Gecinden versin cenazemde imam "nasıl bilirdiniz?" diye sorduğunda cemaat "sakar bilirdik" diye haykıracak, adım gibi biliyorum! (Ne yani yalan mı söylesinler!!) Aslında küçük bi kadınım ama dötümü başımı nasıl o kadar çarpabiliyorum, anlamıyorum!! Var bi dengesizlik! Benim Arca bu yaşına sağ salim geldi ya bazen iyi diyorum melekler koruyor.
Melekler oğlumu anasından korusun!
Arca’yı kalçamın, elimin kolumun çarpması şeklindeki düşürmelerim artık sıradanlaştı.
Son numaram şöyle… Arca “angayay”(hayvanlar) ile oynuyor. Ben ona ev inşa ediyorum. (Evet kendisi sevmiyor ahşap bloklarla bina yapmayı anası o işi üstleniyor) Arca da hayvanlarını sokup çıkarıyor, yıkıyor falan filan… derken “kaka” dedi. Biz kaka gelince pıtı pıtı koşuyoruz tuvalete, hadi bu defa omzuma aldım yolda üstündekileri çıkarıyorum, kakara kikiri derken BAMM!! Meğer salon kapısının kanatlarından biri kapalıymış, Arca’nın alnı balon!!
------------------------------------
Ümit abla elektrik süpürgesi ile süpürüyor, Arca peşinden koşuyor. Aaa çok eğlenceli. Neyse ben aynısı yapayım Arca ile dedim, Arca süpürgeye doğru koşarken ayarlayamadım, ben de elimdeki süpürgeyi ileri ittim, BAMM! Süpürgenin sapı Arcanın kafasına.
------------------------------------
Sığışmışım yanına baktım uyuyor, atlayayım yataktan dedim, feryat yaygara!! Ayağına basmışım, off hadi bi daha uyut!!
------------------------------------
Arca’nın yatağının korkuluklarını kırmıştım zaten atlarken neyse bir gece maaile uyanmışız. İlkeri görmedim tabii, ben gözlerim kapalı Arcayı almışım kucağıma öpüp kokluyorum, derken uyudu galiba diyerek pufa çıktım, kucağımda Arca bu arada, oradan yatağa atlayacağım, biraz da Arcanın yatakta yatacağız, korkuluklar aşağıda sanıyorum, İlker de o arada korkuluğu kaldırmış, BAMM! Allahtan bu defa Arcada sorun yok, benim kaval kemiğim şişti, morardı…
------------------------------------
Hele Arca ile evden çıkışımız… Bizim sokak eğimli, pusetten Arcayı alıp otokoltuğuna yerleştireceğim, ulen her seferinde mi pusetin frenine basılmaz kardeşim, hadi puset yokuş aşağı kayar, Arcayı bağlar, ben arkasından koşarım, park halindeki araçlar zaten nasibini alır, caddeye çıkmaya ramak kala puset yakalanır.
------------------------------------
Arca koridorun başından anneye “nannan” (can can) yaparak koşar, sarılırlar, sonra oyun tekrar başlar. Son olarak tekrar nannan yapmak üzere depara kalktı, telefon mu çaldı ne, oturduğum yerden kalktım, saniyesinde BAMM!! Hızını kesememiş, salonun o kapalı kapı kanadına toslamış.
------------------------------------
Toslamış deyince… Geçende kahvaltıya gittik, önden İlker terasa çıktı, arkasından ben, Arca da arkamızda koşarak geliyor. Biz terasa çıktık, BAMM sesi ile döndük ki cam kapının bir kanadı kapalı ve Arca için fazla temiz bir cammış!
Cuma günleri Ümit abla Arca’yı sağlam teslim ediyor bize, pazartesi bir geliyor, kafa balon dudak patlamış… Annelik için ehliyet sınavı olsaydı, sakarlıktan sınıfta kalırdım.
12 Kasım 2010 Cuma
11 Kasım 2010 Perşembe
Bir yorumun düşündürdükleri
Hani geçen gün bi yazı yazmıştım içimdekileri paylaşmıştım. Arca’nın bana benzemediğine dair. O yazıya biraz hüzün katmışım gibi geldi sonradan. Aslında farklı renklerin kutlamasını paylaşmak istemiştim.
Neyse … Bir büyüğüm, sevgiyle takip ettiğim Lalenin bahçesi yorumda bir şey yazdı.
Aynen kopyalıyorum:
bir gün Nazlı bana dedi ki- Anne benim yerime hayaller kurma ben çok normal bir hayat yaşamak istiyorum... hayatımın dersini vermişti bana ve o gün orada durdum:))
Yapıyor muyuz? Yapmayanımız yoktur, çocuğu adına hayal kurmayanımız, kehanetlerde bulunmayanımız yoktur. Kimimiz kendisine benzesin ister, benzemesiyle gurur duyar, kimimiz onun adına öylesine dileklerde bulunur. Senin doğrun, onun doğrusu olacak mı? Senin hayatın ayrı, o sana benzeyecek mi? Ona sunduklarımızla ne mesajı veriyoruz? Kendi bilinçaltımıza neleri yerleştiriyoruz bilinçsizce ve ne kadarını onlarınkine enjekte ediyoruz usul usul?
Yok çok derin düşünelim diye yazmıyorum bunları, öyle insanları silkelemek ve topluma kazandırmak gibi misyonlarım yok. Hatta tam tersi! o kadar ince görmemek gerektiğini düşündürdü, Lale hanımın kızı. Ben Arca için şöyle olsun, böyle olsun, böyle akıllı, böyle başarılı, böyle mutlu, böyle böyle bana benzesin, yok burasını babasından alsın derken, bir gün çıkacak ve “ben senin hayallerinin hiçbirini istemiyorum, ben farklı bir rengim farklı bir insanım” diyecek. İşte bu kadar yalın bu kadar basit!
Neyse … Bir büyüğüm, sevgiyle takip ettiğim Lalenin bahçesi yorumda bir şey yazdı.
Aynen kopyalıyorum:
bir gün Nazlı bana dedi ki- Anne benim yerime hayaller kurma ben çok normal bir hayat yaşamak istiyorum... hayatımın dersini vermişti bana ve o gün orada durdum:))
Yapıyor muyuz? Yapmayanımız yoktur, çocuğu adına hayal kurmayanımız, kehanetlerde bulunmayanımız yoktur. Kimimiz kendisine benzesin ister, benzemesiyle gurur duyar, kimimiz onun adına öylesine dileklerde bulunur. Senin doğrun, onun doğrusu olacak mı? Senin hayatın ayrı, o sana benzeyecek mi? Ona sunduklarımızla ne mesajı veriyoruz? Kendi bilinçaltımıza neleri yerleştiriyoruz bilinçsizce ve ne kadarını onlarınkine enjekte ediyoruz usul usul?
Yok çok derin düşünelim diye yazmıyorum bunları, öyle insanları silkelemek ve topluma kazandırmak gibi misyonlarım yok. Hatta tam tersi! o kadar ince görmemek gerektiğini düşündürdü, Lale hanımın kızı. Ben Arca için şöyle olsun, böyle olsun, böyle akıllı, böyle başarılı, böyle mutlu, böyle böyle bana benzesin, yok burasını babasından alsın derken, bir gün çıkacak ve “ben senin hayallerinin hiçbirini istemiyorum, ben farklı bir rengim farklı bir insanım” diyecek. İşte bu kadar yalın bu kadar basit!
10 Kasım 2010 Çarşamba
AGAGUG!!
Arca Atatürk diyemiyor, dili dönmüyor, ama 365 gün inmeyen mahallenin bayraklarında dalgalanan o yüzü tanıyor. Kendince onu seviyor. Onu anlaması için uzun yıllar var önünde.
Dili dönenlerin ise dili varmıyor onu anmaya, anlatmaya…
Çocuklarımıza bırakacağımız geleceğimiz…
Biz ve bizden öncekiler… sahip çıkamadık, umarım henüz adını söylemeye dili dönmeyenlere onu anlatabiliriz, onlar sahip çıkar.
--------------------------------------------------------
Yılmaz Özdil güzel bir yazı yazmış bugün
Ekim 2007, İzmir.
Alsancak’ın en meşhur dövmecisi Köprüaltı’na gençten biri girer, kolunu sıyırır, dirseğine doğru Mustafa Kemal’in imzası vardır, bir bankada çalıştığını, bu dövme yüzünden işten atılmakla tehdit edildiğini anlatır, tırsmıştır, ekmek parası filan diye ağlar, “silin” der.
*
Hep söylerim, ekmek parası diye ağlayanın maaşını, tavuk gibi buğdayla ödeyeceksin!
*
Adeta bomba düşer dövmeci dükkânına... “Bu gördüğün eller Atatürk’ü yazar, Atatürk’ü silmez” deyip, kapı dışarı ederler. Ve, internet sitelerinden alenen duyururlar: “Ey ahali, madem öyle işte böyle, bugünden itibaren burada, Atatürk’ün imzası bedava!”
*
İlk kim, nerede yazdırdı bilmiyorum ama, Atatürk imzasının furya haline gelmesinin miladı, bu olaydır.
*
Bir ödlek geri adım attı...
On binlerce cesur öne çıktı.
*
Atatürk’e sövme modası...
Dövme modası yarattı.
*
Köprüaltı örnek oldu, İzmir’de yapılan Atatürk dövmesi, 50 bini aştı. Yetişemiyorlar, her gün 30-40 kişi kazıyor vücuduna... Omuzuna, bileğine, iman tahtasına, kalbinin üstüne... Doktor var, avukat var, öğrenci, dekan, ev kadınları var. İstanbul’da patladı... Ankara, Antalya, Bursa, Trabzon, Muğla, Eskişehir dövmecileri artık neredeyse sadece bu imzayı kazıyor. 29 Ekim’lerde, 10 Kasım’larda Mustafa Kemal için ücretsiz çalışan 200’ün üstünde dövmeci var.
*
Dini gerekçelerle dövme yaptırmayan, otomobiline yapıştırıyor. Taksilerin camlarında... Motosikletine, hatta, bebe arabasına yazdıranı görüyoruz. Atatürk imzalı küpe kulaklarda, rozet yakalarda.
*
Ölümünün üzerinden taaa 72 sene geçtikten sonra, hiç tanışmadığı, hiç görmediği insanların bedenine imzasını atan bir başka lider var mı dünyada?
*
Neymiş, işten atarlarmış...
Bizim işimiz Atatürk.
*
Memleketimin güzel kadınları, giydirin çocuklarınızı güzel güzel, doğum günüdür bugün... Çünkü, her 10 Kasım, aslında 19 Mayıs’tır... Cumhuriyet dediğin, korkak babalar tarafından kaybedilir, yürekli evlatları tarafından geri alınır.
Mustafa Kemal, ilebelet payidardır.
Bu ödülü ülkem adına alıyorum
Yılmaz ÖZDİL
10.11.2010
Hürriyet
Dili dönenlerin ise dili varmıyor onu anmaya, anlatmaya…
Çocuklarımıza bırakacağımız geleceğimiz…
Biz ve bizden öncekiler… sahip çıkamadık, umarım henüz adını söylemeye dili dönmeyenlere onu anlatabiliriz, onlar sahip çıkar.
--------------------------------------------------------
Yılmaz Özdil güzel bir yazı yazmış bugün
Ekim 2007, İzmir.
Alsancak’ın en meşhur dövmecisi Köprüaltı’na gençten biri girer, kolunu sıyırır, dirseğine doğru Mustafa Kemal’in imzası vardır, bir bankada çalıştığını, bu dövme yüzünden işten atılmakla tehdit edildiğini anlatır, tırsmıştır, ekmek parası filan diye ağlar, “silin” der.
*
Hep söylerim, ekmek parası diye ağlayanın maaşını, tavuk gibi buğdayla ödeyeceksin!
*
Adeta bomba düşer dövmeci dükkânına... “Bu gördüğün eller Atatürk’ü yazar, Atatürk’ü silmez” deyip, kapı dışarı ederler. Ve, internet sitelerinden alenen duyururlar: “Ey ahali, madem öyle işte böyle, bugünden itibaren burada, Atatürk’ün imzası bedava!”
*
İlk kim, nerede yazdırdı bilmiyorum ama, Atatürk imzasının furya haline gelmesinin miladı, bu olaydır.
*
Bir ödlek geri adım attı...
On binlerce cesur öne çıktı.
*
Atatürk’e sövme modası...
Dövme modası yarattı.
*
Köprüaltı örnek oldu, İzmir’de yapılan Atatürk dövmesi, 50 bini aştı. Yetişemiyorlar, her gün 30-40 kişi kazıyor vücuduna... Omuzuna, bileğine, iman tahtasına, kalbinin üstüne... Doktor var, avukat var, öğrenci, dekan, ev kadınları var. İstanbul’da patladı... Ankara, Antalya, Bursa, Trabzon, Muğla, Eskişehir dövmecileri artık neredeyse sadece bu imzayı kazıyor. 29 Ekim’lerde, 10 Kasım’larda Mustafa Kemal için ücretsiz çalışan 200’ün üstünde dövmeci var.
*
Dini gerekçelerle dövme yaptırmayan, otomobiline yapıştırıyor. Taksilerin camlarında... Motosikletine, hatta, bebe arabasına yazdıranı görüyoruz. Atatürk imzalı küpe kulaklarda, rozet yakalarda.
*
Ölümünün üzerinden taaa 72 sene geçtikten sonra, hiç tanışmadığı, hiç görmediği insanların bedenine imzasını atan bir başka lider var mı dünyada?
*
Neymiş, işten atarlarmış...
Bizim işimiz Atatürk.
*
Memleketimin güzel kadınları, giydirin çocuklarınızı güzel güzel, doğum günüdür bugün... Çünkü, her 10 Kasım, aslında 19 Mayıs’tır... Cumhuriyet dediğin, korkak babalar tarafından kaybedilir, yürekli evlatları tarafından geri alınır.
Mustafa Kemal, ilebelet payidardır.
Bu ödülü ülkem adına alıyorum
Yılmaz ÖZDİL
10.11.2010
Hürriyet
9 Kasım 2010 Salı
Bana benzemiyor, hem de HİÇ!!
Fiziksel olarak benzemiyor, zaten bunu anlamak için ikimizi yan yana görmek yeterli. Röfleli saçlarımla Moldovyalı bakıcısı gibi duruyorum Arca’nın. Neyse bu meseleyi aştım artık, napalım, anasının şahane güzelliği oğluma geçmemiş: )
Mesele başka.
Çocukken çok hareketli ve girişkendim. Oyunun dibine vururdum. Futboldan, şebnemlere kadar geniş bir repertuarım vardı. Her türlüsünü severdim. Hala dizlerimdeki yara bere izlerinin her birini hatırlarım, güzel birer anı olarak: ) Neyse ortamlara çok hızlı giriş yapmak, çocuklarla hemen kaynaşmak gibi güzel özelliklerim vardı, yabancılık çekmezdim. Güzel özellikler olarak sayıyorum, çünkü bunlar etraf tarafından kabul görürdü ben de bu özelliklerim sayesinde mutlu, keyifli, dışadönük, hareketli bir çocukluk geçirdim. Bundan hiç zarar görmedim.
Şimdi bakıyorum da kendi çocuğumun da kendiliğinden böyle özellikleri olması gerekirmiş gibi bir bilinçaltı geliştirmişim.
Arca çok ama çok farklı benden.
