Yelizin kitapları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yelizin kitapları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Temmuz 2025 Cumartesi

İki roman ve ergenlik üzerine

 Kitap okuma alışkanlığı edinmemi, leş gibi sıkıldığım ergenlik yıllarımın yazlarına borçluyuz.

Elime ne geçerse okudum. Yazık ki ailemin tavandan zemine kitap raflarıyla dolu bir kütüphanesi yoktu. Dolayısıyla elime geçenler, babamın 1960’lardan kalma Tübitak Bilim ve Teknik dergileri ve annemin beyaz dizileri ile sınırlıydı. 

“Geniş omuzları ve uzun boyuyla odayı dolduran” yanık tenli, güçlü, zengin erkek ile sahnenin en ateşli yerinde “erkeğin güçlü parmaklarıyla mengene gibi sıktığı kolu”nu hışımla çeken “narin, güzel, tecrübesiz” kadın… 

Hepsinde aynıdır. Biliyorum çünkü bizim evdeki bütün seriyi o bıkkın yazlarda bitirdim. Utanmıyorum derken şimdi utanmıyorum. Geçmişimle yüzleşebilecek olgunluğa eriştim çok şükür. Yoksa o yaz tabii ki ulu orta okumadım beyaz dizileri. 

Odayı dolduran adamların güçlü kollarının sardığı narin kadınlara ait erotik hikayeleri okuduktan sonra bir metre altmış beş santim boyunda kocalarıyla yatağa giren kadınların psikolojisini hiç anlayamadım. 

Belki de o yüzden aşk romanları yazarı olmakla mühendislik arasında fazla tereddüt etmeden fen lisesine gittim. Aşktan anlamıyordum, bilim ve teknolojiye, en azından 1960’ların teknolojisine - dergiler sağ olsun - hakimdim. 

Sonraları, okuma zevkim bir ergene yakışan şekilde evrildi. Ablam klasiklerine, Aziz Nesin’lerine ve Agatha Christie’lerine çökmeme izin vermeseydi, ne olurdum hiç bilmiyorum. İyi okur olma tohumlarını ablam ekti, yıllar içinde yollarımın kesiştiği kitap kurtları ise, yeni yazarlar edinmemi, okuduklarımın çeşitliliğini sağladı.

Tavsiyelerin kıymetini, ancak evinde tavandan zemini kitaplık rafları olmayan okurlar bilir. Nitekim benim de tavsiyelerine kulak verdiğim, alışveriş sepetimi siparişe dönüştürmeden evvel, son bir tur “ne okumuşlar” diye bakıp “ne tavsiye etse okurum” dediğim iyi okur bildiklerim var. 

Şahsımın da başkaları için böyle bir kategoride olduğunu bir instagram DM’sinden öğrendim, hattın öbür ucundan “okuduklarınızı nerede paylaşıyorsunuz, ben sizin tavsiyelerinizi hep keyifle okudum” diye bir mesaj alınca fark ettim ki, ne vakittir okuduklarımı paylaşmıyorum. 

(devamı tavsiyedir, ilgilenmeyenler yazıyı terk edebilir 😀 )

Türkiye’de yaşarken gündemden kaçma planlarımın en başarılısı her zaman kitaplar oldu. Kitap kurdu olmamı berbat ülke gündemine borçluyuz. 

Bu yaz öyle bir gündemin içine düştük ki, daha memleket hava sahasına girmeden ablamların evine teslim edilen kitap siparişime dua ettim. Kitap kulesine yan gözle bakan muhterem kocamı da “ben bunları burada bitiriveririm sen merak etme” diyerek teskin ettim. O anda Belçika’ya dönüş bavullarına gizlice koyacağım yeni kitap siparişinden haberi yoktu. 

Veronica Raimo’dan “Yalan Dolan”a başladım. 

Son zamanlarda bu kadar keyifle okuduğum başka bir roman oldu mu, hatırlamıyorum. Kahkaha attığım bile oldu, hem de en hüzünlendirecek kısımlarında.

İnsan kendisiyle dalga geçebildiği sürece başına gelen her türlü dertten kurtulabilir kanımca. 

