köşe yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
köşe yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ekim 2009 Çarşamba

biraz nostalji

Kuzunun annesi sayesinde üye olduğum İzmirli anneler grubu bu ara pek komik göndermelere sahne oluyor. Haftaya 80 ler partisi düzenliyorlar ve inanılmaz bir geyik dönüyor ortamda. Neler giyerdik, napardık, saçlar nasıldı?
Ben 80 lerde çocuktum ama ablamla (74 lü) kuzen Zühre (72 li) teenager'dılar ve onlara yetişmek için olduğumdan büyük görünme ve davranma çabası top yapmış durumdaydı. Bugün annelerin yaptığı muhabbetlerin çoğunu çok net hatırlıyorum.

O korkunç füzolar... Annemde her rengi vardı artı, modası geçmiş olmasına rağmen uzun süre evde giymeye devam etti. Hatta ceketle takım olarak satılanları vardı. Ofise öyle gittiğimi hayal edemiyorum:)
Sonra vatkalar... Annem 80 lerin geri dönmüş ve vatkaların yeniden moda olmasına öyle seviniyor ki anlamak mümkün değil. Bir de o vatkalar cırt cırtlıydı, her t-shirt'e her cekete uyardı. Allahım Allahım nasıl yıllardı onlar!!
Dar kotlardan bende de vardı, çocuktum ama modaya kıyısından yanaşıyordum. PAçalar illa ki kıvrılır, altına beyaz çorap ve spor ayakkabı veya espadril giyilirdi. Gençler kırmızı yüksek topuk. Saçlar krepe yapılır veya aslan başı tabir edilen önler kısa kırpılmış model uygulanırdı. Lady Di, rahmetli pek sevilir, özellikle annem yaşlarındakiler saç kestirdi mi illa bu model isterlerdi. Kocaman küpeler, mümkünse plastik, renk renk. Mini tayt üzerine tütüler:) veya balon etekler. Bundan bende de vardı. Ceketlerin kolları kıvrılacak, içindeki gömlekle birlikte, ayrıca kravat bile taklılabilirdi, ve de kovboy boyunluğu. Ceket yakalarına metal rozetler, madalyalar pek modaydı. Bele kocaman kemer ve bluzlar kazaklar illa ki yarasa kol. Gri yarasa kollu kazağı önce ablam giymişti, küçülünce de ben. Ne güzel zamanlardı kıyafetler eskimez mutlaka küçüğe verilirdi. Zührenin kıyafetleri ablama ablamınkiler bana. Bazı sevdiğim kıyafetleri küçülsün de ben giyeyim diye heyecanla beklerdim. Bunu ablamın ufaklık Duru'ya anlattığımda "aa yazık sana yeni bişey almazlar mıydı", dedi. Yeni nesile öyle uzak ki bu paylaşımlar. Oysa bizler hala o paylaşım kültürünün etkisindeyiz. Ben mesela hamile kıyafetlerimin %90 ını sağdan soldan toplamıştım, İlkerin kardeşi bebek olayına girer diye de hepsini annesine vermiştim. Şansımıza Gülnur teyzemizin gelini hamile ve Arca ile aynı zamanlarda doğum yapacak, bedenler de uyuyor oh ne ala, hepsini ona verdik. Geçen günkü ziyaretimizde giymiş nasıl hoşumuza gitti. Artık ondan da diğer kuzenlere gezer ciciler.
Demem o ki, 80 ler sadece kötünün kötüsü kıyafetler değildi, farklı bir atmosferdi, çocuktum ama hala o yıllar aklıma geldikçe gülümsüyorum.

15 Ağustos 2008 Cuma

izninizle bu adamın suratına!!!