Tatile gittiğimizde çocuk diskosu vardı, Arca dans etmeyi çok sever, daha yürümezken Ezel’in jenerik müziğinde öne arkaya sallanırdı (puhahaha koşarken obua da çalıyor). Dedim ki içimden kesin çocukların arasına dalacak, döktürecek. Yok öyle olmadı. Önce “hadi sen de dans et “ dedim. Yok, ayakları geri geri gitti. Ben oturdum, o bacaklarımın arasına yerleşti, birkaç şarkı diğer çocukları seyretti. Sonra şansımı bir daha denedim, ıh dedi, beraber gidelim mi? deyince elimden tuttu. Pistin kenarına iliştik. İkimiz dans ettik, bir süre sonra (bana göre epey uzun bir süre sonra) diğer çocukların arasında dans etmeye başladı, sonra pisti acayip benimsedi, mini disko bitmesine rağmen hala pistte daireler çizerek koşuyordu.
Geçen akşam İlknurlara gittik, Emrenin yeğeni Arca’dan 3 ay büyük, Yasemin. Nasıl bıcır bıcır tatlı bir çocuk, tam dilli düdük. Arca önce kalabalıktan tırstı, kucağımda iken evdeki herkesi süzdü, Emrenin ablası, emrenin babası, annesi, … diye tek tek herkese yoklama çekildi. Kenarda oynayan Yasemin’in yanına gidecek misin dedik, totosunu daha da yerleştirdi kucağıma. Uzatmayayım bir süre (yine bence epey uzun bir süre) sonra Yaseminle kanka olmuşlardı. Beraber dönen koltukta döndüler, kitap baktılar, koşturmaca oynadılar.
Ha havasında oldu mu bizi şaşırttığı da oluyor. Örneğin bir akşamüstü Göztepede yürüyüş yaparken apartman önünde oynayan çocukların yanına şaşkın bakışlarımız altında hop oturdu, “ee napıyoruz ne oynuyoruz” diye suratlarına baktı, onlarla yakalamaç oynadı. Hmm şöyle bir bakıyorum da bu sanırım tek örnek. Zaten biz de şok olmuştuk, hiç Arca davranışı değil.
Kısacası Arca asosyal bir çocuk değil, başka çocuklarla bir şekilde iletişimde, sadece kendinden biraz daha büyük ve baskın çocuklardan tırsıyor, geri adım atıyor, kendinden daha sakin çocuklarla da daha girişken bir yapı sergiliyor.
Bunları Topolino’ya gittiğimizde düşündüm, hani her çocuk farklı demiştim ya… Arca’nın sadece arabaları elinde tutarak durduğu o 20 dakikalık süre, epey uzundu, derin derin düşünmeme imkan verdi, baksana çocukluğuma bile indim: ) Gerçekten ben bir Ela, bir Ege idim çocukken. Tamam itiraf ediyorum, belki o kocaman kaydırak benim için bile zor bir deneyim olurdu ama en azından onlar gibi direkt dalardım ortama. Hayat’ın yüzünde annemin çocuk yelizin peşinden koşarkenki ifade vardı o gün. Onlarda kendimden bir şeyler bulduğum için takdir ettim belki de, vaayyy dedim.
Arca bence muhteşem bir çocuk, belki böyle temkinli, önden sorgulayan, bir durup düşünen karakteri ileride onun için artı bir özellik olacak, bilemiyorum. Arca’nın büyümesini seyretmenin ve bunun bir parçası olmanın kendi adıma benim için zor bir süreç olacağını seziyorum. Bendeki tezcanlılık, hareketlilik, çocukluğumdaki girişkenlik Arca’da yok.
Farklılığımızı kabul etmek en başta biraz emek istedi zaten, onu olduğu gibi kabul etmek zaman aldı. Onun adımları ile ilerlemek benim için de ilginç bir deneyim olacak.
Mesele başka.
Çocukken çok hareketli ve girişkendim. Oyunun dibine vururdum. Futboldan, şebnemlere kadar geniş bir repertuarım vardı. Her türlüsünü severdim. Hala dizlerimdeki yara bere izlerinin her birini hatırlarım, güzel birer anı olarak: ) Neyse ortamlara çok hızlı giriş yapmak, çocuklarla hemen kaynaşmak gibi güzel özelliklerim vardı, yabancılık çekmezdim. Güzel özellikler olarak sayıyorum, çünkü bunlar etraf tarafından kabul görürdü ben de bu özelliklerim sayesinde mutlu, keyifli, dışadönük, hareketli bir çocukluk geçirdim. Bundan hiç zarar görmedim.
Şimdi bakıyorum da kendi çocuğumun da kendiliğinden böyle özellikleri olması gerekirmiş gibi bir bilinçaltı geliştirmişim.
Arca çok ama çok farklı benden.
Tatile gittiğimizde çocuk diskosu vardı, Arca dans etmeyi çok sever, daha yürümezken Ezel’in jenerik müziğinde öne arkaya sallanırdı (puhahaha koşarken obua da çalıyor). Dedim ki içimden kesin çocukların arasına dalacak, döktürecek. Yok öyle olmadı. Önce “hadi sen de dans et “ dedim. Yok, ayakları geri geri gitti. Ben oturdum, o bacaklarımın arasına yerleşti, birkaç şarkı diğer çocukları seyretti. Sonra şansımı bir daha denedim, ıh dedi, beraber gidelim mi? deyince elimden tuttu. Pistin kenarına iliştik. İkimiz dans ettik, bir süre sonra (bana göre epey uzun bir süre sonra) diğer çocukların arasında dans etmeye başladı, sonra pisti acayip benimsedi, mini disko bitmesine rağmen hala pistte daireler çizerek koşuyordu.
Geçen akşam İlknurlara gittik, Emrenin yeğeni Arca’dan 3 ay büyük, Yasemin. Nasıl bıcır bıcır tatlı bir çocuk, tam dilli düdük. Arca önce kalabalıktan tırstı, kucağımda iken evdeki herkesi süzdü, Emrenin ablası, emrenin babası, annesi, … diye tek tek herkese yoklama çekildi. Kenarda oynayan Yasemin’in yanına gidecek misin dedik, totosunu daha da yerleştirdi kucağıma. Uzatmayayım bir süre (yine bence epey uzun bir süre) sonra Yaseminle kanka olmuşlardı. Beraber dönen koltukta döndüler, kitap baktılar, koşturmaca oynadılar.
Ha havasında oldu mu bizi şaşırttığı da oluyor. Örneğin bir akşamüstü Göztepede yürüyüş yaparken apartman önünde oynayan çocukların yanına şaşkın bakışlarımız altında hop oturdu, “ee napıyoruz ne oynuyoruz” diye suratlarına baktı, onlarla yakalamaç oynadı. Hmm şöyle bir bakıyorum da bu sanırım tek örnek. Zaten biz de şok olmuştuk, hiç Arca davranışı değil.
Kısacası Arca asosyal bir çocuk değil, başka çocuklarla bir şekilde iletişimde, sadece kendinden biraz daha büyük ve baskın çocuklardan tırsıyor, geri adım atıyor, kendinden daha sakin çocuklarla da daha girişken bir yapı sergiliyor.
Bunları Topolino’ya gittiğimizde düşündüm, hani her çocuk farklı demiştim ya… Arca’nın sadece arabaları elinde tutarak durduğu o 20 dakikalık süre, epey uzundu, derin derin düşünmeme imkan verdi, baksana çocukluğuma bile indim: ) Gerçekten ben bir Ela, bir Ege idim çocukken. Tamam itiraf ediyorum, belki o kocaman kaydırak benim için bile zor bir deneyim olurdu ama en azından onlar gibi direkt dalardım ortama. Hayat’ın yüzünde annemin çocuk yelizin peşinden koşarkenki ifade vardı o gün. Onlarda kendimden bir şeyler bulduğum için takdir ettim belki de, vaayyy dedim.
Arca bence muhteşem bir çocuk, belki böyle temkinli, önden sorgulayan, bir durup düşünen karakteri ileride onun için artı bir özellik olacak, bilemiyorum. Arca’nın büyümesini seyretmenin ve bunun bir parçası olmanın kendi adıma benim için zor bir süreç olacağını seziyorum. Bendeki tezcanlılık, hareketlilik, çocukluğumdaki girişkenlik Arca’da yok.
Farklılığımızı kabul etmek en başta biraz emek istedi zaten, onu olduğu gibi kabul etmek zaman aldı. Onun adımları ile ilerlemek benim için de ilginç bir deneyim olacak.
7 Kasım 2010 Pazar
Mandalin kokulu haftasonu
Evin erkekleri uyudu, hatta bir tanesi epey önce uyudu, sonrasında mutfağı topladım, kahve yaptım, 2 haftadır kaydetip izlemediğimiz dizileri izleyelim diye İlkere söz vermiştim, uyukladığı koltuktan uyandırıp kahve ile dünden kalan cheesecake koydum önümüze, ikinci dizinin ortasında baktım uyudu, kapattım televizyonu. çamaşırları topladım, çamaşır astım, banyo yaptım, 3 hapşırığı müteakip mendillik olmuş burun akıntısı ıhlamur alarmı verdi, koydum demliğe ıhlamuru, oturdum. Önce kisd'e mail yazdım, sonra bizim ekiple ufaktan program yaptım, ıhlamuru limonla tanıştırdım aralarını yapmak için bal ekleyecektim kalmamış artık bıraktım kendi hallerine.
Güzel bir haftasonu... Cumartesi sabahtan ananede kahvaltı, Arca ananede kalır yeliz fotoğrafçılık kursuna kaçar. Şahane bir ders geçirir, dersten çıktığında artık "ışık" onun için eskisi gibi değildir. Artık "ışığın" anlamı değişmiştir. Hayatın akan her sahnesi artık onun için bir fotoğraf karesidir. Lakin Kordon'da fotoğraf çekmek için vakti yoktur. Biri ablasının doğumgünü biri de akşamki dostlar için olmak üzere 2 cheesecake ile Alsancak sokaklarında park yerine ulaşmaya çalışır, beyninde binlerce kare fotoğraf ile. Aksi gibi trafik de sıkışık, neyse bir şekilde ananeye ulaşır, Arca'yla ufak bir ayşecik filmi çevirmeleri için "vee... motor!" repliğini duymaya ihtiyaçları yoktur!! Derken Duru'nun geldiğini haber veren zili duyduğunda kalbi küt küt kapıya koşar " kim o?" der. Der valla!! Sonra ikisinin en büyük ortak yanı... biri okumayı biri okutmayı seviyor...
"Of ya kaç yaşıma geldim hala mı doğumgünü!!!" diye sızlanan ablam cheesecake'e daha fazla karşı koyamaz, tatlı sohbetler yapılır. Neyse ki geçen gece Duru giderken ortalığı kaldıran Arca bu defa ayrılığı metanetli karşılar. Ablamlar annemi ananeme bırakırlar biz de eve yollanırız. Dostlar gecesine cheesecake damgasını vurur, Zeynepin sütünü garanti arttıracağı söylenerek bol bol yedirilir.
Pazar sabah kahvaltı için hala, emmi ve mamami ile Çakıl'da buluşmaya karar verilir. Burası mandalin ağaçlarının arasında harika bir yer. Öyle 3-5 ağaç değil bildiğin dönümlük mandalin bahçesi. Arca "mannamin"lere dalar, ağaçlardan toplamak serbest, Arca mutluluktan mest.
Kahvaltıda kuruyemiş getirmişler, güzel bir hoşluktu. Arca kahvaltısını evde yaptığı için kuru kayısı, incir ve üzümleri ve pek tabii mandalinleri götürmekle yetinir. Parkta oynar, çimlerde koşar, yorulunca arabalarıyla masada oynar. Oynar, oynar... Anne de dünkü kursun pratiğini yapar. Ancak ayar konusunda iyi bir seçim yapmadığını ahanda buraya fotoları koyunca fark eder. Bir de buraya koyamayacağı fotoğrafların - çok net ve yakın çekimlerindeki göz etrafı kırşıklarının derinliğini!!! böhüüü!!!
Uzun lafın kısası güzel bir haftasonunu elimde mendil kafamda bigudiler, kulağımda Arca ve damağımda ıhlamur ile noktalıyorum.
Güzel bir haftasonu... Cumartesi sabahtan ananede kahvaltı, Arca ananede kalır yeliz fotoğrafçılık kursuna kaçar. Şahane bir ders geçirir, dersten çıktığında artık "ışık" onun için eskisi gibi değildir. Artık "ışığın" anlamı değişmiştir. Hayatın akan her sahnesi artık onun için bir fotoğraf karesidir. Lakin Kordon'da fotoğraf çekmek için vakti yoktur. Biri ablasının doğumgünü biri de akşamki dostlar için olmak üzere 2 cheesecake ile Alsancak sokaklarında park yerine ulaşmaya çalışır, beyninde binlerce kare fotoğraf ile. Aksi gibi trafik de sıkışık, neyse bir şekilde ananeye ulaşır, Arca'yla ufak bir ayşecik filmi çevirmeleri için "vee... motor!" repliğini duymaya ihtiyaçları yoktur!! Derken Duru'nun geldiğini haber veren zili duyduğunda kalbi küt küt kapıya koşar " kim o?" der. Der valla!! Sonra ikisinin en büyük ortak yanı... biri okumayı biri okutmayı seviyor...
"Of ya kaç yaşıma geldim hala mı doğumgünü!!!" diye sızlanan ablam cheesecake'e daha fazla karşı koyamaz, tatlı sohbetler yapılır. Neyse ki geçen gece Duru giderken ortalığı kaldıran Arca bu defa ayrılığı metanetli karşılar. Ablamlar annemi ananeme bırakırlar biz de eve yollanırız. Dostlar gecesine cheesecake damgasını vurur, Zeynepin sütünü garanti arttıracağı söylenerek bol bol yedirilir.
Pazar sabah kahvaltı için hala, emmi ve mamami ile Çakıl'da buluşmaya karar verilir. Burası mandalin ağaçlarının arasında harika bir yer. Öyle 3-5 ağaç değil bildiğin dönümlük mandalin bahçesi. Arca "mannamin"lere dalar, ağaçlardan toplamak serbest, Arca mutluluktan mest.
Kahvaltıda kuruyemiş getirmişler, güzel bir hoşluktu. Arca kahvaltısını evde yaptığı için kuru kayısı, incir ve üzümleri ve pek tabii mandalinleri götürmekle yetinir. Parkta oynar, çimlerde koşar, yorulunca arabalarıyla masada oynar. Oynar, oynar... Anne de dünkü kursun pratiğini yapar. Ancak ayar konusunda iyi bir seçim yapmadığını ahanda buraya fotoları koyunca fark eder. Bir de buraya koyamayacağı fotoğrafların - çok net ve yakın çekimlerindeki göz etrafı kırşıklarının derinliğini!!! böhüüü!!!
Uzun lafın kısası güzel bir haftasonunu elimde mendil kafamda bigudiler, kulağımda Arca ve damağımda ıhlamur ile noktalıyorum.
5 Kasım 2010 Cuma
Amaan ko gitsin!!
Bugünün Cuma olması neşemi yerine getirmeye yetmiyor. O çocukluğumda öle bayıla içtiğim sandozun bir benzerini attı İlker çantama, iyi gelirmiş. Hayır gerçekten kötü. O pastiller de beni idare etmeyecek, biliyorum. Çok keyifsizim ama asıl sıkıntımı biliyorum ben!
Arca günlerdir uyumuyor.
Uyku sorunsalı vol.bilmem kaç!!
Uzun zaman olmuştu uykudan şikayet etmeyeli. "Yatır kaldır"ların yazı dizisi olduğundan beri bir olgunluk gelmişti üzerime. “hmm yoksa hidayete mi erdim? Bak oluruna bırakınca oluyor mu ne?” bile demiştim. Meğer başıma gelecekleri ön görememişim.
Bu uyku denen kabus ara sıra şekil değiştirip hortluyor. Yaş ilerledikçe sebepler değiştikçe o da gelişiyor güçleniyor. Her zaman aynı strateji iş görmüyor. Her enfeksiyonda farklı antibiyotik kullanmak gerektiği gibi alternatif tedavi yollarına ihtiyaç duyuluyor.