Hayatta kalma dersi 101: Kendinle dalga geçmeyi öğren.

Vero büyüme sancıları içinde, kontrol manyağı kaygı bozukluğu sınırında bir anne ve her dehşet verici hadiseye yorumu “paradoksun doruklarındayız” olan bir baba, ailenin gözbebeği dahi bir ağabey üçgeninde kıvranıyor. Bize de su gibi akıp giden romanın sayfaları arasında yüzümüzden gülümseme eksilmeden kaybolmak düşüyor.

İyi ki bu kitapla yollarımız kesişmiş. Kadın yazarları yayınlayan Medusa Yayınlarıyla tanıştığım kitap oldu.

Bu kitaptan hemen önce bitirdiğim “Yetişkinlerin Yalan Hayatı” da usta yalancı süper zeki bir ergeni merkeze alıyordu. “Ne yazsa okurum” kategorisindeki yazar listemin ilk sıralarında yer alan Elena Ferrante yazmış, okumayacak mıyız? 

İki kitabın bir ortak noktası İtalyan kadın yazarlar ise, bir diğeri de usta yalancı süper zeki ergenleri merkeze almasıydı. 

Ergenlikte hayatta kalma dersi 102: Yalanlarla günü kurtar.

Bu iki kadın yazmasaydı, ergenlikte hayatta kalmanın kitabını ben yazabilirdim; ergenliğin zor günlerini katlanılabilir kılan tek şey bazen iyi tasarlanmış yalanlar oluyor. Yani en azından benim için öyleydi. Kendi hayatımı korumanın başka yolu yoktu ya da söylediğim yalanlar bana ne kadar zeki olduğumu kanıtlıyordu, bilmiyorum. Fark etmez de, zaten. Günü kurtarıyor muydum? Evet! 

“Yetişkinlerin Yalan Hayatı” mizah unsurunu “Yalan Dolan” kadar kullanmamış olduğundan, daha katmanlı bir roman izlenimi veriyor. Bir ergenlik mağduru kız çocuğunun varoluş sınavı, çürümüş aile kavramı şoku ve bir bileklik etrafında kurgulanan romanı okurken sık sık kendi ergenliğime döndüm. Büyümek ne kadar zor ve ne kadar kendine has bir şey. Herkes on sekizine gelince büyümüş olmuyor bazılarımız otuza kadar bazılarımız on ikisinde… Kimimiz hep çocuk kalıyor. 

7 Ocak 2024 Pazar

Kanepe üstü battaniye altından kitap tavsiyesi : Sınır

 Bütün cumartesiyi geçireceğimden neredeyse emin olduğum yerdeydim. Kanepe üstü battaniye altı. Üzerime iki beden büyük gelen eşofman altım ve tüylü kazağımdan oluşan kombinimle bol bol sıcak çay, kitap, netflix ve sosyal medya sarmalından bildirmeye hazırdım. 



Hormonlarıma kulak veriyordum, evet ihtiyacım olan tek şeyi bilmenin güveni içindeydim: kanepe üstü battaniye altı. 


Üstelik az önce İlker Arca’yı maçtan almaya gitmişti, evin sessizliğinde, çayımı içerken novellayı bitirdim: Sınır.


Önceki gece bitiremeden uyuyakalmıştım, tam da olayların çözümlenmeye başladığı yerde ve rüyamda kitabın sonunu yazmıştım, huzursuz bir geceydi, huzursuz bir son.


Novellanın bana ulaşması da, sonu da, konusu da kitap her şeyiyle ilginçti.


İzmir’deyken bir gün devasa alışveriş merkezine gittim. Giysi dükkanlarının hiçbiri ilgimi çekmedi, dümeni kitapçılara kırdım.


Sonunda dilini anladığım kitapların kokusu içinde kaybolmak, raflardan kitapları çekip sayfalarını karıştırmak, arka kapaklarını okumak (okuyabilmek) iyi hissettirmişti. 