O adam fotograf karesinden neden öyle pis pis sırıtıyor? Nasıl utanmadan geldiği ülkenin kurucusuna saygısızlık edebiliyor? Kravatsız, pis sakalıyla İstanbullulara hayatı dar edebiliyor. Adamın fotografına bakıyorum bakıyorum da yolda görsem kıro, laf filan atar diye muhatap olmamak için karşı kaldırıma çıkarım.
Bu zat-ı muhteremden ne kadar haz etmesem de hakkını teslim etmem gerekir. Adam en azından Atatürk'ü ziyaret etmeyeceğinin açıkça arkasında durdu, duruşunu bozmadı. Bizimkiler ziyarete İstanbul kılıfı uydurdular, bir güzel saygısızlığı hazmettiler, bir de ayağına gittiler.
Gerçi bizimkilerin ayak takımı olduğu öteden beri ortada. Onlar değil mi daha geçen haftalarda bilmem hangi Arap ülkesinin kralı Bodrumda tatildeyken oralara taşınıp görüşme yapan? Yine onlar değil mi bir başka arabın otel odasına kadar düşen? ayaklar baş oldu diye birileri kendini kastetmişti herhalde.
Çok sinirliyim çoook. Elin kıro kılıklı adamının benim ülkeme gelip de benim Atatürkümü ziyaret etmeye değer bulmamasına, onun yüzünden insanların 1,5 km lik yolu 2,5 saate katedemeyip rezillik çekmesine, hala bu ülkenin insanlarının kendilerini bu hale sokan kömür, bulgur dağıtıcılarına seslerini çıkarmamasına acayip sinirleniyorum. İşte o kadar!!

31 Mayıs 2008 Cumartesi

Şikayetçiyim!!!

zırt pırt yaptıkları zamlarla dünyanın en pahalı benzinini cümlemize kakalayanlardan,

-dekorasyon için- çar çur ettiği paralar yetmiyormuş gibi, bir de dolmabahçe müzesinin demirbaşlarına göz dikenlerden (babasının evinde de bunlarla büyüdü ya alışkın tabii)

utanmadan yargıtay üyelerini dinletenlerden

el kadar veletleri çarşafa sokanlardan

devletin sitesinde flörtü zina, parfümü günah ilan edenlerden,

hiç yüzleri kızarmadan laikliği Atatürkü ağzına almaya cüret edenlerden

sırtımızdan sülalesini gemicik, şirketçik sahibi yapanlardan,

içime sindiremediğim basiretsiz noterden

külhanbeyinden

alayından

son olarak göz göre göre yaban ellerde benim memleketimi hem de din özgürlüğü yok diyerekten, iftira ataraktan şikayet eden şahıstan şikayetçiyim!!!

ama en çok da bunlara hala gıkını çıkarmayan bu memleketin insanlarından şikayetçiyim!!!

şikayetim var!!! duyan yok!

