Bugünkü ruh halim çay çorba çorba çay
Araya nazal yıkama, yatak, kitap da giriyor. Dün sabah boğaz ağrısı ve halsizlikle başladı. Sinüzit alametleri göstermeye başlayınca kendimi yatağa attım. Ama umudumu kaybetmedim: “ben bu maçı burdan çeviririm” dedim. Lakin pazar akşamına birkaç saat kala, diyebilirim ki “nah çevirirsin!”
Hayır bir de yarın Norveç’e gideceğim. Hiç sırası değil. Hastalığın hiçbir zaman sırası değil ama şu anda gerçekten hiç değil!
Az önce hasta yatağımdan kalkıp apartmanın bahçecilik toplantısına uğradım. Dilini bilmediğim, benden en az 20 yaş büyük insanların arasına girmeye gönüllü olmak ancak benim yapabileceğim bir şey. Tam yan çizecekken söz verdim diye gitmek zorunda olduğumu yüzüme vurmak ve beni gitmeye teşvik etmek de muhteremin.
Bazen hangimizin daha sosyal olduğunu düşünüyorum. Arca’ya göre ikimiz de öyleymişiz. Bana göre tabii ki muhterem.
Aslında önceleri ben derdim. Çünkü tanımadığı insanlarla kolay iletişime geçenin ben olduğumu sanıyordum. Yanlış. Ben sadece az tanıdığım insanlarla iletişimi güçlendirebiliyorum. Bir ipucu olmalı, sosyal medyadan ya da blogdan tanıdığım insanlarla önce inceden kurduğum bağı geliştirebiliyorum mesela dolayısyla çok arkadaşım var diyebilirim ama tanımadığım bir insanla - yabancıların small talk dedikleri - havadan sudan sohbetleri başlatma becerim: otur sıfır!
Fark ettim ki, insanlarla iletişim kurmayı sağlayacak yöntemler geliştirmişim, sıcak bir gülümseme, kibarca cevap verme, gözlerinin içine bakarak konuşma... ama bu ancak karşımdakine benimle iletişim kurması için cesaretlendirmek için yöntemler, asla konuşmayı ben başlatamıyorum. Biri konuşmayı başlattı mı, susmuyorum o ayrı. Dolayısıyla insanlar beni dışa dönük, konuşkan biri sanıyor.
Muhterem ise tam tersi. Çok detaya girmeyeceğim, şu kadarını söyleyeyim, ilker bir dükkana girip iki hoşbeş edebilir ve umumiyetle bedava bir şeylerle uğurlanır. Bir gün bir paket üzümle gelmişti, başka bir gün bir kangal sucuk verdiler kasaptan “abi sen bunu seversin” demişler. Hadi bunlar türk esnaf dersin. Geçen bahçe mobilyası almaya gittiğimiz Uttrecht’te satış elemanıyla flamanca sohbet derinleşince beleşe koltuk minderi altı sabitleyicilere konduk. Şeytan tüyü mü dersin bilmiyorum, ama bir şey var, bende olmayan bir şey. Ve bunu nasıl kazanırım bilmiyorum.
Bugünkü bahçecilik toplantısında da, aynı şeyi düşünüyordum, şimdi ilker olsa sulama işini çözmüş, bütün komşuların sevgisini kazanmıştı. Nitekim bizim apartmandaki yaşlı mimar beni hatırlamadı ama “a sen ilkerin karısısın!” Dedi.
Instagram’da paylaştığım fotoğrafları takip edenler, bu ara çiçek ot bitki işlerine merak sardığımı fark etmişlerdir.
Önceleri yemeklere koyduğumuz kekik, biberiye gibi otlar hep elimizin altında bulunsun diye saksı almaya gittik. Derken çiçek soğanlarına daldık, sümbül nergis... bir de baktık ki -evvelden plastik çiçek koysak soldurduğumuz - bizim balkon çiçek açmış mis gibi kokuyor.
Gerçi Belçika ikliminde eşek bağlasan çiçeklenir, çok da şeetmemek lazım ama insan bir özgüven de gelmiyor değil. Bizim apartmanın kollektif sebze tarhı projesi de işte tam bu özgüven bombardımanına denk geldi. Ben de atladım tabiri caizse.
Bakalım işin sonu nereye varacak?
Yeliz komşularıyla iletişim kurabilecek mi?
Sebze tarhında umut ettiği keyfi yakalayabilecek mi?
Hepsi ve daha fazlası çok yakında bu blogda!
4 yorum:
Bende bugün dayanamadım marketten sümbül, lale soğanları
alıp bahçeye ektim. sabırsızlanacağım tabi ki çıkması için.
güzel bir şey, kolayda değil uğraşmak. kaktüste çok severim
şimdi de her yer kaktüs olmuş durumda.
Merakla beliyorum :)
(Aynı Konya'da da böyle oluyor iklimi müthiş olduğundan :))
benim muhteremde de var aynı şeytantüyü yedi düvel esnafla yedikleri içtikleri ayrı gitmiyor migrostaki kasap reyonu görevlisi de dahil...ben de öğrenemedim henüz bu işin sırrını ama takipteyim...geçmişler olsun...çiçekler harika...sevgilerimle...
Erkek olmak olmasın bu işin sırrı. Benim beyim;) de böyle.
Yorum Gönder