Girdiğim son kitapçıda daha fazla oyalandım, çünkü zincir kitapçılar gibi oyuncak ve hediyelik eşyalardan ziyade tavandan zemine kocaman raflarıyla yüzlerce kitap vardı. Özellikle yeni çıkan Türkçe kitaplardan birkaç tanesinde karar kıldım, kolumun altına sıkıştırdım. 


İlginçtir, kitaplarımı genelde Belçika’dayken önden araştırma ve internetten sipariş etme gibi bir alışkanlığım vardır, lakin bu gelişim son ana kadar belirsizliğini koruduğundan sipariş bile vermemiştim. 


İşimi bitirmiş kasaya doğru ilerlerken bir çalışan yanıma yanaştı, önce Murat Gülsoy’un söyleşisinden bahsetti, cuma günüydü, gelmez miydim? yazık ki dönüşüme denk geliyordu, katılamayacaktım. Sonra Sınır’ı uzattı bana, “mutlaka okuyun” dedi, filmini izlemiş çok etkilenmiş, kitabı daha da vurucuymuş, çok ilginçmiş falan filan…Kuzey Avrupa edebiyatını sevdiğimden mi, adamın efendi ve bilgili oluşundan mı bilmem, ilgimi çekti ve bu novellayı da aldım. 


Ablamın dersten çıkmasını beklerken de aynı kitapçının kafesinde bir kahve içeyim dedim. Sonra ne dürttü bilmem hellimli salata söyleyiverdim. Hani şu İlkerle Arcanın beni şiddetle kınadığı salata! O koca avmde dönercisinden kebapçısına bir dünya yiyecek yer varken ne diye kitapçının kafesinde yemişim…. Neyse oraya dönmeyelim. Ben o meşhur salatayı yerken bu novelladan birkaç sayfa okuduydum. Sonra ablam geldi, sonra ben kitabı bir daha hiç elime almamıştım. Demek o birkaç sayfa sarmamış beni. Hatta bagaj sınırını aştığım için İzmirde bırakıverecektim de baktım incecik atıverdim el çantama. Ama uçakta da okumadım, dönüşte de, tatilde de… 


Sonrasında akşamları azar azar içine çekti. İlginç ve hayal gücünün sınırlarını aşan bir konusu var. Şimdi anlatmaya başlasam spoiler vermeden geçemeyeceğim o yüzden sustum. Fakat rüyama girmesi de huzursuz etmesi de ilginç. 


Özellikle Kuzey Avrupa edebiyatı ilginizi çekiyorsa, okuyun, ilginç ;)


2 Ekim 2023 Pazartesi

Ne okuyorum? Tam liste tam tavsiyelik

 Hadi bakalım ben kitaplarımdan en son ne zaman bahsettim? Halbuki ne çok okuyorum bu aralar aman nazarlar değmesin aman!


 Yaz başı elimde “İşin aslı, Judit ve sonrası” vardı. Ahu önermişti, çok keyifle okudum. Bana biri kitap önerdi mi öyle mutlu oluyorum ki, ben de herkese anlatmak istiyorum, ben de “siz de okuyun seversiniz” demek istiyorum.



Kitapta beni en çok yakalayan şey anlatım şekli oldu. Hep ikinci şahısa konuşur gibi anlatıyor, üç bölüm üç kişi üç başka kişiye üç başka bakış açısından anlatıyor, aynı hikayeyi. Farklı bir deneyimdi, Macar edebiyatını zaten çok severim, çok keyif alarak okudum. Bir aşk üçgeninden ziyade bir dönemin bir ülkede sıradan insanlar açısından yansımasıydı ve çok vurucuydu. 


Sonra ? Sonra tatile çıktık ve ben “Burası Radyo Şarampol”e başladım. Nasıl güzel bir kitapsındır sen? Sen nasıl yakalarsın kolumdan ve nasıl da anlatırsın tatlı tatlı… Çok kadın romanıydı, çok dönem romanıydı, çok ama çok sevdim bu kitabı. 


En çok Mine Ablayı sevdim.Aşkını anlatırken içtiği çaya benzetmesini. Ve Filiz tabii ki, ilk aşkının peşinden bir ömür geçirmesini, unutmadan. Ve insanın birden fazla hayatı olduğunu birbirine bağlamaktansa belki de ayırmak gerektiğini söylediği satırları, bunca ay geçti unutmadım. 