6 Şubat 2008 Çarşamba

yarın heryerde

Onunla ilk tanışmam 10 yaşındayken İstanbula gittiğimde oldu. İzmirde kimsede görmemiştim. Anneannem sadece başına eşarp takar, öyle saçım göründüydü endişesi de taşımazdı. Zaten saçları beyazlayınca takmaya başladığını anlatırdı, gümüşi saçlarının ne ayıbı vardı hiç sormadım. Bir de annemin 30 yıllık bir arkadaşı vardı, ama evde ve düğün gibi sosyal topluluklarda mutlaka çıkarırdı başörtüsünü. İstanbulda gördüğüm manzara karşısıda korktuğumu hatırlıyorum, Atatürk'ün kılık kıyafet devrimine ne olmuştu? Türkiye'nin bu en büyük şehrinde insanlar nasıl türban takabiliyordu? Burası Anadolu'nun ücra bir kasabası değildi ki... Sonraları ablamdan üniversitede bir arkadaşına türban takması karşılığı ev tutulduğunu, cebinin para gördüğünü öğrenmiştim. Yıllar geçtikçe televizyonda makyajlı türbanlılar görünmeye başladı, önceleri sadece TGRT de sonra hemen her kanalda. Ve tabii medeni duruşuyla övündüğüm İzmirimin kimi semtleri de tanıştı onunla.
Ben İstanbula okumaya gittim, bizimki İTÜ makina, okulun %90 ı erkek, kızların arasında 2 türbanlı vardı o zamanlar. Biri İlkerin sınıf arkadaşı, birgün dekanımız onu yanına çağırdı ve artık türbanını okulda takmaması gerektiğini söyledi. O da hayatımda gördüğüm en gösterişli perukla okula gelmeye başladı.(!)
Yine üniversite yıllarında Merve Kavakçı olayı patlak verdi. Türban gündeme oturdu cuk diye. Hatta hiç unutmam İstiklal caddesinde yürürken bir gençlik programının sokak ropörtajına katılmıştım. Fikirlerimi sormuşlardı. "Ben nasıl mini etekle, kadın kameraman gibi çorapsız meclise giremiyorsam, o da girmeyecek!!" demiştim.
Geçen yıl yine bir Kore seyahatinde Ukraynalı bir hanımla sohbet etmiştik, yıllar geçmiş olmasına rağmen Merve Kavakçıyı unutmamıştı. Koyu bir Hristiyan olduğu boynunda taşıdığı haçtan anlaşılan bayana dedim ki; "siz dua ederken başınıza örtü takıyor musunuz?" " evet" "ama günlük hayatta takmanıza gerek var mı?" " yok" "Bu açıdan bizim dinimizin de sizinkinden farkı yok!!" Annem hayatımda gördüğüm en dindar insanlardan biridir, 5 vakit namaz kılar, cuma öğle saatlerinde ve kandillerde yasin okur, orucunu aksatmaz. Bunun yanında asla türban takmaz, onu bırak, denize girer, ve her zaman "ibadet 4 duvar arasındadır!!" der. Evlerinin müteahit ailesinin tüm gelinleri türbanlıydı, en küçüğü öğretmendi ve başı açıktı. Birgün onunla ve eşi ile karşılaştık, adam "nasıl yakışmış mı?" diye genç kadının türbanını gösterdi anneme. Annem çıldırdı tabii, "iyi düşündün mü? bunlar mı seni zorladı, sen öğretmensin!" diye kocayı görmezden gelerek kıza bir süre yüklendi ama sonunda omuzları düştü, "olan olmuş!"
Türbanı ilk gördüğümden bu yana 20 yıl geçti ve Türkiyenin başından türlü olaylar ,oyunlar... Şimdi heryerde ve bugün radyoda duyduğuma göre ocak ayında 1 numara olarak gündemin zirvesinde.
İlk iktidar dönemlerinde türban konusunda hiçbir çalışmaya yapmayan ve Temmuz seçimleri öncesi kelimeyi ağzına almayan hükümet şimdi anayasayı değiştirme yolunda.
Son olarak AKP nin bu girişimi sebebi ile kapatma davası ile karşı karşıya kalacağının sinyalleri veriliyor.
Bez parçası bugün üniversitelerde yarın heryerde... Gidiş iyi gidiş değil hem de hiç!!!

27 Ocak 2008 Pazar

Sarışın ?? artık değilim!!!

Doğduğumda altın sarısı saçlarım seneler geçtikçe bal rengine dönüştü. Ve üniversite yıllarında gölge attırmakla başlayan sarışınlık serüveni, üst üste röfleler ve İlkerin yoğun beğenileri ile tekrar bebek sarısına doğru “U” dönüşü yaptı. Sarışınlık güzeldir güzeldir de herkesin saçları röflelenmeye başladığında sıkmaya başlar. İşte sıkmaya başladığının ilk günlerinde çevremde saçlarımın eski rengine döndürmeye yönelik kamuoyu araştırması yapmaya başlamıştım. Genel kanı “HAYIIIIR!!!” yönündeydi. Özellikle İlkerin, babamın ve bilumum eşraf erkeklerin… Erkeklerin sarışın takıntısı görülmemiş şeydir. Sokaktaki saçı sarı boyalı her 4 kadının 3 ünde koca baskısı vardır, eminim. Sonra kuaförler… Gerçek saç rengi üzerine röfle atmaya bayılan, ortaya çıkan tonların hastası olan bu meslek grubu benim saç rengimde birinin röfleden başka bir işleme ilgi duymasına tepki gösterirler. İstanbuldaki kuaförüm Canerin kulakları çınlasın, kaç defa boyatmak üzere oturduğum koltuktan daha bir sarışın kalktığımı saymadım. İzmirde edindiğim yeni kuaförümün benzer tepkileri, İlkerin bu adamları tenhada sıkıştırıp tembihlediğinden şüphelenmeme neden olmaya başlamıştı. Ancak beni bu işten caydıran Tuba oldu. Çünkü kendisinin saçları ve geldiği aşama benimkinin benzeridir ve benden önce koyu saç sevdasına tutulup ufak bir deneme yapmış, anında pişman olup sarışınlığa geri dönmüş. Aman!! Derdi bana .. Alışamıyorsun, kötü oluyor… Bu beni frenletmeye yetmişti. Ama en çok röfleden sonra İlkerin hayran hayran saçlarımı seyredişi, okşayışı beni bu önemli karardan alıkoyuyordu. Şimdi arkama dönüp baktığımda en az 2 yıldır bu koyulaştırma derdinde olduğumu görüyorum.

