İzmir dünyanın en güzel şehri olabilir - ki bence öyle - yazık ki pek yeşil değildir. Kültürpark'tan başka (şimdi bir de Kent ormanı var), ağaçların altında yürüyebileceğiniz yolları yoktur. Üniversite için İstanbul'a gittiğimde, küçük kampüsümüzün sayılı ağaçlarının ve komşumuz Gezi Parkı'nın bana orman gibi gelmesinin sebebi bu olsa gerek.
Bayram ve okulların açılmasının gündeme hakim olduğu bugünlerde sosyal medya tercihimi twitter'dan yana kullanıyorum. Hem, evet, birbirinin eşi tatil ve okul paylaşımlarından gına geldi, hem de twitter'da takip ettiğim profillerde çeşitlilik var. Orada gündemin - en azından benim timeline'ımda - ilk sırası değişen müfredat (buraya girersem çıkamam ve çok ağır girerim!), ikincisi ODTÜ. Doğa katili rantçılar yine güzelim ODTÜ'nün binbir emekle yetiştirilen ağaçlarına göz dikmiş. Belki de ben doğayı, yeşili, ağacı çok seviyorum diye daha fazla tepki gösteriyorum, bilmiyorum.
Bu haftanın büyük kısmını Prag ve Plzen'de geçirdim. Hem yeni bir projenin tanıtım toplantısı vardı, hem de fabrikadaki Ar&Ge ekibi ile tanışmam gerekiyordu. Yeni eleman olarak bir yıldır çalışılan projenin etkinliğine, geri planda sunuş hazırlamak ve geliştirilen parçaların üzerine notlar yapıştırmaktan başka bir katkım olmadı. Ha bir de saç kurutma makinesi tedarik ettim, benim bavuldan.
Benim gibi saç şekillendiricisi ve özel saç kurutma makinesi olmadan Güzel ve Çirkin dizisindeki Vincent'a dönen birinin el bagajına saç kurutma makinesi tıkıştırması kadar doğal bir şey olamaz, bence... Ama ekibin geri kalanı hiç ihtimal vermemiş olacak, ne arandıklarını fark etmesem, bana sormak akıllarına gelmemişti. ("ne alaka" diye düşünenler için açıklama: Showroomdaki gösterim için şömine simülasyonu yapacak yüksek sıcaklıkta ısı kaynağına ihtiyaç vardı)
Benim gibi saç şekillendiricisi ve özel saç kurutma makinesi olmadan Güzel ve Çirkin dizisindeki Vincent'a dönen birinin el bagajına saç kurutma makinesi tıkıştırması kadar doğal bir şey olamaz, bence... Ama ekibin geri kalanı hiç ihtimal vermemiş olacak, ne arandıklarını fark etmesem, bana sormak akıllarına gelmemişti. ("ne alaka" diye düşünenler için açıklama: Showroomdaki gösterim için şömine simülasyonu yapacak yüksek sıcaklıkta ısı kaynağına ihtiyaç vardı)
Bu arada Avrupa içi uçuşların Türkiye'deki şehirlerarası uçuşlardan farklı olmadığını şaşırarak fark ettim. (Avrupa görmüş masum Orta Doğulu'nun şaşkınlığı)
Pasaportumu burunlarına soktuğum görevliler, gerek yok diyerek bakmadılar bile. Ama ülkeye giriş yaptığımın üçüncü haftası İzmir'e gidip döndüğümde çalışma vizemi görenler sorguya çekiyordu beni; "Belçika'da yaşıyor görünüyorsunuz? Neden pasaportunuz var? Neden ID'niz yok?"
Pasaportumu burunlarına soktuğum görevliler, gerek yok diyerek bakmadılar bile. Ama ülkeye giriş yaptığımın üçüncü haftası İzmir'e gidip döndüğümde çalışma vizemi görenler sorguya çekiyordu beni; "Belçika'da yaşıyor görünüyorsunuz? Neden pasaportunuz var? Neden ID'niz yok?"
"yani?"
"Belediyeye gittiniz mi?"
"Gitmedim gerizekalı, sizin kaplumbağa hızınızla, ülkeye girişimin üçüncü haftasında hem de tatil zamanı, ev bulup yerleşip oturma izni alacağımı mı sanıyordun? Neyim ben atom karınca mı?"
demek istedim ama diyemedim tabii...