Sahi tek bir hayat yaşamak mümkün mü zaten? 


Ben Şükran Yiğit okumaya daha doğrusu dinlemeye “Ankara, mon amour” ile başlamıştım, “Çatı katı aşıkları” ile dinlemeye devam ettim lakin nedendir bilmem, okumak da istedim ve galiba iyi de ettim. “Burası Radyo Şarampol” okumak için çok iyi bir seçimmiş. Çok iyi geldi bana, itiraf edeyim biraz burktu sonlarda ama yok en azından gerçekti, gerçek bir hayata tanıklık etmişim gibi hissettirdi. Teşekkürler Şükran Yiğit, seninle ve şahane anlattığın hikayenle geçirdiğim tatil günlerim eşsizdi.


İspanya’da tatildeyken bir gün bir su parkına gittik. Malum iki ergeni ve bir İlkeri eğlemek için bundan daha iyi bir fikir olabilir miydi? Ben? Ben adrenalin sevmem. Denedim, yani önyargılı değilim, lakin adrenalin beni tüketiyor, hiç gerek yok. Eh bir şekilde birinin çantalara da bakması lazım pipililer ikiden üçe çıkmış, benim çimlerin üzerine yayılıp, kitap okumamdan daha faydalı bir su parkı aktivitesi ne olabilir? Evet acıkınca bira patates yapmak olabilir :)))


Radyo Şarampolü bitirmişim, ne okusam diye Kindle’a bakınıyorum, bir taraftan gözüm Instagramdaki en sevdiğim takip ettiklerimde ve ne okuduklarında…. Derken gözüme gönlüme bir kitap ilişti, Isabel Allende “Denizin uzun taçyaprağı” … Herkesler yazarın eski edebi tadını almışlardı, hem ikinci dünya savaşı hem İspanya iç savaşı hem de Şilinin yakın tarihine ışık tutuyordu, bundan iyisi Şam’da kayısı idi, ne yapmalıydı eh tabii ki okumalıydı. İtiraf ediyorum, benim İspanya bilgim pek sınırlıdır. Avrupa tarihini okuttular mı ki bilelim? ara sıra Arca’dan dinliyorum da, hala Roma İmpratorluğundalar yakın tarihe geçemedik, Henüz “Çanlar kimin için çalıyor”u da okumadığıma göre… 


Neyse… Roman madem İspanya iç savaşından başlıyor madem İspanyadayız, eh madem bütün gün benim, açtım wikipediayı tüm İspanya yakın tarihini okudum. Ne acılar… 


Denizin uzun taçyaprağı tamlaması Neruda’nın dilinden canım vatanı Şili’yi tanılıyor. 


İspanya iç savaşından başlayan bir hikayenin Neruda’nın gemisiyle Şili’ye gelen ve Şili’yi vatan bilen İspanyolları anlatıyor. Ve bu noktadan Şili’nin yakın tarihine ışık tutuyor. Ruhlar Evindeki gibi olağanüstü gerçeklik yok, var olan tek şey olsa olsa var olan gerçeklik. 


Nefis bir roman. Okuyun, benim gibi bir Isabel Allende hayranıysanız mutlaka okuyun!


Ve sonra “Akhillues’un Şarkısı” … Aman yarabbim nasıl da çekti beni içine nasıl da sevdim nasıl da sarıldım o oğlan çocuklarına …. Evvelden aynı yazarın Kirke’sini okumuştum, onda başka bir keyif vardı, hani hangisini önce okusam derseniz, Kirke derim. 


Ve sonra Türkiye’den kitaplarım geldi, yeayy! 


5 Seçim’i anlatmıştım. Hayattaki rollerimiz, her biri ayrı hayatlarımız için hedef belirleme, hedefe yönelik ilerleme vs… bence iyi yazılmış biraz fazla plaza ağzı ama yine de faydalı bir kitap. Uygulanabilirliği var.