Hani kadın milleti hayatında bir şeylerin ters gittiğini düşündüğünde veya değişikliğe ihtiyaç duyduğunda gider saçını boyatır veya kestirir ya, benimki onlardan değildi. Yıllarca bilinçaltıma yerleştirmişim kumrallığı. Alttan alttan ilkeri de hazırlamaya çalışıyorum, nuh diyor peygamber demiyor… beni caydırmak için her yolu deniyor. Ama sonunda ikna oldu gibi gibi… çok damardan yakaladım kendisini… o biliyor…
O gün bugündü!! Sabah Termale gittim, yürüyüş yaptım, üstüne havuza girdim ve saunaya… Öğleden sonra Alsancak’ta Gizem ve Ranayla buluşacağım ya öncesinde bu işi bitirmeli ve ilk tepkileri İlkerden değil kızlardan almalıyım düşüncesindeyim. Kuaförüm Ömürün karşısına dikildim: “ Radikal bir karar aldım, saçımı boyatacağım, kararlıyım!!!” beni vazgeçirmeye çalışmadı ama saçımı boyarken “ah bu tona boya atılır mı?” “ ah insanlar ne paralar veriyorlar bu renk için” türünden cümlelerini eşinin saçını boyattığında yaşadığı hayalkırıklığı anıları ile süsledi. Bir an ağlamaklı oldu bile diyebilirim. Ve itiraf etmeliyim, içimden bildiğim bütün duaları okudum, yeter ki pişman olmayayım diye.
Evet efendim şimdi kumralım!!! Evet garip hissediyorum sürekli aynaya bakıyorum, Ömür saçlarımı keserken kafanı çevir diyor benim gözüm hala aynada… Ama güzel oldum be!!! Yani en azından çirkin olmadım Bilinçaltımı öyle bilinçlendirmişim ki kumrallığa korktuğum başıma gelmedi. Hemen ilkeri aradım. “ben vazgeçersin ya da vazgeçirilirsin diye ummuştum, içimde hala umut vardı yani sen şimdi kumral mısın?” dedi. Evet biliyorum fena ama en azından alışması gerektiğini biliyor yani bir süreliğine karısını başka kadınla aldattığını farz ediverecek, falan filan…. Kızlarla buluştuk, şok oldular ama çok beğendiler. Öncekinin fazla sarı olduğunu ve yaşlı gösterdiğini söylediler. İki güzel ve bakımlı kızın görüşleri biraz kendime güvenimi yerine getirdi. Eve geldiğimde İlker garipsedi!! Ama beğenmemek değil sanırım, beğenmese söyler, acımaz!! Sadece alışması zaman alacak! Ben mi? Ben alıştım bile hatta hoşuma gitmeye bile başladı!!!

İşte böyle… Şimdi kumralım ve bakalım ne zaman tekrar sarışın olma hayallerine dalacağım? Bilmiyorum ama değişiklik her şeye rağmen güzel…

Yaşasın Facebook!!!