"Ev kontratını dönüşte imzalayacağım cicim" diye açıklama yaptım.
"Hangi komün?"
"Ebenin komünü..."
diyemedim tabii ki...
Diyemiyorsun ama içinden geçiriyorsun, rahatlıyorsun.
Cuma öğlen döndük. Prag'ın ılık havasından sonra Brüksel'i yağmura teslim olmuş, soğuğun eşiğinde bulduk. Antalyalı arkadaşım, Brüksel'in güneşsiz iklimine saydırırken ona haklısın diyemedim, diyemezken aklıma bir süre sosyal medyada dönüp duran "Kanada'ya yerleşen İzmirli'nin günlüğü" geldi. Hani ilk günler doğasına aşık olan, ilk kar yağışını izleyebilmek için saat kuran amma ve lakin kar küremekten imanı gevreyen ve senesi dolmadan İzmir'e kesin dönüş yapan gurbetçi.
Henüz kışını görmediğim Brüksel'in sonbaharı sanırım Ağustos ortasında başlıyor. Zira birkaç haftadır, uzun yağmurlar, serin rüzgarlar ve dökülen sarı yapraklar şehri esir almış durumda. Özellikle bu hafta sonu itibariyle kesinlikle sonbahardayız, diyebilirim. Kanada'dan kaçan İzmirliye bağlar mıyım bilmiyorum ama bana iyi geliyor buranın havası. Cuma günü ve gecesi ve hatta Cumartesi mütemadiyen yağmur yağdı, fırtınalı sağanak. Kah mutfaktaki masamda, kah yatakta (zaten bu ikisinden başka bir seçenek yok) okuyarak, yazarak ve dizi izleyerek geçirdim. Zaten Çekya (bu da ne ya? Çekyat gibi:P) sonrası epey bir kırıklık var üzerimde, hiç dışarı çıkmaya yeltenmedim. Derken içme suyum bitti. Benim gibi deve hörgücüyle su tüketen biri için damacana su bulunmaması çok fena. Arıtma yoluna gideceğiz de, artık onu da gelince İlker şeetsin diyorum, şişe şişe su taşıyorum eve.
Cumartesi akşama doğru, suyum bitince, çıkayım bari dedim. Hem markete gitmişken denemediğim bira çeşidi kaldıysa onları da alıveririm. (Burası benim gibi bir bira sever için çok tehlikeli, çok!)
Çıkmadan evvel İlker aradı, dedim ki, bütün gün yağmur yağdı, birazdan hava açar diye bekliyorum. Allah için açtı, sonra İlker'le telefon konuşmamız süresince, taşları kurumuş terasta tek tük damlalar, sonra su birinkintileri, şimşekli, yıldırımlı sağanak yağış, sonra tekrar çiseleme, derken güneşin açtığına tanık oldum. Sadece yirmi dakika içinde! Hani derler ya İstanbul'un havasına kızına güven olmaz mıymış ne? Onu diyen Brüksel'e gelmemiş demek.
Yağmurun durmasını beklerken dükkanlar kapanacak, bekleyecek değilim, çektim çıktım. Evden ana caddeye çıkan yolun solunda ağaçlık bir alan var, üstü tren yolu. Şu anda oturduğum mutfak masasından trenlerin geçtiğini görebiliyorum. İşte o ağaçlık alan iliklerine kadar yağmuru yemiş. Yürürken burnuna nemden çürümüş yaprak, toprak ve dal kokusu gelir, bildin mi o kokuyu? İşte bana kendimi en iyi hissettiren koku o! Hatta iyot kokusundan bile daha iyi gelir bana. Yazlıkta bahçe sularken veya ufak tefek çapa yaparken aldığın koku. Yaşayan bir şeylerin kokusu o. Çürüse de yaşayan bir şeylere hayat verecek bir şeylerin kokusu.
Geçen hafta cumartesi, şehrin merkezinde yaşayan arkadaşım Melike'den kabin boy bavul ödünç almaya gittiğimde, birer kahve alıp Bois de la Cambre parkında yürüdüğümüzde de aynı koku vardı. Bir bankta oturduk, Melike sigarasını yaktı, yüksekten seyrettiğimiz gölün üzerinde bir anda başlayan sağanak yağmura hayret etmiştim, zira o kadar ulu ağaçların ve onların sık dallarının altında oturuyorduk ki, yağışın tek damlası başımıza düşmemişti. Parktan çıktığımızda sarhoş gibiydim, yağmur, toprak, ağaç ve ot kokusu beni sarhoş ediyor.