“Bir kimya meselesi” çok keyifle okundu, itinayla tavsiye edildi hatta Duru’ya teslim edildi. Yürek burkan bir hikayeden bu kadar feminizm nasıl çıkar? Çıktı hem de nasıl çıktı. Amerika, 1960’lar, bir kimyager, bir bilim insanından bir televizyon yıldızının çıkışı ve mizahla kotarılmış şahane bir roman. Tam bir yaz romanı, kafa dağıtmalık, ama asla küçümsenmeyecek bir roman.



Üstüne Behice’nin yarım kalmış işlerine daldım. Bunca acı nasıl güzel nasıl ince bir mizahla anlatılmış, nasıl da sarılası geliyor insanın Ayşe Püren’e… Her fırsatta elime aldım, her fırsatta okudum, çok ama çok içten bir yeniden hayata başlama hikayesiydi.


Bu aralar kitaplardan yana nasıl da şanslıyım, nasıl da iyi geldi her biri … 


İstedim ki, “ne okusam” diye düşünüyorsanız belki bu tavsiyeler işinize yarar…


Şimdi ne mi okuyorum? “Arıların uğultusu” yine yeni çıkanlardan ve yine tavsiyelerinde her zaman isabet ettirenlerden bir tavsiye.. Bir de tabii yürüyüşlerimde dinlediğim “Kalk yerine yat” var. Kısa kısa öyküler, Şermin tatlılığında. Dinlemesi keyifli.


Peki siz ne okuyorsunuz?

11 Eylül 2023 Pazartesi

Kitap, kaybolmak, yolunu bulmak ve hep ayağa kalkmak üzerine

 Belçika’da üst üste üç gün otuz derecenin üzerinde seyretmesi Türkiye’de bile haber olmuşken, mayışan beynim yüzünden markette komşumu tanıyamamam gayet normal değil mi? Ya da yaşlılık mı? Belki bilmiyorum, havalar normale dönünce tekrar irdelemek lazım. 

Yaşlılık mı dedim? etrafımdaki gençlerin enerjilerine tanık olunca daha iyi fark ediyorum ki, yaşlanıyorum. Doğal bir süreç fakat insan hayret ediyor…. 


Etrafımda gençler var, evet. Duru geldi. Ve arkadaşı Ayşegül. Ayşegül yirmi dört saat hemen hiç uyumadan yolculuk etmişti, Amsterdam otobüsünden aldık, eve getirdik. Muhterem yine mutfağa girmiş, lazanya yapmıştı. Bir kadeh şarap da içtiler mi, yatar uyur kızlar diye düşünürken baktım duşlar alınmış, nerde bira içmeye gidelim diye soruyorlar. Ertesi sabah Antwerp’e oradan da Gent’e gittiler, trenler, tramvaylar in bin yürü gez, gecenin yarılarında döndüler. Ve en sonunda da Amsterdam’a … Ve tüm bunları mevsim normallerinin rekor üzerinde hava koşullarında yaptılar, yapıyorlar. Ben anlatırken yoruluyorum. 


İlker, biz de onların yaşında buralarda olaydık biz de buraların tozunu attırırdık dedi. Sahi keşke olaydık be! Şimdi kırklarımızda, çocuklu yaşamımızda bu hız nerdeee…


Kendi tempomda bile bazen çok hızlı olduğumu düşünüyorum. Frene basma ihtiyacı hissediyorum. Çünkü beyin yorgunluğu genç olsan bile altından kalkılabilecek bir şey değil. İhtiyaç duyduğun şey: rahatlama. Ben bunu farkında olmadan yapıyormuşum, sabah yedide mesaiye başlayıp öğlen olmadan beşinci toplantıma girdiğim ve oturmaktan basurumun nüksettiği bir evde çalışma günümde kendimi sokağa atınca anladım. 