Artık iyice cinleşen cüce, kök söktürmenin farklı yollarını keşfetmiş durumda. Üstelik anababa yatağının tadını almışken bırakmak istemiyor haklı olarak. Tatilde üçümüz birlikte yattık, ne güzeldi diyemeyeceğim, onun için güzeldi bizim için zor. Yediğimiz tekmeler kahvaltı sohbetlerinin değişmez malzemesi oldu her sabah. Üstelik ezeceğiz diye korkuyoruz, daha doğrusu ben korkuyorum, uykular delik deşik. Sonra kimi günler sık sık kalkar oldu, bazı günlerse bütün gece uyudu. Özellikle bir tespit yapmak zordu, kısacası belirtiler değişkenlik gösteriyordu.
Hastalık ile birlikte, yatağa birlikte girmek anneyle el ele göz göze uykuya dalmak alışkanlık halini almaya başladı.
Bu arada iyi gelişmeler de olmuyor değildi. Örneğin yaklaşık 1 yıldır güven nesnesi yaratma çabalarımız Arca’nın tek gecelik ilişkileri ile çeşitleniyor, bir türlü tek nesneye odaklanamıyordu. Derken bir gün İlknur bir ayıyı hayatımıza soktu. Ayı yogi dedik kendisine, Arca kısaca AYİ diyor. Evet biliyorum çok yaratıcı değil. Hemen benimsemedi, biraz zaman aldı ama sonunda oldu. Ayısız bir yere gitmez olduk. Hemen aynısından (maalesef 1 ton açık renk) aldık ve sakladık, yedek olarak. Belli mi olur ya kaybolursa? Ben bu işten memnunum ama gece uyanmalarına, yatağa sorunsuz gidip kendi kendine uykulara dalmalarına çare olmadı Ayı. Kısacası tam amacımıza ulaşamadık.
Derken bazı stabil durumlar kendi belli etmeye başladı. Birkaç hafta boyunca, uyku rutinine başlama ve uykuya dalma arasında geçen süre epey uzamaya başladı. Özellikle 1,5 saati bulduğu gün, bu işte bir gariplik var dedim. Çok kısa geçeceğim…
Akşam eve gelirim, yemek yeriz.
Sonra kudurmacalı oyunlar, mümkünse dans-müzik vs…
Saat sekiz buçuğu geçerken ritim düşüyor, pijama süt ikilisi sahneyi alıyor, sonra kitaplar seçiliyor. Akkayay (arkadaşlar) – ayu, elly (fil), tavtan (tavşan), gogo (küçük ayı), panda, bakkumba (kaplumbağa), kuup (kutup ayısı) – yatağın içine özenle sıralanıyorlar, kitapları onların da dinlemesi lazım. Yatağa giriliyor. İlla ki her bir kitap birkaç defa okunuyor. Sonra masallara başlıyoruz, en az 2 masal okunuyor. Su baş ucunda, istiyor, içiyor, aydedeye el sallanmak isteniyor, balkona çıkılıyor, baba özleniyor, huzuruna çağırılıyor, öpülüyor, birkaç hikaye de baba anlatıyor, bu arada anne görüş alanı içerisinde mi kontrol ediliyor, baba sepetleniyor, anneye sarılıyor, kapı gösteriliyor, pek dirayetli anne kesinlikle dışarı çıkmıyor ama aynı dirayeti kucağa almak konusunda gösteremiyor, bir süre kucakta pışpışlanıyor, - bu süre zarfında sabır konusundaki uzmanlık sınavını tam geçecekken dellenmeye başlıyor – “yeter ulen yat zıbar” noktasına geliyor. Arca tınmıyor, eylemlerine devam ediyor, bağırmakla çözemeyeceğini anlayan anne, döt kadar yatağın içine sığışıyor, birbirlerine sarılıyorlar, Arca uyuyor. Yok uyumuyor zira anne daha telsizi aldığı an “anneeeaa” diye bir ses ile tekrar odaya giriyor, döngünün son 10 dakikası tekrarlanıyor, ve bu 3 defa daha tekrarlandıktan sonra Arca uyuyor, çoğu zaman anne de onunla uyuyor.
Nasıl? Şahane bir rutin değil mi? Böğürmek istiyordum!
Peki tamam, hadi böyle uyuduk diyelim, hadi her şeyi bir kenara bıraktım elele gözgöze uyuduk diyelim. Gece hemen her saat başı uyanmalar, çığlık çığlığa ağlamalar. Hastalık için doktora gidip sormasaydık, “diş var mı” diye, 2,5 yaş dişleri erkenden çıkıyor diye kendi kendimizi kandırıyor olacaktık.
Hülya dürttü, “napıyorsun, yine kendini prob yapmışsın, ver eline ayıcığını öp kocamanından, kapat ışığı çık, Tuna artık böyle uyuyor !” Evet “Hülya = prob tespit ve savma uzmanı”. Yapma yav yine mi prob olduk? Bir insanın bünyesi bu kadar mı probluğa yatkın olur, hey Allahım!
Adım büyük, hemen atamadım, temkinli yaklaştım.
Önce küçük bir diyalog ile alıştırma turları …
Yeliz : Tunayı biliyorsun annecim?
Arca : Una!
Yeliz : Evet tunanın annesi hülya ile konuştuk.
Arca : hülla
Yeliz : Hülya dedi ki Tuna artık büyük bir çocuk olduğu için annesi uyutmuyormuş, kendi yatağında ve kendi kendine uyuyormuş. Artık sen de büyüdüğüne göre Tuna gibi kendi kendine uyuyabilirsin. Hatta Ela, Berk, Ege ve Alpi de aynı Tuna gibi uyuyorlarmış.
Sonra yatağa gidiş ve anne yatağın yanında beklerken Arca uykuya daldı, tüm süreç (pijama, süt, diş fırçalama, 2 kitap ile sınırlama…) sadece 40 dakika sürdü. Ve bu hadise birkaç gece bu şekilde sürdü. İşin güzel tarafı gecede sadece 1 defa kalktı ve sadece su içip tekrar yattı.
Geçen hafta yaşadıklarımızı Hülyaya anlattım. YETMEZ AMA EVET :P dedi. Öncelikle yatakta bırakıp çıkmalısın dedi, dedim Arca daha küçük Tunadan, bişey olmasın, yok dene dedi. Sonra dedim ki Tuna minicikken emziğini bulurdu yataktan şimdi de suyunu bulup içiyor, seni çağımıyor? Ne iş? Çünkü kendi koyuyor dedi. Hmmm güzel detay!!
Tam olayın ikinci önemli adımını atmaya kendimi hazırlamıştım ki, her şey tepetaklak oldu. Yok uykuya geçişler hala şahane, hiç sorun yok, artık “tuna” hikayesi bile anlatmıyorum, direkt yatıyor. Ama yanından ayrıldığım an yaygarayı koparıyor. Sorun yok. Bir süre böyle idare ederim. Sorun şu ki; günlerdir uyumuyor. Hadi bir gece burnu akıyordu anladım. Günlerce üst üste gelince çok hırpaladı beni, dün akşam bir de hastayken tüy dikti. “Çıkarr” diye bağırdı bir ara. Bezi çıkardım bir daha da taktırmadı, sadece bana sarılıp duruyor. Yatmak da yok, koltukta oturuyoruz. Uyuduktan sonra bezi taktım, bir süre sonra yine başladı. İlginçtir, arca bezsiz dolaşmıyor ki alışmış olsun çıplak popoya? Sadece kakasını ara sıra da çişini yapıyor lazımlığa, sonrası hep beze.
Neyse sonuç? Yok bilmiyorum. 2 yaşından sonra düzelir mi? Geçer mi? Bir derdi mi var? Yok be ne derdi? sabah ben sürünürken adam balonlarıyla oynuyordu, haldur huldur koşuyordu. Bütün günü de harika geçiriyor, ee ne o zaman?
Bütün huysuzlukları geceleri hortluyor.
ARCA = KURT BEBEK
Öyle keyifsizim ki … kafa yoramıyorum bile. Amaan ko gitsin!!
Arca günlerdir uyumuyor.
Uyku sorunsalı vol.bilmem kaç!!
Uzun zaman olmuştu uykudan şikayet etmeyeli. "Yatır kaldır"ların yazı dizisi olduğundan beri bir olgunluk gelmişti üzerime. “hmm yoksa hidayete mi erdim? Bak oluruna bırakınca oluyor mu ne?” bile demiştim. Meğer başıma gelecekleri ön görememişim.
Bu uyku denen kabus ara sıra şekil değiştirip hortluyor. Yaş ilerledikçe sebepler değiştikçe o da gelişiyor güçleniyor. Her zaman aynı strateji iş görmüyor. Her enfeksiyonda farklı antibiyotik kullanmak gerektiği gibi alternatif tedavi yollarına ihtiyaç duyuluyor.
Artık iyice cinleşen cüce, kök söktürmenin farklı yollarını keşfetmiş durumda. Üstelik anababa yatağının tadını almışken bırakmak istemiyor haklı olarak. Tatilde üçümüz birlikte yattık, ne güzeldi diyemeyeceğim, onun için güzeldi bizim için zor. Yediğimiz tekmeler kahvaltı sohbetlerinin değişmez malzemesi oldu her sabah. Üstelik ezeceğiz diye korkuyoruz, daha doğrusu ben korkuyorum, uykular delik deşik. Sonra kimi günler sık sık kalkar oldu, bazı günlerse bütün gece uyudu. Özellikle bir tespit yapmak zordu, kısacası belirtiler değişkenlik gösteriyordu.
Hastalık ile birlikte, yatağa birlikte girmek anneyle el ele göz göze uykuya dalmak alışkanlık halini almaya başladı.
Bu arada iyi gelişmeler de olmuyor değildi. Örneğin yaklaşık 1 yıldır güven nesnesi yaratma çabalarımız Arca’nın tek gecelik ilişkileri ile çeşitleniyor, bir türlü tek nesneye odaklanamıyordu. Derken bir gün İlknur bir ayıyı hayatımıza soktu. Ayı yogi dedik kendisine, Arca kısaca AYİ diyor. Evet biliyorum çok yaratıcı değil. Hemen benimsemedi, biraz zaman aldı ama sonunda oldu. Ayısız bir yere gitmez olduk. Hemen aynısından (maalesef 1 ton açık renk) aldık ve sakladık, yedek olarak. Belli mi olur ya kaybolursa? Ben bu işten memnunum ama gece uyanmalarına, yatağa sorunsuz gidip kendi kendine uykulara dalmalarına çare olmadı Ayı. Kısacası tam amacımıza ulaşamadık.
Derken bazı stabil durumlar kendi belli etmeye başladı. Birkaç hafta boyunca, uyku rutinine başlama ve uykuya dalma arasında geçen süre epey uzamaya başladı. Özellikle 1,5 saati bulduğu gün, bu işte bir gariplik var dedim. Çok kısa geçeceğim…
Akşam eve gelirim, yemek yeriz.
Sonra kudurmacalı oyunlar, mümkünse dans-müzik vs…
Saat sekiz buçuğu geçerken ritim düşüyor, pijama süt ikilisi sahneyi alıyor, sonra kitaplar seçiliyor. Akkayay (arkadaşlar) – ayu, elly (fil), tavtan (tavşan), gogo (küçük ayı), panda, bakkumba (kaplumbağa), kuup (kutup ayısı) – yatağın içine özenle sıralanıyorlar, kitapları onların da dinlemesi lazım. Yatağa giriliyor. İlla ki her bir kitap birkaç defa okunuyor. Sonra masallara başlıyoruz, en az 2 masal okunuyor. Su baş ucunda, istiyor, içiyor, aydedeye el sallanmak isteniyor, balkona çıkılıyor, baba özleniyor, huzuruna çağırılıyor, öpülüyor, birkaç hikaye de baba anlatıyor, bu arada anne görüş alanı içerisinde mi kontrol ediliyor, baba sepetleniyor, anneye sarılıyor, kapı gösteriliyor, pek dirayetli anne kesinlikle dışarı çıkmıyor ama aynı dirayeti kucağa almak konusunda gösteremiyor, bir süre kucakta pışpışlanıyor, - bu süre zarfında sabır konusundaki uzmanlık sınavını tam geçecekken dellenmeye başlıyor – “yeter ulen yat zıbar” noktasına geliyor. Arca tınmıyor, eylemlerine devam ediyor, bağırmakla çözemeyeceğini anlayan anne, döt kadar yatağın içine sığışıyor, birbirlerine sarılıyorlar, Arca uyuyor. Yok uyumuyor zira anne daha telsizi aldığı an “anneeeaa” diye bir ses ile tekrar odaya giriyor, döngünün son 10 dakikası tekrarlanıyor, ve bu 3 defa daha tekrarlandıktan sonra Arca uyuyor, çoğu zaman anne de onunla uyuyor.
Nasıl? Şahane bir rutin değil mi? Böğürmek istiyordum!
Peki tamam, hadi böyle uyuduk diyelim, hadi her şeyi bir kenara bıraktım elele gözgöze uyuduk diyelim. Gece hemen her saat başı uyanmalar, çığlık çığlığa ağlamalar. Hastalık için doktora gidip sormasaydık, “diş var mı” diye, 2,5 yaş dişleri erkenden çıkıyor diye kendi kendimizi kandırıyor olacaktık.
Hülya dürttü, “napıyorsun, yine kendini prob yapmışsın, ver eline ayıcığını öp kocamanından, kapat ışığı çık, Tuna artık böyle uyuyor !” Evet “Hülya = prob tespit ve savma uzmanı”. Yapma yav yine mi prob olduk? Bir insanın bünyesi bu kadar mı probluğa yatkın olur, hey Allahım!
Adım büyük, hemen atamadım, temkinli yaklaştım.
Önce küçük bir diyalog ile alıştırma turları …
Yeliz : Tunayı biliyorsun annecim?
Arca : Una!
Yeliz : Evet tunanın annesi hülya ile konuştuk.
Arca : hülla
Yeliz : Hülya dedi ki Tuna artık büyük bir çocuk olduğu için annesi uyutmuyormuş, kendi yatağında ve kendi kendine uyuyormuş. Artık sen de büyüdüğüne göre Tuna gibi kendi kendine uyuyabilirsin. Hatta Ela, Berk, Ege ve Alpi de aynı Tuna gibi uyuyorlarmış.
Sonra yatağa gidiş ve anne yatağın yanında beklerken Arca uykuya daldı, tüm süreç (pijama, süt, diş fırçalama, 2 kitap ile sınırlama…) sadece 40 dakika sürdü. Ve bu hadise birkaç gece bu şekilde sürdü. İşin güzel tarafı gecede sadece 1 defa kalktı ve sadece su içip tekrar yattı.
Geçen hafta yaşadıklarımızı Hülyaya anlattım. YETMEZ AMA EVET :P dedi. Öncelikle yatakta bırakıp çıkmalısın dedi, dedim Arca daha küçük Tunadan, bişey olmasın, yok dene dedi. Sonra dedim ki Tuna minicikken emziğini bulurdu yataktan şimdi de suyunu bulup içiyor, seni çağımıyor? Ne iş? Çünkü kendi koyuyor dedi. Hmmm güzel detay!!
Tam olayın ikinci önemli adımını atmaya kendimi hazırlamıştım ki, her şey tepetaklak oldu. Yok uykuya geçişler hala şahane, hiç sorun yok, artık “tuna” hikayesi bile anlatmıyorum, direkt yatıyor. Ama yanından ayrıldığım an yaygarayı koparıyor. Sorun yok. Bir süre böyle idare ederim. Sorun şu ki; günlerdir uyumuyor. Hadi bir gece burnu akıyordu anladım. Günlerce üst üste gelince çok hırpaladı beni, dün akşam bir de hastayken tüy dikti. “Çıkarr” diye bağırdı bir ara. Bezi çıkardım bir daha da taktırmadı, sadece bana sarılıp duruyor. Yatmak da yok, koltukta oturuyoruz. Uyuduktan sonra bezi taktım, bir süre sonra yine başladı. İlginçtir, arca bezsiz dolaşmıyor ki alışmış olsun çıplak popoya? Sadece kakasını ara sıra da çişini yapıyor lazımlığa, sonrası hep beze.
