellikle sonun başlangıcı olan ilk sahne - tavuğun kaçışı - hafızalardan kolay kolay silinmeyecek türden.
1960 larda başlayıp 1980 lere kadar süren Brezilya gettolarındaki çete savaşları, yaş sınırı tanımıyor. Çocuklar bırak ergenliği henüz 7-8 yaşlarında öldürmenin, hırsızlığın bilincine varıyorlar. Ve o gettonun çocuğu olup onlardan biri olmamaya çalışan zenci çocuğun gözünden, fotograf makinasından o hayatların hikayeleri dantel gibi işleniyor.
Haftabaşı Almanya macerasının üzerine, yığılmış işlerin yorgunluğu ve son olarak berbat bir cuma günü de eklenince cuma akşamından beklenti, haliyle yüksek oldu. Ama şarap, elma ve "Tanrı Kent" üçlüsü biraz da sohbet haftasonuna iyi bir başlangıç için yetti de arttı bile.
İzlemeyenlere şiddetle tavsiye...

3 Şubat 2008 Pazar

herkes yemek yapabilir!!


Ratatouille eğlenceli, keyifli, üstelik en iyi orijinal senaryo dalında oscar adayı! ve ödülü alması şiddetle muhtemel!! Hani diyorum ki "Blade Runner"a tepkileri hala devam eden, "Jacket"da konsantrasyonu sıfıra inen bazı arkadaşlar beğendi bu filmi. Demek ki muhteşem!!!
... ve film hakkında son söz : son zamanlarda tek oyunu yemek yapmak olan -teyzesine çekmiş- Duru ile birlikte mutlaka tekrar izlenecek.

Filmin çıkış noktası neymiş ? "Herkes yemek yapabilir!!" Elbette, yemek yapmaktan zevk almak suretiyle herkes yemek yapabilir, aksi halde pişirdikleri gıda maddesinden öteye geçmez.

yemek yapmanın zorunluluk olduğu haller de dahil olmak üzere her türlüsünden inanılmaz keyif alan bendeniz, yiyenlerin aldığı zevki izlemekten de garip bir haz duyarım. Hazır Ratatouille'un "Herkes yemek yapabilir!!" sloganını ilke edinmişken neden uğraştırıcı gibi görünen bir yemeğin kolay yapılışını paylaşmayayım ki?

Bu bir arasıcak aslında. Yani bir ziyafet veriyorsunuz, çorbanız ve de ana yemeğiniz tamam, bunların arasına sebzeli tavuklu krep servisi hoş bir süpriz olur!!!


Krebiydi, beşamel sosuydu, hep uğraştırıcı işler diye bu yemeği yapmaya üşenenlere, knorr un beşamel sosu ile Dr. Qetkerin krep karışımını şiddetle öneriririm.
Malzemeler:
- 2 kabak, 2 havuç, 400 gr mantar
- yarım haşlanmış tavuk göğüs
- Dr. Qetkerin krep karışımı
- 1 paket knorr beşamel sos
- kaşar peyniri rendesi

Hazırlanışı:
- Sebzeleri ince şeritler halinde doğrayalım. Mantarları dörde bölelim.
- Wok ta kızgın mısırözü yağında sebzeleri sotelerken, diğer tarafta krepi ve beşamel sosu hazırlayalım.
- Sebzeler sotelendikten sonra tiftilmiş tavuğu ve beşamel sosun yarısını ilave edelim.
- Bu arada diğer ocakta krepleri pişirelim.
- Karışımı kreplere bölüştürelim ve dürüm haline getirdikten sonra fırın kabına dizelim.
- Sosun kalanını kreplerin üzerine ilave edelim, sonrasında da rendelenmiş kaşarları.
- 200 C de önceden ısıtılmış fırında kaşarlar eriyene kadar pişirelim.

Şefin tavsiyesi : Ana yemek olarak tercih edilirse yanına mevsim salata yakışır.