Hızlı bir öğle yemeği yedim, öğlen birdeki toplantıya red cevabı gönderdim ve spor ayakkabılarımı giyip mahallede yürüyüşe çıktım. Kulağımda müzik, rota belirlemeksizin yürüdüm. Ve tabii dönüşte kayboldum. Altı yıldır yaşadığım mahallede kaybolmak da ancak benim başıma gelecek bir şey. Derken bir yol çıktı karşıma. Gül yolu. Genişliği ancak bir metre hani yan yana iki kişi zor yürürsün, bırak arabayı bisiklet geçişi yasak. Ve bu yolun duvarları resimler, çeşitli el işlemeleri, minik kutular , tek kalmış bebek çorapları ve türlü çiçeklerden saksılar boyu bir sergiye dönüştürülmüştü. Günün geri kalanının bu güzel sürprizle kutsandığını, bana nasıl da iyi geldiğini ve yük olmadan müthiş bir verimlilikle geçtiğini söylesem, abartmış olmam. 


Bugün elimdeki kitabın son bölümüne geldiğimde “rahatlama”, bu anı düşünüp gülümsedim, insana aradığı geliyor.


Elimdeki kitap “5 seçim”. 



Aralık ayında bu eğitime katılamamıştım, çok da umursamamıştım zira zaman yönetimi ise mesele, kitabını yazarım diye büyüklenmiştim ama departman müdürüm ısrar etti, hızlandırılmış da olsa kısa bir eğitim vereyim departmandan eksikli kalma dedi. Yoğunluğun az olduğu Ağustos’a ayarladık. Yeni ve ilginç yaklaşımları vardı, zaten bildiğim pek çok yöntemi saymazsak, uygulanabilirliği olan dahası sadece iş değil, hatta işten daha fazla özel yaşamı kapsayan uzun lafın kısası, verimliliği hayatın merkezine koyan bir anlayış sunuyor. Stefaan kitabı da var, sen çok okuyan birisin, belki ilgini çeker deyince, kitaba aydım ve sıcağı sıcağına Türkiyeden ablamlarla getirttim. 


Eğitimin üzerine kitabı ana dilde okumak epey pekiştirdi. 


Kitabın ve eğitimin bence püf noktası beyne odaklanması ve beyni her anlamda sağlıklı tutma önerilerini bir arada toplaması. İşte rahatlama 5.seçimde devreye giriyor. Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur sözünün vücut bulmuş hali diyelim.


Kitabı, itiraf ediyorum, İlkeri düşünerek okudum. Ve İlkerle ilişkimizi. 


Hayattaki rollerinizi modellemenizi istiyor kitap. Anne, baba, kardeş, evlat, lider, sporcu vesaire… Hayatta pek çok rolümüz var. Her birinde neredeyiz? Ve nerde olmak istiyoruz? Bunu hayatının odağına koymanın bize getirisi ne olur?


Eş olarak şahane bir rolüm olduğunu düşünürken birden bundan daha iyi ne yapabilirime odaklanınca ne çok eksiğim ihmallerim olduğunu fark ettim. 


Ben İlker’in en iyi arkadaşı olarak onun hayallerini gerçekleştirmesinde ne kadar katkıda bulunuyordum? Burada ne yapmak istediği ile ilgili hayatına ne kadar müdahildim? Halbuki o,  buraya gelirken anlaşmaya vardığımız iş bölümü ve rol paylaşımında olması gerekenin de ötesinde bir performans sergilerken ben ne yapmıştım? Cömertçe bana sunulanı kabul ederken iş bölümündeki kendi rolüme - kariyer yapmak - fazlaca dalmış ve ihmalkar davranmıştım. Nasıl ki ilk geldiğimizde kendimi aptal gibi hissedip daha azına razı olacakken İlker bana benden fazla inanıp destek olduysa, benim de onun için yapabileceğim bir şeyler olmalıydı. 


Kendimden yola çıkarak konuşmaya başladığım bu konu artık bende bir tıkanmışlık olmaktan çıktı. Belki geç kalınmış bir adımdı ama ve lakin hiçbir şey için geç değildir.




16 Nisan 2023 Pazar

3N 1 ben: Nisan

 Nisan

Dün bahar şöyle bir göz kırptı ama fazla yüz vermeden kaçtı saklandı yine. Pazar sabahında yine bulutlarla birlikteyiz, bekleriz.

En Avrupalı özelliğimin havalardan şikayet etmek olması an meselesi. 

Ve de güneşi gördüm mü kendimi dışarı atma telaşesi.