İtiraf etmeliyim, son günlerde bana genç gösterdiğimi ima eden herhangi bir davranış beni acayip mutlu ediyor. Oysa küçükken yaşımın küçük göstermesine inanılmaz bozulurdum da babamın “bodur tavuk her zaman piliçtir” lafıyla teselli bulurdum. Yaş 30’a yaklaştıkça insanda “yaşlanıyor muyum” sinyalleri çalmaya başlıyor. Ve bir gün kent kartınızı uzattığınızda gişedeki kadın “öğrenci mi?” diye sorduğunda yada en az 10 yıl görüşmediğiniz birileri üst üste birkaç defa “HİÇ DEĞİŞMEMİŞSİN!!!” dediğinde, kocaman bir gülümseme kaplıyor yüzünü ve o gün önüne gelene anlatıyorsun çok önemli bir hadiseymiş gibi. Halbuki ben hala kendimi genç hissetmekle övünür, genç olduğumu düşünür(d)üm. Meğer yaşlanmak, işte böyle birilerinin genç göstermenizi övmesine sevinmekmiş.

Tabii sadece o da değil, kırışıklık kremlerinden bahsetmek, lisedekilerle toplanıp da 15 sene öncesinin muhabbetlerini yapmak, çocuğu olanlara artık şaşırmamak da yaşlanmaya başlamanın belirtileri...

Lisedekiler demişken, facebook denen ulvi teknolojik vesile ile bulduk birbirimizi seneler sonra... O zamanlar yok tabii öyle cep telefonu, e-mail adresi... hepimiz farklı şehirlere okumaya gittik, hayatın içinde kaybolduk. Benim için hala görüştüğüm deniz ve zeynep dışında kimseler kalmamıştı izmirden, özel türkten...

Facebook için son birkaç aydır köşe yazıları, haberler, radyo televizyonda söyleşiler aldı başını gidiyor. Herkesin söyleyeceği bir şeyleri var bu site hakkında, benim de birkaç kelam etmem kaçınılmaz oldu.

Kimi bunun sanal alemdeki diğer arkadaşlık siteleriyle bir tutuyor, kimi “ya ne gerek var, benim hayatımdan bile isteye çıkardığım insanlarla tekrar görüşmeye hiç ihtiyacım yok” diyor, kimi kaptırmış sanal bahçe akvaryum yapmış, kimi ne kadar arkadaş o kadar bonus misali önüne geleni eklemiş listesine, hatta tanımadıklarına bile “friend request” gönderiyor, vesaire vesaire...

Elbette ki amacına göre faydası göreceli, ben kendi payıma ortaokul ve liseden izini kaybettiğim arkadaşlarımdan haberdar olmanın tadını çıkarıyorum. Ortaokuldan Rana ve Gizemle buluştuk, görüşmeye devam, cumartesi öğle yemeği yedik yine Gizemle, mekanımız Reci’s. Hatta ilkokuldan İstemihan da son yarım saatine katıldı, birlikte kahve içtik. Çok eskilere gittik, birbirimizin saçını çektiğimiz, yakalamaç oynadığımız günlere… Üç saat nasıl geçti anlamadım.

Bu arada lisedekilerle fasıl gecesinde ve de kahvaltıda toplandık. Kendimize facebook’ta bir grup kurduk, haberleşiyoruz. Kızlar kendi aramızda toplanmanın planlarını yaptık. Belli mi olur belki bu toplantılar, annelerimizin günleri gibi yıllar sürer.

Ama işte o kadar... yani yok vampirmiş, yok akvaryummuş, yok rakı sofrasıymış, beni öyle sanal muhabbetler açmıyor. İlker’in facebook hevesi kaçtı gibi gibi... Benimki dostların fotoğraflarına bakıp lisedekilerle kurduğumuz grubun muhabbetlerine takılmakla sınırlı. Bugün yarın o da geçer elbet.

Ama ne oldu? Yıllarca görmediğim insanların hayatlarının bir parçası oluyorum ve onlar da benimkinin. İşte sırf bu yüzden ben kendi hesabıma “yaşasın facebook” diyorum, diğerlerini bilemem!

Hah bu resimdeki arkadaş da Mark Zuckerberg, facebook yaratıcısı velet!! Kendisi pek tabii zengin bir şahsiyet olmuş bizlerin sayesinde, biz de onun sayesinde arkadaşlarımıza kavuştuk, türk filmi tadında:)