Neyse sonuç? Yok bilmiyorum. 2 yaşından sonra düzelir mi? Geçer mi? Bir derdi mi var? Yok be ne derdi? sabah ben sürünürken adam balonlarıyla oynuyordu, haldur huldur koşuyordu. Bütün günü de harika geçiriyor, ee ne o zaman?
Bütün huysuzlukları geceleri hortluyor.
ARCA = KURT BEBEK
Öyle keyifsizim ki … kafa yoramıyorum bile. Amaan ko gitsin!!
2 Kasım 2010 Salı
benim bebem muhteşem!
UYARI : Bu adı üzerinde bir “benim bebem muhteşem” yazısıdır. Kendisinin b.kundaki boncukları dizdim dizdim, 2 sıra kolye yaptım, biraz yazıp tatmin olacağım. Bu aralar pek bi sevişkeniz, iyi taraflarını yazayım da olur da büyür açar okur, “ulen ne iğrenç bir bebekmişim anamın anasını ağlatmışım” demesin yavrucak, özgüveni neyim zedelenmesin.
Arca’nın kitap sevgisi
Öyle alttan alttan imaya gerek yok! Bizim oğlan kitap seviyor abicim! Hani övünülecek bir şeyse bu, totom kalkabilir, günahtır indirmeyiniz!!
Kargodan gelen paketten çıkan Kirpi ile kestane… eve gelir gelmez daha elimi yıkamadan oturtup okutturdu bana.
alt metin: bütün gün çalış, sonra gel üstünü bile çıkarmadan bebenle ilgilen!! Vallahi muhteşem bi anneyim:P
içses : yok öyle diil yiyosa dur bi elimi yıkayayım de, Allah yarattı demez basar yaygarayı
Sandım ki beni beklemiş! Yok babaneye ve ÜT’ye sonrasında İlkere defalarca okuttuktan sonra bir de benden dinlemek istemiş. Diğer paketi açmamışlar, kitap mı bilememişler. Halbuki paketin büyüğü oydu. Kasaba’nın En şık devi top 10 listesinin tepesine yerleşince, üzerine sevgili Evrenin Julia Donaldson kitapları ile ilgili yazdıkları birleşince, diğer kitaplarını almaya karar vermiştim, bu ayki listenin çoğu bu yazara ayrılmıştı: Tostoraman, Değnek Adam, Pırtık Tekir. Atakan serisinden 2 kitap daha eklendi ayrıca.
Yemekten sonra Arca’ya kargo paketini açtım ve odadan çıktım, hepsini tek tek inceledi, sayfalara baktı.
alt metin : entel bebe kitap inceliyor
Böyle bir 10 dakika sadece yeni kitaplarını sevdi. Ben de çaktırmadan seyrediyorum: ) Yatağa yerleştik, önce Atakanlar okundu. Önceki 2 tanesini yırtıp kendisi çöpe atınca özlemiş belli ki.
kendini telkin edici içses : evet fazla kitap seviyor, sevgisini pek haşin gösteriyor yavrucak, yoksa öyle hırçınlıkları hiç yok bebemin
Değnek adamı okuttu önce ama adapte olamadı galiba pek sarmadı. Tostoraman’dan açıkçası tırstım hani canavar gibi bişey korkar mı acaba oldum, hatta okurken araya kahkahalar filan sıkıştırdım, komik kitap havası verdim. Bayıldı!!
alt metin : evet bebesinin tepkisini öngörebilen, strateji belirleyebilen muhteşem bir anneyim:P
O gece hiç oyun oynamadık, sadece kitap okuduk.
alt metin : diyorum işte, muhteşem anneyim!! Ama bebem de süper entel bebe, okuyor, okutuyor
içses : hay ağzına mıçayım ezeli de kaçırdık!!
Arca’nın damak tadı
Pazar günü yemeğe gittik, İlker büfeden fırında baharatlarla pişmiş patates getirdi, tadına bakmadan Arca’ya yedirdi: “ACİİİ” dedi. Evet dostlar Arca henüz acı yemedi ama tadının acı olduğunu biliyor. Nasıl? Bizim oğlan gurme!! 2 gün karı koca “allahım bir gurme yetiştiriyoruz, yakında şarap tadım kurslarına da başlatırız, evet evet o bir gurme” şeklinde birbirimizi ortak ürettiğimiz mahsül için tebrik ededuralım, ben olayı sabah ÜT’ye anlattım.
- Hee biliyo tabii canım, geçende eline verdiğim biber acı çıktı, epey bir içine işlemiştir, dedi. Sağolsun bizim balon tısladı: )
Bir de çirkini öğretmiş, sağolsun, beğenmediği yemeğe yaftayı yapıştırıyor. Artık sadece makka, piza, pide, ayyan… bu damak tadı denen illet bize yemek seçme olarak geri döndü!
iç ses alt metin filan yok hadise kabak gibi ortada işte!!!
Arca’nın oyuncak konsantrasyonu
Evet bizim oğlan hem entel, hem gurme, hem de oyuncak konusunda muhteşem. Özellikle oyun oynarken dikkat çekici derecede konsantre :))
Ben sustum video konuşsun.
Sesli izlemeye çalışın, hayvanların seslerini çıkarmaya çalışıyor.
Şimdi postu burada kessem diyeceksiniz ki "ne güzel oynuyor çocuk!" öyle değil işte, olayın devamında Arca acayip sinirlendi, yıktı döktü. Hehe tabii çekmedim o görüntüleri. Hiç yakışır mı “benim bebem muhteşem” postuna?
Son söz:
Çok kastım ama olmadı, “benim bebem muhteşem” postu bile ancak bu kadar oldu! Şunu anladım ki insanın önce kendini inandırması lazım çocuğunun herkeslerden daha bi harika olduğuna! Yoksa her çocuk özelinde özel, harika, muhteşem ve her çocuk aslında bir o kadar normal.
--------- bu post ilham kaynağım olan normal çocuk analarına ithaf edilmiştir ------------
Arca’nın kitap sevgisi
Öyle alttan alttan imaya gerek yok! Bizim oğlan kitap seviyor abicim! Hani övünülecek bir şeyse bu, totom kalkabilir, günahtır indirmeyiniz!!
Kargodan gelen paketten çıkan Kirpi ile kestane… eve gelir gelmez daha elimi yıkamadan oturtup okutturdu bana.
alt metin: bütün gün çalış, sonra gel üstünü bile çıkarmadan bebenle ilgilen!! Vallahi muhteşem bi anneyim:P
içses : yok öyle diil yiyosa dur bi elimi yıkayayım de, Allah yarattı demez basar yaygarayı
Sandım ki beni beklemiş! Yok babaneye ve ÜT’ye sonrasında İlkere defalarca okuttuktan sonra bir de benden dinlemek istemiş. Diğer paketi açmamışlar, kitap mı bilememişler. Halbuki paketin büyüğü oydu. Kasaba’nın En şık devi top 10 listesinin tepesine yerleşince, üzerine sevgili Evrenin Julia Donaldson kitapları ile ilgili yazdıkları birleşince, diğer kitaplarını almaya karar vermiştim, bu ayki listenin çoğu bu yazara ayrılmıştı: Tostoraman, Değnek Adam, Pırtık Tekir. Atakan serisinden 2 kitap daha eklendi ayrıca.
Yemekten sonra Arca’ya kargo paketini açtım ve odadan çıktım, hepsini tek tek inceledi, sayfalara baktı.
alt metin : entel bebe kitap inceliyor
Böyle bir 10 dakika sadece yeni kitaplarını sevdi. Ben de çaktırmadan seyrediyorum: ) Yatağa yerleştik, önce Atakanlar okundu. Önceki 2 tanesini yırtıp kendisi çöpe atınca özlemiş belli ki.
kendini telkin edici içses : evet fazla kitap seviyor, sevgisini pek haşin gösteriyor yavrucak, yoksa öyle hırçınlıkları hiç yok bebemin
Değnek adamı okuttu önce ama adapte olamadı galiba pek sarmadı. Tostoraman’dan açıkçası tırstım hani canavar gibi bişey korkar mı acaba oldum, hatta okurken araya kahkahalar filan sıkıştırdım, komik kitap havası verdim. Bayıldı!!
alt metin : evet bebesinin tepkisini öngörebilen, strateji belirleyebilen muhteşem bir anneyim:P
O gece hiç oyun oynamadık, sadece kitap okuduk.
alt metin : diyorum işte, muhteşem anneyim!! Ama bebem de süper entel bebe, okuyor, okutuyor
içses : hay ağzına mıçayım ezeli de kaçırdık!!
Arca’nın damak tadı
Pazar günü yemeğe gittik, İlker büfeden fırında baharatlarla pişmiş patates getirdi, tadına bakmadan Arca’ya yedirdi: “ACİİİ” dedi. Evet dostlar Arca henüz acı yemedi ama tadının acı olduğunu biliyor. Nasıl? Bizim oğlan gurme!! 2 gün karı koca “allahım bir gurme yetiştiriyoruz, yakında şarap tadım kurslarına da başlatırız, evet evet o bir gurme” şeklinde birbirimizi ortak ürettiğimiz mahsül için tebrik ededuralım, ben olayı sabah ÜT’ye anlattım.
- Hee biliyo tabii canım, geçende eline verdiğim biber acı çıktı, epey bir içine işlemiştir, dedi. Sağolsun bizim balon tısladı: )
Bir de çirkini öğretmiş, sağolsun, beğenmediği yemeğe yaftayı yapıştırıyor. Artık sadece makka, piza, pide, ayyan… bu damak tadı denen illet bize yemek seçme olarak geri döndü!
iç ses alt metin filan yok hadise kabak gibi ortada işte!!!
Arca’nın oyuncak konsantrasyonu
Evet bizim oğlan hem entel, hem gurme, hem de oyuncak konusunda muhteşem. Özellikle oyun oynarken dikkat çekici derecede konsantre :))
Ben sustum video konuşsun.
Sesli izlemeye çalışın, hayvanların seslerini çıkarmaya çalışıyor.
Şimdi postu burada kessem diyeceksiniz ki "ne güzel oynuyor çocuk!" öyle değil işte, olayın devamında Arca acayip sinirlendi, yıktı döktü. Hehe tabii çekmedim o görüntüleri. Hiç yakışır mı “benim bebem muhteşem” postuna?
Son söz:
Çok kastım ama olmadı, “benim bebem muhteşem” postu bile ancak bu kadar oldu! Şunu anladım ki insanın önce kendini inandırması lazım çocuğunun herkeslerden daha bi harika olduğuna! Yoksa her çocuk özelinde özel, harika, muhteşem ve her çocuk aslında bir o kadar normal.
--------- bu post ilham kaynağım olan normal çocuk analarına ithaf edilmiştir ------------
1 Kasım 2010 Pazartesi
Anne-Baba-Çocuk Blogları hakkında
Bu aralar ev ödevlerim arttı, bir an önce teslimatlarımızı bitirelim.
özgür annenin yolu bilimsel araştırma yapan birileri ile kesişmiş ve derdini burada anlatmış. Bir tür soru-cevap anket formunda mim başlatmış.
Ben de cıvıtmadan elimden geldiğince ciddi ciddi yanıtlamaya çalıştım, mülakat gibi oldu, idare ediverin gari:P
Okumaya başlamadan önce, bu işin incelikleri kuralları var, uyalım, zira ciddi bilimsel bir görev...
Bizi sobeleyene ve sobelemek istediklerimize link veriyoruz.
Sonra yazımızı veya linkimizi annebabacocukbloglari@gmail.com adresine gönderiyoruz.
Hemen aklıma gelenleri sobeliyorum:
tekirim
iyi bir blog okuyucusu ve taze blogger özge
sevgili ilknur
elfanam
ve ela'nın yeşimŞimdi cevaplar:
1. Bir zamanlar “bebek günlükleri” vardı. Sizce bloglar onların yerini aldı mı?
Tersten sorarsak, “eğer blog diye bir şey olmasaydı, ben bebeğim için günlük tutar mıydım?” Evet tutardım!! Demek ki benim bakış açıma göre bloglar bebek günlüklerinin yerine geçmiş.
2. Blog yazarlığı ebeveynlik tarzınızı etkiliyor mu? Nasıl?
“Blog yazarlığı” tabiri benim için biraz ağır kaçıyor, yazıp çiziyoruz işte bu sebepten “blog yazmak” lafını kullanacağım.
Blog yazmak ebeveynlik tarzımı etkilemedi. Çünkü blog yazmasaydım da böyle bir ebeveyn olurdum: araştırmacı, öğrenmeye aç, internet annesi, vs vs… Sadece blog yazmak, kendi bildiklerimi paylaşmak, paylaştıkça yeni bilgiler edinmek açısından faydalı oldu. Ayrıca blog sahibi olduğum için kendim gibi annelerle irtibatım oldu, hem daha fazla bilgi sahibi oldum hem pek çok konuda yalnız olmadığımı gördüm, kendimi rehabilite ettim : )
3. Anne-baba-çocuk blogları blog dünyasını etkiliyor mu? Nasıl?
Blog dünyası neyin etrafında dönüyor? Açıkçası bilmiyorum. Blog dünyasını etkilemese de anne-bebek temalı her türlü ticari oluşumu etkilediğini düşünüyorum. Dergilerde blogger arkadaşlarımızı görüyoruz, güzel girişimlerin çıkış noktası oluyor, sonra pek çok anne bebek ürünü söz konusu olduğunda bloggerların düşüncelerine kulak veriliyor. Dolayısı ile bence anne bebek blogları bir şekilde bir şeyleri etkiliyor.
4. Çocuk büyütmekle ilgili olarak, bloglar olmasaydı kesinlikle farklı davranırdım dediğiniz bir şey var mı?
Çok var. En başından Tracy Hogg kitabından haberdar oldum, bu benim ilk dönemlerimde çok faydalı oldu. Bloglardan birinin tavsiyesi ile tanışmıştım. Tecrübesizliklerim içinde debelenirdim muhtemelen.
Tuvalet iletişimi hakkında bilgi sahibi oldum. 2 yaşından sonra daha mı kolay olurdu daha mı zor, tabii bunu bilemem ama gelmek istediğim noktaya çok yaklaşmış olmak beni mutlu ediyor. Bloglar olmasaydı bu işin 2 yaşından önce yanına yanaşmazdım, hiç düşünmezdim.
5. Anne-Baba olmak meslek mi yoksa üstlendiğimiz toplumsal rollerden biri mi?
İkisi de değil. Meslek demek çok profesyonel kaçıyor, hem emekliliği de yok bu işin, hayır meslek olmamalı . Toplumsal bir rol üstlenmiş olmak da yanlış geliyor. Toplumun dayattığı bir rol değil ki bu. Bu, artık kendimizden ayıramayacağımız bir yönümüz. Hayatımızın vazgeçilemez bir bölümü.
6. Anne-baba-çocuk blogları, babaları nasıl etkiliyor?
Genel olarak nasıl etkiliyor bilmiyorum, kişiye göre değişir. Ama bizim evde bloglar, blogger dostlar hep sohbet konusu olmuştur, hep paylaşırım, İlker de ilgilenir, merak eder. Ama bloğumu takip etmiyor mesela.
7. Bloglar yoluyla gerçekleşen bilgi ve deneyim aktarımı büyükanne-büyükbabaların bilgi ve deneyimini değersizleştiriyor mu?