Dünden, Louisa caddeleri: Güneşi gören masum Avrupalı kendini sokaklara atar


Asimile oluyorum a dostlar! 


Hemen her ay bloga naklettiğim (3N; ne okuyorum ne izliyorum ne yapıyorum) üçlememde Nisanın en önemli konu başlığı seçim. Hani N’ye sokarım bilmiyorum - ki bu da ne kadar önemli , onu da bilmiyorum - lakin seçim, bizim evin en önemli gündem maddesi. 


Her akşam twitter özenle açılıyor, gün içinde neler kaçmış yakalanıyor. Twitter benim, ana akım medya İlkerin paylaşım kaynağı, uzun uzun tartışıyoruz. Haberlerinde hiçbir heyecan olmayan Belçikalılar bizim gündemimizden haberdar. Nerede tatil yapacağız, akşam nerede rezervasyon yaptıralım, haftasonu barbekü mü yapsak gibi sorunları olan bir millet için Türkiye her yeni gün yeni bir renk. Hani derler ya vatandaşı olmasan şahane ülke, işte öyle…


Ne yapıyorum?


Mutfak penceresinden. Kavak ağaçları. Nadir bulunan az bulutlu bir günden.


3000 kilometrelik mesafedeki bir mutfak masasında memleketi kurtarmak, mutfak penceresinden kavak ağaçlarımızın yeni filizlenen sarı-turuncu minik yapraklarını izlemek ve son aylarda işten şikayet etmek dışında pek bir şey yaptığım söylenemez. İşimin en sevdiğim kısmı olan yaratıcılık, diğer öncelikler yüzünden sorun çözmeye kurban gidiyor. Sorun çözmek de yaratıcılık ister, o da bende ziyadesiyle var lakin bu aralar sorunlar o kadar büyük ki, altında ezildiğimi hissediyorum ve bu da bana stres olarak geri dönüyor. 


Geçen postta aynı döngünün içinden çıkamamaktan şikayet ediyordum ya, değiştirdim. Alışkanlığa dönüşmeye başladığını fark ettiğim iş dönüşü iki kadeh şarap içmeyi bıraktım. Alışkanlığı tetikleyeni bulduğunuzda ve de onun sağladığı ödülü fark ettiğinizde, ödül aynı kalmak koşuluyla rutinin yerine başka bir rutin koyarsanız alışkanlığı değiştirirsiniz. 


Ben de şarabın yerine birayı koydum puhahahhah

Her günün çorbası :)))


Yok lan şaka yapıyorum. Tetikleyen, stresi atma, gevşeme ihtiyacı, ödül ise sakinleşmek, gevşemek ve de keyif almaktı. Aynı ödülü verecek başka şeyler soktum araya, mekanizma işledi. Ne mi? çay, aromatik yağlar, uzun banyolar ve kişisel bakım ve de komedi izleyip okumak. 


Bu yukarıda bahsettiğim mekanizmayı “Alışkanlıkların gücü” kitabında okumuştum. Belki alkolikler veya madde bağımlıları için uygulaması zordur ama benim için zor olmadı, üstelik alkolün ertesi günü baş ağrısı gibi, uykusuzluk gibi yan etkilerini silmiş olması da ekstra ödül hanesine yazıldı.


Bazen bazı formülleri uygulamak için sadece okumak yetmiyor, bazen birilerinden daha duyarsanız, daha iyi ikna oluyor, pratiğe dökünce de daha iyi içselleştiriyorsunuz. Küçük Joe’nun önceki posta yorumu gibi… 


Yorum demişken ipad veya telefondan yorum cevaplamayı aylardır beceremiyordum ya, ayarları değiştirdim oldu! Evet belki tam yorumun altına cevap yazamıyorum ama en azından bir sonraki yorumda isim belirterek cevaplayabiliyorum. Çok mesudum! Cevaplamayacak diye yorum yazmaktan vazgeçenlerdenseniz artık vazgeçmenize gerek yok salın gitsin.


Ne okuyorum?


Tarık Dursun K.’dan ikinci kitabı da bitirdim: Rıza bey Aile evi. 