Yağmurun sonrası, aslında hep bildiğimiz şeyler... Gökkuşağı, nemli kaldırımlar, bitiveren mantarlar. Peki ama ben neden her seferinde ilk defa görmüş küçük bir çocuk gibi hayretle ve coşkuyla karşılıyorum bunları? Ve koca kadın eğilip bükülüp fotoğraflarını çekiyorum? Ve sonra yol kenarlarındaki otlara dokunma isteğime neden hakim olamıyorum?
GERÇEKTEN! Neden? O dokunduğum iri kıyım yapraklar ısırgan otuymuş Allah kahretsin! Sabaha kadar acısından duramadım. Hayır yani ben ottan çöpten anlarım ama bunlar fazla sulak yerde yetişmiş, ısırgan otu oldukları da anlaşılmıyor ki! Lanet otlar!
Diyemiyorsun ama içinden geçiriyorsun, rahatlıyorsun.
Cuma öğlen döndük. Prag'ın ılık havasından sonra Brüksel'i yağmura teslim olmuş, soğuğun eşiğinde bulduk. Antalyalı arkadaşım, Brüksel'in güneşsiz iklimine saydırırken ona haklısın diyemedim, diyemezken aklıma bir süre sosyal medyada dönüp duran "Kanada'ya yerleşen İzmirli'nin günlüğü" geldi. Hani ilk günler doğasına aşık olan, ilk kar yağışını izleyebilmek için saat kuran amma ve lakin kar küremekten imanı gevreyen ve senesi dolmadan İzmir'e kesin dönüş yapan gurbetçi.
Henüz kışını görmediğim Brüksel'in sonbaharı sanırım Ağustos ortasında başlıyor. Zira birkaç haftadır, uzun yağmurlar, serin rüzgarlar ve dökülen sarı yapraklar şehri esir almış durumda. Özellikle bu hafta sonu itibariyle kesinlikle sonbahardayız, diyebilirim. Kanada'dan kaçan İzmirliye bağlar mıyım bilmiyorum ama bana iyi geliyor buranın havası. Cuma günü ve gecesi ve hatta Cumartesi mütemadiyen yağmur yağdı, fırtınalı sağanak. Kah mutfaktaki masamda, kah yatakta (zaten bu ikisinden başka bir seçenek yok) okuyarak, yazarak ve dizi izleyerek geçirdim. Zaten Çekya (bu da ne ya? Çekyat gibi:P) sonrası epey bir kırıklık var üzerimde, hiç dışarı çıkmaya yeltenmedim. Derken içme suyum bitti. Benim gibi deve hörgücüyle su tüketen biri için damacana su bulunmaması çok fena. Arıtma yoluna gideceğiz de, artık onu da gelince İlker şeetsin diyorum, şişe şişe su taşıyorum eve.
Cumartesi akşama doğru, suyum bitince, çıkayım bari dedim. Hem markete gitmişken denemediğim bira çeşidi kaldıysa onları da alıveririm. (Burası benim gibi bir bira sever için çok tehlikeli, çok!)
Bak görüyor musun, Berlin'deki Beer Yoga'yı kaçırmışız yav! Kadim zamanların iki rahatlama tekniği bir arada! Tam benim olay işte! Neyse artık seneye kısmetse benim ağaç pozumu kafamda bira şişesiyle çeker dergiye korlar:)
Çıkmadan evvel İlker aradı, dedim ki, bütün gün yağmur yağdı, birazdan hava açar diye bekliyorum. Allah için açtı, sonra İlker'le telefon konuşmamız süresince, taşları kurumuş terasta tek tük damlalar, sonra su birinkintileri, şimşekli, yıldırımlı sağanak yağış, sonra tekrar çiseleme, derken güneşin açtığına tanık oldum. Sadece yirmi dakika içinde! Hani derler ya İstanbul'un havasına kızına güven olmaz mıymış ne? Onu diyen Brüksel'e gelmemiş demek.