Bilgileri eskide kalabiliyor onlar da bizim sayemizde yeni şeyler duyunca şaşırıyorlar, hep bi “bizim zamanımızda …” ile başlayan cümleler kuruluyor. Ama deneyim çok farklı tabii ki deneyimleri çok değerli, internetten okunan 2 satır yazı ile silinemez. Ama blog yazan anneler de deneyimlerini aktardığı için deneyim anlamında blogları da küçümsememek lazım.
8. Anne-baba-çocuk blogları sözkonusu olduğunda, blog yazmayı daha ne kadar sürdürmeyi düşünüyorsunuz?
Blog yazmak Arca’dan önce de vardı, kısacası benim bloğum başından beri anne bebek bloğu olmadığı için gittiği yere kadar devam eder diye düşünüyorum. Yani bebeğin büyümesinden, birey olmasından bağımsız olarak farklı bir parallelde ilerler.
9. Yazdığınız blog kapansa ya da kapatılsa bloglar yoluyla kurduğunuz sosyal ilişkiler devam eder mi?
Kesinlikle devam eder. Çok güzel dostluklarım oldu, onlar artık benim arkadaşlarım, sadece benim gibi blog yazıyorlar. Yazamazsak da arkadaşlığımız devam eder.
özgür annenin yolu bilimsel araştırma yapan birileri ile kesişmiş ve derdini burada anlatmış. Bir tür soru-cevap anket formunda mim başlatmış.
Ben de cıvıtmadan elimden geldiğince ciddi ciddi yanıtlamaya çalıştım, mülakat gibi oldu, idare ediverin gari:P
Okumaya başlamadan önce, bu işin incelikleri kuralları var, uyalım, zira ciddi bilimsel bir görev...
Bizi sobeleyene ve sobelemek istediklerimize link veriyoruz.
Sonra yazımızı veya linkimizi annebabacocukbloglari@gmail.com adresine gönderiyoruz.
Hemen aklıma gelenleri sobeliyorum:
tekirim
iyi bir blog okuyucusu ve taze blogger özge
sevgili ilknur
elfanam
ve ela'nın yeşimŞimdi cevaplar:
1. Bir zamanlar “bebek günlükleri” vardı. Sizce bloglar onların yerini aldı mı?
Tersten sorarsak, “eğer blog diye bir şey olmasaydı, ben bebeğim için günlük tutar mıydım?” Evet tutardım!! Demek ki benim bakış açıma göre bloglar bebek günlüklerinin yerine geçmiş.
2. Blog yazarlığı ebeveynlik tarzınızı etkiliyor mu? Nasıl?
“Blog yazarlığı” tabiri benim için biraz ağır kaçıyor, yazıp çiziyoruz işte bu sebepten “blog yazmak” lafını kullanacağım.
Blog yazmak ebeveynlik tarzımı etkilemedi. Çünkü blog yazmasaydım da böyle bir ebeveyn olurdum: araştırmacı, öğrenmeye aç, internet annesi, vs vs… Sadece blog yazmak, kendi bildiklerimi paylaşmak, paylaştıkça yeni bilgiler edinmek açısından faydalı oldu. Ayrıca blog sahibi olduğum için kendim gibi annelerle irtibatım oldu, hem daha fazla bilgi sahibi oldum hem pek çok konuda yalnız olmadığımı gördüm, kendimi rehabilite ettim : )
3. Anne-baba-çocuk blogları blog dünyasını etkiliyor mu? Nasıl?
Blog dünyası neyin etrafında dönüyor? Açıkçası bilmiyorum. Blog dünyasını etkilemese de anne-bebek temalı her türlü ticari oluşumu etkilediğini düşünüyorum. Dergilerde blogger arkadaşlarımızı görüyoruz, güzel girişimlerin çıkış noktası oluyor, sonra pek çok anne bebek ürünü söz konusu olduğunda bloggerların düşüncelerine kulak veriliyor. Dolayısı ile bence anne bebek blogları bir şekilde bir şeyleri etkiliyor.
4. Çocuk büyütmekle ilgili olarak, bloglar olmasaydı kesinlikle farklı davranırdım dediğiniz bir şey var mı?
Çok var. En başından Tracy Hogg kitabından haberdar oldum, bu benim ilk dönemlerimde çok faydalı oldu. Bloglardan birinin tavsiyesi ile tanışmıştım. Tecrübesizliklerim içinde debelenirdim muhtemelen.
Tuvalet iletişimi hakkında bilgi sahibi oldum. 2 yaşından sonra daha mı kolay olurdu daha mı zor, tabii bunu bilemem ama gelmek istediğim noktaya çok yaklaşmış olmak beni mutlu ediyor. Bloglar olmasaydı bu işin 2 yaşından önce yanına yanaşmazdım, hiç düşünmezdim.
5. Anne-Baba olmak meslek mi yoksa üstlendiğimiz toplumsal rollerden biri mi?
İkisi de değil. Meslek demek çok profesyonel kaçıyor, hem emekliliği de yok bu işin, hayır meslek olmamalı . Toplumsal bir rol üstlenmiş olmak da yanlış geliyor. Toplumun dayattığı bir rol değil ki bu. Bu, artık kendimizden ayıramayacağımız bir yönümüz. Hayatımızın vazgeçilemez bir bölümü.
6. Anne-baba-çocuk blogları, babaları nasıl etkiliyor?
Genel olarak nasıl etkiliyor bilmiyorum, kişiye göre değişir. Ama bizim evde bloglar, blogger dostlar hep sohbet konusu olmuştur, hep paylaşırım, İlker de ilgilenir, merak eder. Ama bloğumu takip etmiyor mesela.
7. Bloglar yoluyla gerçekleşen bilgi ve deneyim aktarımı büyükanne-büyükbabaların bilgi ve deneyimini değersizleştiriyor mu?
Bilgileri eskide kalabiliyor onlar da bizim sayemizde yeni şeyler duyunca şaşırıyorlar, hep bi “bizim zamanımızda …” ile başlayan cümleler kuruluyor. Ama deneyim çok farklı tabii ki deneyimleri çok değerli, internetten okunan 2 satır yazı ile silinemez. Ama blog yazan anneler de deneyimlerini aktardığı için deneyim anlamında blogları da küçümsememek lazım.
8. Anne-baba-çocuk blogları sözkonusu olduğunda, blog yazmayı daha ne kadar sürdürmeyi düşünüyorsunuz?
Blog yazmak Arca’dan önce de vardı, kısacası benim bloğum başından beri anne bebek bloğu olmadığı için gittiği yere kadar devam eder diye düşünüyorum. Yani bebeğin büyümesinden, birey olmasından bağımsız olarak farklı bir parallelde ilerler.
9. Yazdığınız blog kapansa ya da kapatılsa bloglar yoluyla kurduğunuz sosyal ilişkiler devam eder mi?
Kesinlikle devam eder. Çok güzel dostluklarım oldu, onlar artık benim arkadaşlarım, sadece benim gibi blog yazıyorlar. Yazamazsak da arkadaşlığımız devam eder.
10.000 mimi
Bakmayın tüketim çılgınlığının ve kapitalizmin neferliğini yaptığıma, aslında iflah olmaz bir istifçiyim ben.
Öyle kolay kolay para harcayamam – Arca’dan başka ki ona da kendimce dikkatli para harcıyorum - .
Sene 2004. İlker de ben de fosur fosur tiryakileriz. Ben 7 senedir filan içiyordum pek de severek içerdim. Neyse sigaranın fiyatı yükselince hatırladığım kadarıyla o zamanın parasıyla 3,5 milyon filan, bir hesap ediyoruz, ciddi rakam! İlker’le kafa kafaya verip hesap yaptık, her ay o para ile neler yapabileceğimize karar verdik. İlker DVD koleksiyonu olmasını istiyordu, bir heves başladı, her ayki sigara parasıyla orijinal DVD aldı. Ben de giysi alırım dedim, gören de giyim kuşama dünya para harcıyorum sanacak. Sonra ne mi oldu? İlker 6 ay sonra sigaraya başladı, ama DVD almaya devam etti, şu anda 1000’e yakın DVD’si var. Ben ? Sigaraya hiç başlamadım ama benim para önce emeklilik sigortası oldu, sonra kenara koyma parası oldu, sonra… Sonrası yok kenarda bir yerde işte: )
Banka hesabının beni sıcak tutmasını seviyorum. Kenarda param olmalı ama az ama çok. Olmadığı zaman kendimi kötü hissediyorum. Bir yerden para geldi mi, hemen kenara konacak! Dolayısı ile Arca için o kadar para havadan gelse hiç düşünmeden geleceği için yatırım yapardım. Biliyorum pek yaratıcı olmadı ama napalım beni böyle sevin: )
Nerden mi çıktı şimdi bu post? Çok sevdiğim sadece anne bir mim ile kapımızı çalmış, hemen iki satır yazayım dedim.
Adet olduğu üzere, ben de elim sende yapıp kaçayım :
başak ve çınar
kuzu
sahalara dönmeye göz kırpan tuğçe
birinci tekir şahıs
yeşim (elanınki)
Öyle kolay kolay para harcayamam – Arca’dan başka ki ona da kendimce dikkatli para harcıyorum - .
Sene 2004. İlker de ben de fosur fosur tiryakileriz. Ben 7 senedir filan içiyordum pek de severek içerdim. Neyse sigaranın fiyatı yükselince hatırladığım kadarıyla o zamanın parasıyla 3,5 milyon filan, bir hesap ediyoruz, ciddi rakam! İlker’le kafa kafaya verip hesap yaptık, her ay o para ile neler yapabileceğimize karar verdik. İlker DVD koleksiyonu olmasını istiyordu, bir heves başladı, her ayki sigara parasıyla orijinal DVD aldı. Ben de giysi alırım dedim, gören de giyim kuşama dünya para harcıyorum sanacak. Sonra ne mi oldu? İlker 6 ay sonra sigaraya başladı, ama DVD almaya devam etti, şu anda 1000’e yakın DVD’si var. Ben ? Sigaraya hiç başlamadım ama benim para önce emeklilik sigortası oldu, sonra kenara koyma parası oldu, sonra… Sonrası yok kenarda bir yerde işte: )
Banka hesabının beni sıcak tutmasını seviyorum. Kenarda param olmalı ama az ama çok. Olmadığı zaman kendimi kötü hissediyorum. Bir yerden para geldi mi, hemen kenara konacak! Dolayısı ile Arca için o kadar para havadan gelse hiç düşünmeden geleceği için yatırım yapardım. Biliyorum pek yaratıcı olmadı ama napalım beni böyle sevin: )
Nerden mi çıktı şimdi bu post? Çok sevdiğim sadece anne bir mim ile kapımızı çalmış, hemen iki satır yazayım dedim.
Adet olduğu üzere, ben de elim sende yapıp kaçayım :
başak ve çınar
kuzu
sahalara dönmeye göz kırpan tuğçe
birinci tekir şahıs
yeşim (elanınki)
31 Ekim 2010 Pazar
hem hepsi farklı hem hepsi aynı
bilmece bildirmece kaydıraktan kaydırmaca :)
5 toddler... hani ne çocuk ne bebek... ikisinin arası bir yaş döneminde geçiş aşamasını tamamlayan insan küçüğü tür.
en büyüğü 2 yaşını dolduralı hepi topu 4 ay olmuş. en küçüğü ise yer cücesi Arca.
Havanın kötü olacağını varsayarak topolinoya gitmeye karar verdik. Arca ilk defa gidecek böyle bir ortama. Nasıl anlatsam? Parka gidiyoruz dedim.
Hayat, Hülya, Elif, Nil... ve pek tabii diğer cüceler Ela, Tuna, Ege, Berk.
Oyun alanına girdik...
Naçizane gözlemler...
Ela(21 ay), Hülya'nın deyimiyle o bir amazon!! Ela ortama girdi ve direkt adapte oldu, hatta saniyeler içinde ortamın bir parçasıydı. Hiç yadırgama yok! Onun için kaydırak olsun, tırmanma, atlama, zıplama olsun. Ela'nın bizi kopardığı an!! Nil dedi ki : "Şahsen BEN kayamazdım!!"
ve son olarak bizim oğlanlar yorgunluklarını ara öğünle giderirken Ela hala orta pistte dans ediyordu.
Berk... 2 yaşını dolduralı henüz 1 ay oldu. Hiç sağa sola bakmadan direkt büyük çocukların oynadığı kaydırağa daldı. Dedim ki "Nil hayrola? geldiniz mi siz buraya daha önce? Berk ne güzel patır kütür oyuncaklara daldı?" ona göre kreşten alışkın, yoksa zor. Olabilir ama bayıldım. O nasıl bir özgüven, hiç arkasına bakmadı.
Yine Arca ile tatlı münasebetleri oldu. Bunlar ilerde garanti kanka olacaklar.
Ege... 2 yaşını dolduralı 1 aydan biraz daha fazla oldu. Tunayla birlikte zıp zıpın dibine vurdular. O nasıldı hatırlamıyorum, Hülya anlattı, Tuna Ege ayakkabısını çıkardı diye, çıkarmak istedi, Ege de Tuna çorabını çıkarıyor mu diye kenardan kesti:P Çıkarsa anında çıkaracak. Arca'nın araba gözüne hoş görününce şansını denedi, Arca ödlek düdük bastı yaygarayı, Ege de "efendilik bende kalsın, küçüğü üzmeyelim" dedi diğeriyle oynadı canım benim!
Tuna... en büyükleri, ortamın paşası (puhahaha)! şaka bir yana Arca sürekli Tuna'yı kesiyor. Turuncu kamyonu sırf o oynasın diye getirdi, benzeri Tuna'da var ya. Tuna için tüm oyuncaklar hikaye gibiydi, o kaydırağın 3 katı kadarına tırmanmışlığını bildiğimden Tuna'nın rahatlığı hiç şaşırtmadı beni.
Arca... kan bağımız olduğundan en çok onu gözlemledim, daha doğrusu gözümü üzerinden ayırmadım mecburen:) Evden çıkarken dedim ki Arca'ya 2 tane araba alabilirsin. Kırmızı kamyonun yanında üzerine binilebilen mcqueen'i seçti. Eh seçenekleri sınırlamazsan olacağı bu. Dedim ki arabaya sığmaz, bak bu Tunanın çöp kamyonundan hem o da oynar belki, o zaman bipbip'ten vazgeçti. Tabii bu hadise bi tarafımızda patladı. Çünkü bipbipe benzer arabalar varmış, Arca iki tanesini sahiplendi, en az 20 dakika ne bindi, ne paylaştı, sadece elinde tuttu.
Psikolojide bir analizi vardır kesin. Bir ara kaydıraklara gitmek istedi, sanırım, bırakmak da istemedi, beraber gitme girişimlerinde bulundu. Örneğin Elanın daldığı o kaydırağa yaklaşmak Arca'ya 15 dakikaya maloldu. Hatta o hani büyük çocuk kaydırağı var ya, orada sanırım yarım saat harcadık, sadece tepesine tırmanmak için. iki basamak tırmanıyor, 3 defa arkasına bakıyor, sonra birkaç defa geri dönmeye çalışıyor, sonra gözleri beni arıyor, ses etmezsem surat buruşuyor. Görünce, cesaretlenince devam. ÖDLEK!! kibarcası TEMKİNLİ:)
Tadını alınca kudurdu. Biya, biya (bir daha) diye diye defalarca bindi. Zıp zıp daha kolay oldu onun için, önceden alışkın olduğu bir oyuncaktı. (kanepe:P)
Hatta takla attı, çok hoşuna gitti, bir daha denemesin diye kırk takla attırdı bana. Dönüşte yemeğe gidiyoruz uyutmamak için de bir kırk takla atmışımdır. Sohbet etti, akayaylayını (arkadaşlar) saydı, oyunlardan atladığım olunca (bop-top) hatırlattı. Bu güzel günün Arca için ne kadar faydalı olduğunu bugünkü park tecrübesinde anladım. Kaydırağa kendi başına çıktı ve kaydı. Doktor çıkmış çocuğunun diploma törenindeki haklı gururu vardı dolan gözlerimde:)))
Hepsi birbirinden o kadar farklı ki aslında, ama hepsi kuru üzüm söz konusu olduğunda aynıydı!! hiçbiri hayır demedi:)
Canlarım seviyorum hepinizi!!