İzmirli olduğum için mi

Babamın İzmir’in 1950’lerini dupduru anlatışına benzetmemden mi

Yazarın insan hikayelerini anlatırkenki sadeliğinden mi

Yoksa bir roman okumaktan ziyade bir film izler gibi sürüklenip gittiğimden mi çok sevdim? 

Bilmiyorum.


Bildiğim tek şey, İzmir’i özlemişim. Canım İzmir güzel İzmir.


Bir de yeni bir Yaşar Kemal romanına başladım: Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana.

Benim Yaşar Kemalle ilgili en büyük hüznüm çok geç başlamam. 

Öle bayıla okuduğum yazarların ortak özelliği bu, geç tanışmak. Bana her muhteşem kitap “keşke daha önce okusaydım” dedirtiyor. 


Daha az kişisel gelişim daha çok roman, öykü. Ancak böyle arayı kapatabilirim.


Ne izliyorum? 


Ayak işleri


Geçenlerde çay içmeye uğrayan Arek ve Ayşe tavsiye etmişti. Önce İlker başladı diziye. Ben ne de olsa “akşam on yatağa kon”. O kadar eğlenceliymiş ki, bir tur da birlikte izliyoruz. İlaç gibi geldi. 


Maç olduğu akşamlar, çalışma odasına sepetlendiğimden Aile dizisine bakıyorum. Burada “izliyorum”dan ziyade “bakıyorum” daha doğru bir ifade zira kendini verip de merakla izlenecek bir dizi değil bence. Oyuncular güzel, oyunculuklar şahane ama işte o kadar. Bilmem belki güzelleşir. Dizinin tek iyi tarafı otuz bölümde bitecek olması. Dizinin kısası makbuldür.


Sosyal medyayı sallayan Kızılcık şerbetine hiç yeltenmedim, mesafemi koruyorum, ne dersiniz izlenir mi?


E siz neler izliyorsunuz, neler okuyorsunuz bu aralar?


PS: şimdi yazarken fark ettim de, gündeminden romanına dizisine bu aralar epey yerli ve milli takılıyoruz, tesadüfün böylesi.


21 Ocak 2023 Cumartesi

Okumalara doyamamak

Geçen haftaydı…

Baktım yağmurun dineceği yok, baktım, bizim evin pipilileri öğlenden başladılar maç izlemeye, bastım çıktım dışarı. En favori parkım, kuvvetli rüzgar sebebi ve emniyet kaygısıyla kapatılmıştı. Ben de güzergahımı değiştirdim, mahalle aralarında yeni evler yeni dükkanlar, semtler keşfetmeye yöneldim. Bariz bir düzenleme dikkatimi çekti, tepelerde büyük bahçeli, çok pahalı olduğu her halinden belli evler göze çarparken, tren istasyonu ve tramvay duraklarına yakın sokaklar görece küçük, bitişik nizam sıra evlerden oluşuyor. Merkez cadde ise dükkan üstü evlerle dolu. Vaktiyle esnaf altta dükkanı üstte dairesi şeklinde yaşarmış buralarda. Gelenek devam ettirilmiyor, üst evler daire daire bölünüp kiralanıyormuş şimdilerde. 

Böyle böyle yağmur altında sekiz kilometre yürümüşüm. 

9 Ağustos 2022 Salı

"Ben yalnız çalışırım" vs "scenius"

 Yedi yıl kadar önce, çok satan bir kitabı birkaç saat içinde okumuş ve burun kıvırarak blogda özetini geçmiştim. Austin Kleon'dan "Bir Sanatçı Gibi Araklayın".

Kitabı yerden yere vurmamıştım tabii ki, lakin beğenmediğim için değil, halihazırda maddelediği her şeyi yaptığım için yani bana yeni bir şey söylemediği için bir hayalkırıklığı olmuştu kitap.

7 Ağustos 2022 Pazar

Kitap yorumu: Mutlu Aile Çöplüğü

 İki günde yaladım yuttum, çok akıcı çok sürükleyici bir roman. Aşk üçgeninden kadınca sorgulamalara uzanan iyi bir kurgu.