Yağmurun durmasını beklerken dükkanlar kapanacak, bekleyecek değilim, çektim çıktım. Evden ana caddeye çıkan yolun solunda ağaçlık bir alan var, üstü tren yolu. Şu anda oturduğum mutfak masasından trenlerin geçtiğini görebiliyorum. İşte o ağaçlık alan iliklerine kadar yağmuru yemiş. Yürürken burnuna nemden çürümüş yaprak, toprak ve dal kokusu gelir, bildin mi o kokuyu? İşte bana kendimi en iyi hissettiren koku o! Hatta iyot kokusundan bile daha iyi gelir bana. Yazlıkta bahçe sularken veya ufak tefek çapa yaparken aldığın koku. Yaşayan bir şeylerin kokusu o. Çürüse de yaşayan bir şeylere hayat verecek bir şeylerin kokusu.
Geçen hafta cumartesi, şehrin merkezinde yaşayan arkadaşım Melike'den kabin boy bavul ödünç almaya gittiğimde, birer kahve alıp Bois de la Cambre parkında yürüdüğümüzde de aynı koku vardı. Bir bankta oturduk, Melike sigarasını yaktı, yüksekten seyrettiğimiz gölün üzerinde bir anda başlayan sağanak yağmura hayret etmiştim, zira o kadar ulu ağaçların ve onların sık dallarının altında oturuyorduk ki, yağışın tek damlası başımıza düşmemişti. Parktan çıktığımızda sarhoş gibiydim, yağmur, toprak, ağaç ve ot kokusu beni sarhoş ediyor.
Yağmurun sonrası, aslında hep bildiğimiz şeyler... Gökkuşağı, nemli kaldırımlar, bitiveren mantarlar. Peki ama ben neden her seferinde ilk defa görmüş küçük bir çocuk gibi hayretle ve coşkuyla karşılıyorum bunları? Ve koca kadın eğilip bükülüp fotoğraflarını çekiyorum? Ve sonra yol kenarlarındaki otlara dokunma isteğime neden hakim olamıyorum?
GERÇEKTEN! Neden? O dokunduğum iri kıyım yapraklar ısırgan otuymuş Allah kahretsin! Sabaha kadar acısından duramadım. Hayır yani ben ottan çöpten anlarım ama bunlar fazla sulak yerde yetişmiş, ısırgan otu oldukları da anlaşılmıyor ki! Lanet otlar!
7 yorum:
Eğitim ve Odtü, daha neler yaşanacak bu memlekette, yaşanılan bunca şeyin yanında. Genellikle facebooktan bakıyorum ama midem bulanıyor oldukça uzun bir zamandır, hiç de açmak istemiyorum face ve twitter hesabımı. :)
Muhtemelen Hollanda'yla aynı iklimi oranın da, hava ilk zamanlar beni de çok şaşırtıyordu. 10 dak açık on dak yağışlı şeklinde günde kaç posta yağıyor bu aralar bilsen. Şanslıysak ıslanmadan bir sürü yere gidiyoruz, şanssızsak sucuk oluyoruz. Ama en sevdiğim tarafı da yağmur bitince heryerin kupkuru olması, ne sel ne gölet
Ya Yelizcim alemsin :)) tam detaylar çok güzel çok güzel anlatıyor, işte etrafta yaşayan ağaç yaprak insana güç veriyor, yağmur romantik falan derken ısırgan otuna geldik. Geçmiş olsun dikkat et bilmediğimiz bitkiler de olabilir ;)
Yine keyifle okunan bir yazı. Teşekkürler Yeliz�� biz de eylül sonlarında Brüksele geldiğimizde üzerimizde İzmirin eylül havasına uyan giysiler vardı epey üşümüştük. Bir de yağmur başlayınca Hemaya girip kalın hırkalar almıştık. üst katında da cafe vardı çok sevmiştim:(
Pınar
Yelizcim inşallah en kısa zaman ilkerle Arcaya kavuşursun.
kültürpark imara açılacakmış.
Yelizcim bi avukattan yardım istesen İlkerle Arcanın vizeler için.Ben h&m de çalışıyorum,yurt dışına gidenler oluyor,ben merak edip bi arkadaşıma sordum,eşimin ve oğlumun tüm bize işleriyle hm ilgilendi dedi,biz hiç uğraşmadık dedi.senin iş yerin biraz daha yardımcı olamaz mı bu konuda ?
Yorum Gönder