5 toddler... hani ne çocuk ne bebek... ikisinin arası bir yaş döneminde geçiş aşamasını tamamlayan insan küçüğü tür.
en büyüğü 2 yaşını dolduralı hepi topu 4 ay olmuş. en küçüğü ise yer cücesi Arca.
Havanın kötü olacağını varsayarak topolinoya gitmeye karar verdik. Arca ilk defa gidecek böyle bir ortama. Nasıl anlatsam? Parka gidiyoruz dedim.
Hayat, Hülya, Elif, Nil... ve pek tabii diğer cüceler Ela, Tuna, Ege, Berk.
Oyun alanına girdik...
Naçizane gözlemler...
Ela(21 ay), Hülya'nın deyimiyle o bir amazon!! Ela ortama girdi ve direkt adapte oldu, hatta saniyeler içinde ortamın bir parçasıydı. Hiç yadırgama yok! Onun için kaydırak olsun, tırmanma, atlama, zıplama olsun. Ela'nın bizi kopardığı an!! Nil dedi ki : "Şahsen BEN kayamazdım!!"
ve son olarak bizim oğlanlar yorgunluklarını ara öğünle giderirken Ela hala orta pistte dans ediyordu.
Berk... 2 yaşını dolduralı henüz 1 ay oldu. Hiç sağa sola bakmadan direkt büyük çocukların oynadığı kaydırağa daldı. Dedim ki "Nil hayrola? geldiniz mi siz buraya daha önce? Berk ne güzel patır kütür oyuncaklara daldı?" ona göre kreşten alışkın, yoksa zor. Olabilir ama bayıldım. O nasıl bir özgüven, hiç arkasına bakmadı.
Yine Arca ile tatlı münasebetleri oldu. Bunlar ilerde garanti kanka olacaklar.
Ege... 2 yaşını dolduralı 1 aydan biraz daha fazla oldu. Tunayla birlikte zıp zıpın dibine vurdular. O nasıldı hatırlamıyorum, Hülya anlattı, Tuna Ege ayakkabısını çıkardı diye, çıkarmak istedi, Ege de Tuna çorabını çıkarıyor mu diye kenardan kesti:P Çıkarsa anında çıkaracak. Arca'nın araba gözüne hoş görününce şansını denedi, Arca ödlek düdük bastı yaygarayı, Ege de "efendilik bende kalsın, küçüğü üzmeyelim" dedi diğeriyle oynadı canım benim!
Tuna... en büyükleri, ortamın paşası (puhahaha)! şaka bir yana Arca sürekli Tuna'yı kesiyor. Turuncu kamyonu sırf o oynasın diye getirdi, benzeri Tuna'da var ya. Tuna için tüm oyuncaklar hikaye gibiydi, o kaydırağın 3 katı kadarına tırmanmışlığını bildiğimden Tuna'nın rahatlığı hiç şaşırtmadı beni.
Arca... kan bağımız olduğundan en çok onu gözlemledim, daha doğrusu gözümü üzerinden ayırmadım mecburen:) Evden çıkarken dedim ki Arca'ya 2 tane araba alabilirsin. Kırmızı kamyonun yanında üzerine binilebilen mcqueen'i seçti. Eh seçenekleri sınırlamazsan olacağı bu. Dedim ki arabaya sığmaz, bak bu Tunanın çöp kamyonundan hem o da oynar belki, o zaman bipbip'ten vazgeçti. Tabii bu hadise bi tarafımızda patladı. Çünkü bipbipe benzer arabalar varmış, Arca iki tanesini sahiplendi, en az 20 dakika ne bindi, ne paylaştı, sadece elinde tuttu.
Psikolojide bir analizi vardır kesin. Bir ara kaydıraklara gitmek istedi, sanırım, bırakmak da istemedi, beraber gitme girişimlerinde bulundu. Örneğin Elanın daldığı o kaydırağa yaklaşmak Arca'ya 15 dakikaya maloldu. Hatta o hani büyük çocuk kaydırağı var ya, orada sanırım yarım saat harcadık, sadece tepesine tırmanmak için. iki basamak tırmanıyor, 3 defa arkasına bakıyor, sonra birkaç defa geri dönmeye çalışıyor, sonra gözleri beni arıyor, ses etmezsem surat buruşuyor. Görünce, cesaretlenince devam. ÖDLEK!! kibarcası TEMKİNLİ:)
Tadını alınca kudurdu. Biya, biya (bir daha) diye diye defalarca bindi. Zıp zıp daha kolay oldu onun için, önceden alışkın olduğu bir oyuncaktı. (kanepe:P)
Hatta takla attı, çok hoşuna gitti, bir daha denemesin diye kırk takla attırdı bana. Dönüşte yemeğe gidiyoruz uyutmamak için de bir kırk takla atmışımdır. Sohbet etti, akayaylayını (arkadaşlar) saydı, oyunlardan atladığım olunca (bop-top) hatırlattı. Bu güzel günün Arca için ne kadar faydalı olduğunu bugünkü park tecrübesinde anladım. Kaydırağa kendi başına çıktı ve kaydı. Doktor çıkmış çocuğunun diploma törenindeki haklı gururu vardı dolan gözlerimde:)))
Hepsi birbirinden o kadar farklı ki aslında, ama hepsi kuru üzüm söz konusu olduğunda aynıydı!! hiçbiri hayır demedi:)
Canlarım seviyorum hepinizi!!
26 Ekim 2010 Salı
Bizim evin oyuncak gurusu
Benim bu hal vaziyetimin tıpta bir tanımı var mı? Ben bilmiyorum açıkçası.
Aklım fikrim sürekli Arca’ya bir şeyler almak üzerine çalışıyor. Geçtiğimiz haftalarda giyim kuşam eksikleri vardı, tamamlamadan rahat edemedim. Bakınız ,tüketim çılgınlığı… Giymediği oluyor mu? Samimi olacağım, olmuyor! Hepsi mutlaka giyiliyor. Daha az olsa eksikliği hissedilir mi? Ona da hayır, yani daha azı ile idare edilebilir bence de ana yüreği el vermiyor:P (Gören de tek kat giysi ile bütün kışı geçiriyoruz sanır) Bu arada gri pantolonum basenden patladıktan sonra sadece 1 (yazı ile bir) adet işe giyilecek pantalonum var ve hala kendim için alışverişe çıkmadım. Cimri bünye Arca söz konusu olunca bir anda şifa buluyor, nedense?
Sonra hemen her ay bir kitap listesi var. Giysilerden daha çok parayı kitaplara veriyorum, inkar edemeyeceğim. Bir taraftan övünüyorum ama bazen topuzun ayarı kaçıyor gibime geliyor. Son günler kisd sağolsun bir kitap anketi attı ortaya, yanıtlayan anneleri tıklaya tıklaya kitap listemi şişirdim. Misal bugün kredi kartım döndü ya zaten sepetimde olan kitapları bir tıkla sipariş verdim, şimdi bekliyorum gelsinler… Okumayacak mıyız? Yine samimi olayım, okuyacak biliyorum. Kitapların içinde kendimizden geçiyoruz.
Bizim yollardan önceden geçmiş annelerin önerileri çok işe yarıyor. Özellikle boyama konusunda, sonra oyun hamurları. Uzman görüşleri (Başakçım sağol) silkeliyor beni örneğin. Gereksiz tüm oyuncaklardan kurtulma kararı çok gecikmedi ve karar hayata geçirildi. Yapılandırılmış ve yapılandırılmamış oyuncak kavramları günün çorbası ailesinin evine girdi hatta günlük yaşam dilinin bir parçası oldular.
Oyuncak demişken… İşte bu kısımda kendimce tespitlerim var. En çok sağdan soldan kopya çektiğim konu bu. Oyuncaklar pahalı, gerekli gereksiz mi, o kadar para verildiğinde oynar mı beğenmez mi? İşte bu noktada mutlaka kulak kabartıyorum. Mesela Hülya’nın Tuna ile aralarında 6,5 ay var, biliyorum daha onunla aynı gelişim seviyesinde değil ama Hülya ne alsa Tuna’ya bir süre sonra zamanı gelince Arca da keyifle oynadı. Mesela araba rampası, hatta bizim rampa kırıldı da sadece arabalar kaldı. Sonra çöp kamyonu. Hatta bir gün IKEA da geziyorum gözüm bir oyuncağa takıldı, aşina geldi, Hülyayı arayıp sordum, nasıldır işe yarar mı, sizde var mı diye. Hani bu kadar da yüzsüzüm:P Ama fiyat yüksekti, boşver dedim. Dün Hülya Kipa’dan aldığı tren setinden bahsetmişti, Tuna'nın bayıldığıdan. Hemen yazdım aklımın bir köşesine. İlker Kipaya gidince o set aldırıldı, nerden çıktı bu deyince hemen Tunayı referans gösterdim, “haa tamam o zaman” dedi, fazla sorgulamadı. İşte böyle Tuna bizim evin oyuncak gurusu. Bazen kendimi psikopat gibi oyuncak sohbetlerinde “oyuncak” anahtar kelimesine yoğunlaşırken yakalıyorum. Allah ıslah etsin diyorum, tedavisi var mı? Peki tıpta bir tanımı? Bizim oralarda “gördüğünden g.t koparan” derler. Ben “tecrübelerden feyz alıyorum” diye kibarlaştırıyorum.
Sonuç? Bizim hantal orta sehpa vardı ya hani evden bir türlü şutlayamadığım? Artık Arca’nın tepesine çıkmasından daha ulvi bir görevi var sehpanın… Buyrunuz.
Not : Fotoğraflar yeni aletin ilk mahsülleri:)
Diğer not : Arca ilk kurulumda fazlasıyla aktif olunca bu manzaraları o uyuduktan sonraya bıraktık ve çocuklar gibi oynadık:)
25 Ekim 2010 Pazartesi
Sağlık olsun
Bu aralar Tübitak erken çocuk kitaplığından “Yeraltında”yı okuyoruz Arca’ya. Çok ilgisini çekti yeraltındaki trenler. Hadi dedim Kemeraltı’na inelim. Kemeraltı’na araba ile gidilmez, yani gidilir de ben gitmem! Park yeri sorun, ben kapalı otoparkta kolon gördüm mü dayanamayıp dalıyorum filan… gerek yok. Bu sebepten araba ile Üçyol’a gelinir, araba bırakılır, metroya binilir, mis gibi seyahat edilir. Bu programa bu defa Arca’nın da dahil olmasına karar verildi.
Öncesinde “kılım döndü ne yapayım” gibi sorunların bile paylaşıldığı “İzmirlianneler” mail grubuna danıştım. Şaka bir yana güzel bir platform, güzel faydalı paylaşımlar oluyor. Birkaç tane bildiğim çokça da bilmediğim yerleri tarif etti anneler sağolsun. Ananeyi de kafaladık… Böylece cumartesi planı yapıldı.
Çıktık yola…
diyerek başlayacağım bir post olacaktı. Ama olmadı. Çünkü Cuma akşamı eve geldiğimde, fonda “kul kurar kader gülermiş” şarkısı dönmeye başlamıştı. Arca’ya sarıldım, hmm biraz sıcak ateş mi var acaba dedim. Ölçtük 37,5.Yemek yedik, bir daha ölçtük 38!! Cuma akşamını Zeyneplerde dvd izlemeye ayırmıştık, hatta ateşi sıklıkla kontrol ederken dvd seçiyorduk İlkerle. Şarkı “nedense” kulaklarımda. Bu arada geleceğiz dedik ama hadi bir daha ölçelim diyor, erteliyoruz. Halbuki çanta bile hazır, biz giyinik. Yok 38,3 ü görünce vazgeçtik. Diştendir diyoruz ama Zeyneplerde de bebek var, bulaşıcıdır belli mi olur. Ateş düşürücüye başladık. Gece 39’a fırladı ve hatta Arca kustu.
Sabah ateş düştü, ama ateş düşürücünün etkisi kısa sürüyor. Doktoru aradım, akşama kadar orda olduğunu söyledi, ateşte farklı bir trend görürsek getirmemizi istedi. Öğlen yattı, bu arada belki de ömrü hayatında 2. Kez iştahı kesildi. Öğle uykusu sırasında ateş 38,5 in altına inmedi, İlkeri aradım uyanınca götürüyoruz dedim.
İlaç saati geldi ama doktor başka bir şey verir diye içirmedik, doktorda 39 un üzerine çıktı. Enfeksiyon! Bu ay güya doktor kontrolünü atlayacaktık, ne zaman böyle desek bir arıza çıkıyor! Antibiyotik! Ben anti-antibiyotikçi bir insan değilim. Antibiyotik vermeyeceğim diye kasmıyorum. Doktor uygun görürse verdiğimde de üzülmüyorum ama sanki bu ara sıklıkla oldu gibime geldi. Yok Türkiye ortalamasının altındaymışız. Bir de kreşe filan gitse doktorla akraba olacağız. Dedim ki “nereden kapmış bu enfeksiyonu?” artık nasıl sorduysam, dedi ki; “ ne yapacaksınız? İntikam mı alacaksınız?” “evet fena fikir değil!! Yakalarsam öpeceğim:)” Her şeyden olabilirmiş, kısacası CSI’cılığın alemi yok! Böyle böyle bağışıklığı artıyor.
Keyifle eve döndük, lakin ateş nispeten düşmüştü. Akşam ilkerin katılması gereken bir düğün var, tamam keyfimiz yerinde, sorun yok diye düşünüyorum. Arcaya da sırf yesin diye domatesli makka yapmışım, keyifliyiz. İlaç saati yaklaşırken ateş de hafiften çıkmaya başladı. Çünkü Arca “dakat” (yatak) gösterdi ve kitap okumalar başladı. İlacı içti ama ateş düşmüyor, daha da çıkıyor. Böyle durumlar için çok ağır bir ateş düşürücü vermişti ama gece 10’da içmesi gerekiyor önce değil. Defalarca soğuk duşa girdik birlikte, bu arada kesinlikle tepemden inmiyor. Ben lanet olasıca ateş ölçeri doğru kullanamıyorum 39 u görüyorum, garanti gerçekte 39,5!! Ah İlker olsa daha iyi ölçer diyorum. Benim ölçtüklerimin 38,5 gördüğüm an duşa sokuyorum, ben de tabii. Beni bırakmadığı için giyinemiyorum. (zaten ertesi günü cırcırspor olarak soğuk algınlığı etkisini gösterdi) neyse saat 10 oldu, ilacı içti, kendinden geçti ama vücut sıcak ayaklar buz. İlker geldi ve bam!! O kadar duşa hala 39’du ateşi, demek ki bir ara 40 a yaklaşmış. gittikçe düştü, ben de yığılmışım. Gece ilaca devam. Sabah sanki başka bir çocuktu, keyifli neşeli. Gecenin ilerleyen saatlerinde babane de bize gelmiş, kalmıştı, gece yaklaştırmadık uykusu açılmasın diye, sabah görünce şok oldu, sevindi. Onlar oynarken ben biraz uyudum.
Ve Pazar günü ateş hemen hemen hiç çıkmadı. Ama çok keyifsizdi. Hava güzel gel gezelim diyorum “ı-ıh” diyor. Bir ara markete gittik, bu defa da ben kötü oldum döndük.
Pek keyifsiz olunca genelde zıplamalı oyunlar oynamadık. Nopper Legoları sipariş etmiştim – iyi ki de hemen gelmiş : ) (Duploları 2 yaşında alacağız) ben işteyken konuştuğumuzda Ümit abla sevmediğini söyledi ama biz müthiş oynadık. Arabaları için köprü, hayvanları için ahır, ev, sonra robot, araba… çok keyifle oynadık. İlkerlerin de varmış babane saklamış getirecek, parçalarımız artacak. Zaten bizim çocukluğumuzda hemen herkeste bunlardan yok muydu? Bir de boya kalemleri aldık. Arkadaşlarımızın önerdiği gibi “sadece deftere çizilecek” kuralını koyduk, şimdilik iyi gibi, masa illaki boyandı ama onu da Arcaya temizlettim hatta temizlik kısmını daha çok sevdi galiba : ) hızını alamayıp bütün rafların tozunu da aldı.
Güzel neşeli bir hafta sonu planı kurarsın, kader sana güler, enfeksiyon kapını çalar ve işte böyle … Belki de bu sonbaharın en güzel ve son havaları, enfeksiyona kurban gitti. Olsun napalım, yeter ki minikler sağlıklı olsun, yeter ki sağlık olsun
Öncesinde “kılım döndü ne yapayım” gibi sorunların bile paylaşıldığı “İzmirlianneler” mail grubuna danıştım. Şaka bir yana güzel bir platform, güzel faydalı paylaşımlar oluyor. Birkaç tane bildiğim çokça da bilmediğim yerleri tarif etti anneler sağolsun. Ananeyi de kafaladık… Böylece cumartesi planı yapıldı.
Çıktık yola…
diyerek başlayacağım bir post olacaktı. Ama olmadı. Çünkü Cuma akşamı eve geldiğimde, fonda “kul kurar kader gülermiş” şarkısı dönmeye başlamıştı. Arca’ya sarıldım, hmm biraz sıcak ateş mi var acaba dedim. Ölçtük 37,5.Yemek yedik, bir daha ölçtük 38!! Cuma akşamını Zeyneplerde dvd izlemeye ayırmıştık, hatta ateşi sıklıkla kontrol ederken dvd seçiyorduk İlkerle. Şarkı “nedense” kulaklarımda. Bu arada geleceğiz dedik ama hadi bir daha ölçelim diyor, erteliyoruz. Halbuki çanta bile hazır, biz giyinik. Yok 38,3 ü görünce vazgeçtik. Diştendir diyoruz ama Zeyneplerde de bebek var, bulaşıcıdır belli mi olur. Ateş düşürücüye başladık. Gece 39’a fırladı ve hatta Arca kustu.
Sabah ateş düştü, ama ateş düşürücünün etkisi kısa sürüyor. Doktoru aradım, akşama kadar orda olduğunu söyledi, ateşte farklı bir trend görürsek getirmemizi istedi. Öğlen yattı, bu arada belki de ömrü hayatında 2. Kez iştahı kesildi. Öğle uykusu sırasında ateş 38,5 in altına inmedi, İlkeri aradım uyanınca götürüyoruz dedim.
İlaç saati geldi ama doktor başka bir şey verir diye içirmedik, doktorda 39 un üzerine çıktı. Enfeksiyon! Bu ay güya doktor kontrolünü atlayacaktık, ne zaman böyle desek bir arıza çıkıyor! Antibiyotik! Ben anti-antibiyotikçi bir insan değilim. Antibiyotik vermeyeceğim diye kasmıyorum. Doktor uygun görürse verdiğimde de üzülmüyorum ama sanki bu ara sıklıkla oldu gibime geldi. Yok Türkiye ortalamasının altındaymışız. Bir de kreşe filan gitse doktorla akraba olacağız. Dedim ki “nereden kapmış bu enfeksiyonu?” artık nasıl sorduysam, dedi ki; “ ne yapacaksınız? İntikam mı alacaksınız?” “evet fena fikir değil!! Yakalarsam öpeceğim:)” Her şeyden olabilirmiş, kısacası CSI’cılığın alemi yok! Böyle böyle bağışıklığı artıyor.
Keyifle eve döndük, lakin ateş nispeten düşmüştü. Akşam ilkerin katılması gereken bir düğün var, tamam keyfimiz yerinde, sorun yok diye düşünüyorum. Arcaya da sırf yesin diye domatesli makka yapmışım, keyifliyiz. İlaç saati yaklaşırken ateş de hafiften çıkmaya başladı. Çünkü Arca “dakat” (yatak) gösterdi ve kitap okumalar başladı. İlacı içti ama ateş düşmüyor, daha da çıkıyor. Böyle durumlar için çok ağır bir ateş düşürücü vermişti ama gece 10’da içmesi gerekiyor önce değil. Defalarca soğuk duşa girdik birlikte, bu arada kesinlikle tepemden inmiyor. Ben lanet olasıca ateş ölçeri doğru kullanamıyorum 39 u görüyorum, garanti gerçekte 39,5!! Ah İlker olsa daha iyi ölçer diyorum. Benim ölçtüklerimin 38,5 gördüğüm an duşa sokuyorum, ben de tabii. Beni bırakmadığı için giyinemiyorum. (zaten ertesi günü cırcırspor olarak soğuk algınlığı etkisini gösterdi) neyse saat 10 oldu, ilacı içti, kendinden geçti ama vücut sıcak ayaklar buz. İlker geldi ve bam!! O kadar duşa hala 39’du ateşi, demek ki bir ara 40 a yaklaşmış. gittikçe düştü, ben de yığılmışım. Gece ilaca devam. Sabah sanki başka bir çocuktu, keyifli neşeli. Gecenin ilerleyen saatlerinde babane de bize gelmiş, kalmıştı, gece yaklaştırmadık uykusu açılmasın diye, sabah görünce şok oldu, sevindi. Onlar oynarken ben biraz uyudum.
Ve Pazar günü ateş hemen hemen hiç çıkmadı. Ama çok keyifsizdi. Hava güzel gel gezelim diyorum “ı-ıh” diyor. Bir ara markete gittik, bu defa da ben kötü oldum döndük.
Pek keyifsiz olunca genelde zıplamalı oyunlar oynamadık. Nopper Legoları sipariş etmiştim – iyi ki de hemen gelmiş : ) (Duploları 2 yaşında alacağız) ben işteyken konuştuğumuzda Ümit abla sevmediğini söyledi ama biz müthiş oynadık. Arabaları için köprü, hayvanları için ahır, ev, sonra robot, araba… çok keyifle oynadık. İlkerlerin de varmış babane saklamış getirecek, parçalarımız artacak. Zaten bizim çocukluğumuzda hemen herkeste bunlardan yok muydu? Bir de boya kalemleri aldık. Arkadaşlarımızın önerdiği gibi “sadece deftere çizilecek” kuralını koyduk, şimdilik iyi gibi, masa illaki boyandı ama onu da Arcaya temizlettim hatta temizlik kısmını daha çok sevdi galiba : ) hızını alamayıp bütün rafların tozunu da aldı.
Güzel neşeli bir hafta sonu planı kurarsın, kader sana güler, enfeksiyon kapını çalar ve işte böyle … Belki de bu sonbaharın en güzel ve son havaları, enfeksiyona kurban gitti. Olsun napalım, yeter ki minikler sağlıklı olsun, yeter ki sağlık olsun
21 Ekim 2010 Perşembe
Çocuk kitapları anketi
Canım kisd mim hazırlamış, ben de çok merak ediyorum yazılıp çizilecekleri, önce kendimizden başlayalım sonra biz de mimleyelim, bu konuda yazmayan kalmasın!!
Boncuğunuza kitap seçerken en çok önem verdiğiniz kriterler neler?
1. Benim vermekten çekindiğim mesajlar olmasın. Mesela Evren güzel bir örnek vermişti, şişmanlığın negatifliği üzerine bir Cemile kitabı varmış. O yazıyı okuduktan sonra Cemile devri bitti bizim evde.
2. Eğlenceli olsun, yeni şeyler öğrensin. Mesela Tübitak Erken Çocuk Kitaplığı şahane bir set. Günlük sohbetlerimizin içinde bazen “hani şu kitapta şu vardı” filan diye hatırlatmalar yapıyoruz çok eğlenceli oluyor.
3. Sağlam olmalı kolayca yırtılmamalı (Arca yırtma işinde çok başarılı!!)
4. Resimleri güzel olmalı, arcanın dikkatini çekmeli
5. Başka çocuklar sevmiş olmalı, tavsiye kitapları çok seviyorum, genelde arcanın da hoşuna gidiyor.
6. Tekerlemeli, ahenkli kitapları seviyorum, okurken kulağa hoş geliyor
Bir kitabın kapak tasarımı sizi cezbeder mi?
Hayır, özellikle kapak tasarımı için kitap almıyorum.
Çocuk kitaplarının didaktik yaklaşımlarını nasıl buluyorsunuz?
Eğlendirirken öğretmeli bence. Çok öğretmeye yönelik kitap zorlama oluyor.
Çocuk kitaplarındaki resimler nasıl olmalı sizce? Hikayesini beğendiğiniz bir kitabı ilüstrasyonlarından dolayı almamazlık ediyor musunuz veya tam tersi oluyor mu? Hikayesi uyduruk olan bir kitabı grafiklerine aşık olarak aldığınız oldu mu? Grafiklerde aradığınız temel özellikler var mı? Varsa nedir?
Çok ayırım yapmıyorum sanırım. Ama resimlerin güzel olması, dikkat çekmesi, gerekli bence. Öyle güzel resimlendiriyorlar ki bazılarını, ben bile gözlerimi alamıyorum resimlerden. Ama dikkat ettim, Arca Atakan serisine de Feridun Oral’ın çizimlerine de ilgi gösteriyor. Galiba önemli olan ilgisini çekmesi. Gerçi şimdiye kadar ilgisini çekmeyen bir kitap olmadı ama ? çok seçici değil sanırım.
Çocuğunuzun şu anda en çok sevdiği 3 kitap hangileri? Bu kitapların bir ortak yönü var mı?
1. NİNO!! Yavru ahtapot olmak çok zor. Hergün mutlaka defalarca okutuluyor, bazen sayfayı çevirmeme izin vermiyor, 5 dakika kadar resme bakıyor. Hani şu trafiğin sıkışık olduğu sayfa.
2. Atakan serisi – bizde süpermarket, park ve ananeli kitaplar var. Atakanı arkadaşı sanıyor bence.
3. Tübitak Erken Çocuk kitaplığı – Ayda, Yeraltında, Gölde, Rüzgarlı bir gün, Yağmurlu bir gün.. hepsini çok seviyor ve eşit seviyor. Ayrım yapamam. Bu kitaplarda belirli bir hikaye yok ya, isimleri kendimiz uyduruyoruz, bu çok hoşuna gidiyor. Mesela Yağmurlu bir gündeki kara oğlan Tuna, uzun boylu olanı Alpi. Rüzgarlı bir gün kitabındaki velet Arca, kız da Nilda.
Ortak bir yönü yok sanırım, kitaplıkta çeşitlilik fazla, hepsini seviyor bence.
Bir çocuk kitabı yazsanız hangi temayı işlemeyi düşünürdünüz, ya da temasız öylesine bir masal mı uydururdunuz?
Arcayı uyuturken uydurduğum masallar genelde ormanda geçiyor, Arca bazı hayvanlarla karşılaşıyor ve sohbet ediyor. Galiba dostluk, hayvan temalı hikayeleri seviyorum.
Çok merak ettiklerim var, hemen sıralayayım...
Evren ve Yavru Su : Hatta geçtiğimiz günlerde biraz anlatır mısın diye rica etmiştim, Tülinsu'nun kitapları ile uyuyan bir minik kitap kurdu olduğunu biliyorum:)
Başak ve Çınar : Çınar adamım !! seni dinliyoruz:)
Hülya ve Tuna : Hülya kaç zamandır yazmıyorsun, belki mim ile ısınma turlarına başlarsın:) ÖZellikle son soruya cevabını çok merak ediyorum.
Aylin : Minik ligten bir temsilci de olsun değil mi?
Kirazım ve Dorit : Buyrunuz:)
ve kasabanın en şık devi ile bizi tanıştıran sevgili sarıçizmeli ve 2 yaş güzeli UE
Boncuğunuza kitap seçerken en çok önem verdiğiniz kriterler neler?
1. Benim vermekten çekindiğim mesajlar olmasın. Mesela Evren güzel bir örnek vermişti, şişmanlığın negatifliği üzerine bir Cemile kitabı varmış. O yazıyı okuduktan sonra Cemile devri bitti bizim evde.
2. Eğlenceli olsun, yeni şeyler öğrensin. Mesela Tübitak Erken Çocuk Kitaplığı şahane bir set. Günlük sohbetlerimizin içinde bazen “hani şu kitapta şu vardı” filan diye hatırlatmalar yapıyoruz çok eğlenceli oluyor.
3. Sağlam olmalı kolayca yırtılmamalı (Arca yırtma işinde çok başarılı!!)
4. Resimleri güzel olmalı, arcanın dikkatini çekmeli
5. Başka çocuklar sevmiş olmalı, tavsiye kitapları çok seviyorum, genelde arcanın da hoşuna gidiyor.
6. Tekerlemeli, ahenkli kitapları seviyorum, okurken kulağa hoş geliyor
Bir kitabın kapak tasarımı sizi cezbeder mi?
Hayır, özellikle kapak tasarımı için kitap almıyorum.
Çocuk kitaplarının didaktik yaklaşımlarını nasıl buluyorsunuz?
Eğlendirirken öğretmeli bence. Çok öğretmeye yönelik kitap zorlama oluyor.
Çocuk kitaplarındaki resimler nasıl olmalı sizce? Hikayesini beğendiğiniz bir kitabı ilüstrasyonlarından dolayı almamazlık ediyor musunuz veya tam tersi oluyor mu? Hikayesi uyduruk olan bir kitabı grafiklerine aşık olarak aldığınız oldu mu? Grafiklerde aradığınız temel özellikler var mı? Varsa nedir?
Çok ayırım yapmıyorum sanırım. Ama resimlerin güzel olması, dikkat çekmesi, gerekli bence. Öyle güzel resimlendiriyorlar ki bazılarını, ben bile gözlerimi alamıyorum resimlerden. Ama dikkat ettim, Arca Atakan serisine de Feridun Oral’ın çizimlerine de ilgi gösteriyor. Galiba önemli olan ilgisini çekmesi. Gerçi şimdiye kadar ilgisini çekmeyen bir kitap olmadı ama ? çok seçici değil sanırım.
Çocuğunuzun şu anda en çok sevdiği 3 kitap hangileri? Bu kitapların bir ortak yönü var mı?
1. NİNO!! Yavru ahtapot olmak çok zor. Hergün mutlaka defalarca okutuluyor, bazen sayfayı çevirmeme izin vermiyor, 5 dakika kadar resme bakıyor. Hani şu trafiğin sıkışık olduğu sayfa.
2. Atakan serisi – bizde süpermarket, park ve ananeli kitaplar var. Atakanı arkadaşı sanıyor bence.
3. Tübitak Erken Çocuk kitaplığı – Ayda, Yeraltında, Gölde, Rüzgarlı bir gün, Yağmurlu bir gün.. hepsini çok seviyor ve eşit seviyor. Ayrım yapamam. Bu kitaplarda belirli bir hikaye yok ya, isimleri kendimiz uyduruyoruz, bu çok hoşuna gidiyor. Mesela Yağmurlu bir gündeki kara oğlan Tuna, uzun boylu olanı Alpi. Rüzgarlı bir gün kitabındaki velet Arca, kız da Nilda.
Ortak bir yönü yok sanırım, kitaplıkta çeşitlilik fazla, hepsini seviyor bence.
Bir çocuk kitabı yazsanız hangi temayı işlemeyi düşünürdünüz, ya da temasız öylesine bir masal mı uydururdunuz?
Arcayı uyuturken uydurduğum masallar genelde ormanda geçiyor, Arca bazı hayvanlarla karşılaşıyor ve sohbet ediyor. Galiba dostluk, hayvan temalı hikayeleri seviyorum.
Çok merak ettiklerim var, hemen sıralayayım...
Evren ve Yavru Su : Hatta geçtiğimiz günlerde biraz anlatır mısın diye rica etmiştim, Tülinsu'nun kitapları ile uyuyan bir minik kitap kurdu olduğunu biliyorum:)
Başak ve Çınar : Çınar adamım !! seni dinliyoruz:)
Hülya ve Tuna : Hülya kaç zamandır yazmıyorsun, belki mim ile ısınma turlarına başlarsın:) ÖZellikle son soruya cevabını çok merak ediyorum.
Aylin : Minik ligten bir temsilci de olsun değil mi?
Kirazım ve Dorit : Buyrunuz:)
ve kasabanın en şık devi ile bizi tanıştıran sevgili sarıçizmeli ve 2 yaş güzeli UE
Ne zamandır haftasonu yazısı yazmamışım
Bu haftasonu için planlar yaparken ne zamandır haftasonu yazısı yazmadığım aklıma geldi.
Bir süredir günün çorbası ailesinin onur konuğu “terrible 2” hallerini saymazsak, aslında acayip neşeli günler geçiriyoruz.
Cumartesi sabah erkenden kalkıp ananeye gittik. Oh mis gibi kahvaltı. Arca her odayı kurcaladı. Ananesinin gümüş tamtan(şamdan)larıyla oynadı. Bizimkilerle iki çift laf ettik. İlker yapı fuarına gidecekti, bizi de götür, Alsancakta turlayalım sonra döneriz beraber dedim, kahveye yetişti. Bu arada Duru ve ablam geldi. Arca Duru’yla kudurdu, çıldırdı, kendinden geçti. Sonra Alsancak’a indik. Fuarın içinden Lozan kapısına yürürken fuar ile ilgili türlü planlarla yaparken yakaladım kendimi. Bir kere fuar İzmir’in en güzel yeri bence. Atatürk’ün armağanı. Çocukluğumun bileğime bağlanan uçan balonuyla – itiraf ediyorum balon beni uçuracak diye korkar, annemin eline yapışırdım - bütünleşmiş bütün anılarının fonunda fuar var. İçinde binbir çeşit bitki, yürüyüş yolları… O artık senede bir rağbet görmeyen enternasyonal fuarı sırasında kullanılan bilmem ne pavyonları artık sadece köhne binalar olarak kalmış. Hâlbuki düzgün caféler açılsa, trafiğe biraz daha kapansa, mis gibi havasıyla çoluk çocuklu ailelerin uğrak yeri olur. Ama katlı otoparkındaki sidik kokusunu hatırlayınca bu hayallerden uyanıveriyor ve bildik “biz adama olmayız” moduna geçiyoruz.
Hava şahaneydi. Arca uyudu uyuyacak, Kordon’a çıktık. Alsancak limanında vapurlara baktık, en kısa zamanda vapura bineceğimize söz vererek el salladık ve ayrıldık. Bütün Alsancak’ı saran inek heykeli sergisine Arca bayıldı. Cumhuriyet Meydanına gelmeden sızmıştı. Ben de Mothercare’e baktım, bu ayki ucuzlukta almaya değecek bir şey yoktu. Sonra twiggy’den panduflara baktım ama Arca uyuduğundan ve denenmeden alınamayacak kadar pahalı olduğundan erteledim. 30 TL yav, sen ne yaptın! M&S’e girdik. Asansöre çıkmak için 5 basamak çıkman gerekiyor ve rampa yok, buyurun buradan yakın! Avrupalı şirketler dünya paraya sattıkları mallarının yanı sıra biraz da “insana saygı” düsturlarını getirseler bizim memlekete ne şahane olur! Puseti kucaklayıp çıkardıktan hemen sonra teessüflerimi bildirdim tabii ki. Arca’ya termal atlet ve içlik aldım. Pijama üstü niyetine. (ve tavsiye ediyorum, Tchibo’nun termal taytı + termal atlet ve içlik ile hiç terlemeden ve üşümeden bir gece geçirdi) Ablam Duru’yu bu şekilde giydirirdi, akıllıca valla. Arca hala uyurken İlker katıldı bize. Yapacak bir şey kalmamış, dönelim dedik. Ananeyi aradım evde Arca’ya göre nefis mamalar var, damladık ananeye. Akşam üzerine kadar evi yine talan ettik. Eve geldik, banyo yapmam lazım, ee Arca artık ancak gece uyur, yalnız da bırakılmaz. Açtım duşun kapısını, bizim odanın kapısını kilitledim, gözümün önüne oturttum Arca’yı, daha önce göstermediğim bir oyuncağı çıkardım. O oynarken ben yıkandım. Komik haller: ) Sonra birlikte ayakkabılığı düzenledik, çamaşır yıkadık, annenin saçlarına bigudi sardık…
Pazar sabah tantanasından sonra Arca arabasının telefonunu buldu. Başladı “bip bip”lemeye. 2 hafta önce Cansu şimşek Mcqueeni çok sevince (hiç oyuncak oynamaz, bu sebepten hepimiz şaşırdık) Arca uyurken birkaç gün denemesi için ona verdik. Artık oynanmayan oyuncaklara para vermekten bıktıkları için önce oynayacak mı görelim sonra alalım dediler, haklılar. Arca 1-2 defa sormuştu, unutturmuştuk Bu defa yemedi. Yıktı ortalığı. Tamirde diyoruz, gelecek diyoruz yok! Neyse utanarak aradım Nazlıyı meğer pek sevmiş Cansu, üzerindeymiş. Çıkarken getirdiler. Bu arada uzay mekiği lazımlığı hani Arca’nın hiç icraati olmayan lazımlığı Cansuya verdik. Sanırım kızlara daha uyun bir alet! Parka gideceğiz, Arca bip bip’ten inmek istemiyor. 1 saat kadar ikna turları… Sonra ikna oldu. Parka yürüdük, parkta coştuk. Arca acayip tembel bi tip. Hala kaydırağın tepesine çıkmak için kucak istiyor, biraz da ödlek galiba. Ne kadar her gün parka götürsen de (Ümit abla götürüyor tabii ki) bünyede olmayınca zor : ) Dönüş meyva saatine rastlayınca manava uğradık. Muzu bitirdikten sonra mannamin(mandalin) diye tutturdu. Dönesiye kadar 2 mandalin yedi. Dönünce acıkmışız, dedim ki ilkere oynayın beraber hemen lazanya yapayım. Ama Arca anneyi bırakmaz!! Neyse marul salatası yapmakla oyalandı bir süre, sonra lazanyaları dizerken kutudan çıkarıp bana verme işi yaptı, bir süre sonra lazanyaları kırmanın daha eğlenceli olduğuna karar verdi. Lazanya fırına girdiğinde yerler marul ve lazanya parçaları ile şenlenmişti.
Ufak bir sınırları zorlama denemesi… Mutfağın bu pisliğinin üzerine bulaşık makinesinin düğmesine basma diyorum basıyor, defalarca denedi hatta oyuna dönüştü. Bende de inat!! Bu defa hiç tepki göstermeden İlkere bıraktım Arcayı, odaya gidip yattım. Peşimden geldi tabii. Dedim ki git babanla oyna kızgınım sakinleşeyim. Ama yumuşak söylüyorum korkmasın diye. Bastı yaygarayı nasıl ağlıyor. Koştu geldi, bi çeşit özür dileme. Sarıldık, baktım yalnız kalarak sakinleşmem mümkün değil, açtım bi şişe şarap, kadehlerde aradım huzuru: ) Terrible 2 sürecini alkolik olmadan atlatırsam iyi. Ya antidepresan yutacağım ya alkolik olacağım ya da Arcayla birbirimize bağırıp duracağız. Alkolizmi seçiyorum bu aralar! Lazanya şahaneydi, “uğraşma kıymalı makarna yiyelim” diyen İlker ilk lokmada doğru karar olduğunu anlamıştı. Arca ilk defa lazanya yedi. Önce temkinli yaklaştı. Makka(makarna) filan diyoruz ama benzetemiyor. Neyse tadına baktı ve resmen zevkten gözlerini kıstı. Klasik biya!(bir daha) ve “mm lezzetli olmuş” işaretleri ile arkaya arkaya lokmalar birbirini takip etti. Arca kendinden geçti. Artık yeni bir kelimesi var : “layanya”.
Akşam babane uğradı, son süt mısırları kaçırmamış pazarda kapmış gelmiş. Arca 1,5 adet mısırı uyku öncesi yedi. (Bakar mısınız sürekli yedi fiili ile biten cümleler kuruyorum, b.k boğazlı Arca!!) Babaneyle kudurdu. Artık Yüko(Şüko) diyor. Bundan sonra zor mamami dedirtiriz. Banyo yaptı, Şüko’nun uydurmasyon Miki ile Tiki masalını defalarca anlattırdı, masal her defasında değişti. Arada başka masal ister misin dedi “Hayım, Miki!” ben bile uyumuşum onunla: )
Tüm krizlerine rağmen mutlu bir hafta sonuydu…
20 Ekim 2010 Çarşamba
Liste kadının anlık dellenmeleri
Durmaksızın yağan yağmur mesaisine ara verdi, taze temiz bir şehir, ılık bir güneş bıraktı ardında.
2 Haftadır yanımda gezdirdiğim bir “yapılacaklar” listem var. Yeliz = liste kadın! 24 maddelik bu defaki. Ajandamdan yırttığım bir sayfaya düşülen notlar. Belli bir yerden sonra farklı kalemle devam edilmiş, belli ki sonradan aklıma gelmiş maddeler. Spiral yırtıkları yer yer koparılmış, muhtemelen telefonda konuşurken elimin altında temizlemişim. 13 maddesinin üzeri çizilmiş. (ayakkabılık, kışlık düzenlemesi, fotoğrafçılıkla ilgili maddeler…) Kalanlar genelde İlkerle karara vardıramadığımız maddeler.
Mesela Arca’nın yatağı meselesi. Hani Heroes diye bir dizi vardı (belki hala vardır bilmiyorum) Güzel bir kadın vardı ama dellendi mi adamları ikiye bölüyordu. Geçen gece rüyamda o kadındım. Ve defalarca gece uyanmaktan ve Arcayı kucağıma almaktan tepem atmış, yatağın korkuluklarını o kadın gibi pata küte haşat etmiş, şömine odunu şeklinde istiflemişim. Kalktım, İlkere anlattım hemen: “Kabul!! Arca için erken olabilir, Arca düşüp kafasını kırabilir, eyvallah. Ben bu yatak işini kendim için istiyorum! Her gece defalarca kucağıma alıp tekrar yatırmaktan, akrobasi ile yatağa girmekten, girince iki büklüm uyuyakalmaktan bıktım! Onun için erken olabilir ama BENİM için TAM ZAMANI!” bu kararlılığıma rağmen ikna edemedim! Yok bi gece dellenip ellerimle o yatağı ikiye böleceğim, o zaman mecburen öyle kullanacağız: )
Diğer madde “Arca’ya boya kalemleri”. Erkenmiş diye 6 aydır oyalıyor İlker beni. Ya tamam ben de tırsıyorum her yeri boyayacak diye, nasıl laf anlar da adam gibi çizer hiçbir fikrim yok! Ama Arca masa başı aktivitesi seven bir tip, hem o mıknatıslı tahta ile çizip duruyor, artık renklerle tanışsın istiyorum. Ama ben alalım diye ısrar ettikçe ve İlker erken dedikçe kendimi öys-ana gibi hissediyorum.
Aynı diyaloglar oyun hamurları için de geçerli. Gerçi dünkü Kuzu Elanın maceralarından sonra ben de 2 defa düşünür oldum ama aylar önce evde hamur yapmıştım ağzına atmamıştı, olur mu olur!
Bir de taa Mayıs ayında İstanbuldan aldığım bir tamir seti var. Masalı, pilli matkaplı kallavi bişey! Artık ortaya çıkarmak istiyorum. İlker görür görmez yok sen bunu kaldır, Arca küçük yazık eder dedi, havalar da ısınıp açık hava aktivitelerine daha çok vakit harcanır diye sustum. Bir de eşzamanlı İlknurun getirdiği küçük bir set olunca ikna oldum. Ben o tamir seti yüzünden uçağa binemiyordum! Yok efendim o matkap silah gibi görünüyormuş! Peh!
Arca’nın oyuncak mevzusunda son nokta! LEGO!! Nurturia’da sohbet konusu olan Nopper’ler belki çocukluğumu anımsattığından bilmiyorum, ben bundan almak istiyorum. Bizde clipo bu ne ondan var ve çok başarısız bence. Güya 18 aylığa uygun diye aldık ama ben bile geçiremiyorum birbirine, çocuk nasıl yapsın!! Arca’nın ilgisi var gibi, o saçma şeylerle uğraşıp duruyor (yapamayınca sinirleniyor). Lego duplolardan emin değilim. Kararsızım aklım Nopper’larda!
Uzun lafın kısası bizim evdeki anlaşmazlık “Arca için erken mi geç mi” noktasında takılıp duruyor!
Ben derdimi biliyorum. Evde gereksiz bir dolu oyuncak var, sevgili Başak’ın son yazısı ile epey emin oldum. Daha işe yarar şeylere yönelsin istiyorum. Arabalar çok, puzzle’lar ezberlendi (Cansu ve Nilda’nınkilerle değiş tokuş zamanı geldi), bul-taklar zaman almıyor artık, kitaplar da tamam! Havalar soğuyup mecburen eve tıkıldıkça evdeki oyun alternatiflerini arttırmak gerekli!
Diğer maddeler mi? Yine benim dellenip karar verdiklerim ve İlkeri ikna turlarına başladıklarım. Salonda Arca’nın tepesine çıkmasından başka hiçbir işe yaramayan orta sehpanın bir süreliğine hizmet dışı bırakılması! Hayır üzerine ikram koysan yine yerinden kalkıp uzanman lazım, çok gereksiz! Zaten küçük sehpalar var koltukların yanına koyarsın olur biter. Ortaya da kocaman alan açılır, oh ne rahat!
Sonra bir büfemiz var bizim! Bence gereksiz! İstanbuldaki evimiz çok büyüktü, doldursun diye almış, içine koycak bir şeyler buluruz canımmm demiştik. Evet bulduk! içinde sadece misafire kullanılan fincan takımları ile son kullanma tarihi geçmek üzere olan içkiler var. İçmiyoruz ki niye 3 şişe martinimiz var hala bilmiyorum. Yurtdışına sıklıkla çıkıldığı dönemde heves edilmiş alınmış, süs gibi duruyor. Bir de Koreden getirdiğim yeşil çay takımı. Sor kaç defa yeşil çay yaptım o takımlarda HİÇ!! Annemlerin yurtdışından getirdiği hediyelikler var mesela, benim için anısı bile yok, kullansam ya ben onları!! O güzel Alman bira bardağı, sonra Mısırdan fincan! İşte dün ofisteki arkadaşlarla öğle yemeği sohbetinde kurulan “sizin evin salonu gereksiz kalabalık” cümlesinin beynimde çaktırdığı şimşekler!! Evet ya sadece eşyaya hizmet!! Bunların yerine kitaplarımı koyayım ben oraya! Dellendim yine!!
2 Haftadır yanımda gezdirdiğim bir “yapılacaklar” listem var. Yeliz = liste kadın! 24 maddelik bu defaki. Ajandamdan yırttığım bir sayfaya düşülen notlar. Belli bir yerden sonra farklı kalemle devam edilmiş, belli ki sonradan aklıma gelmiş maddeler. Spiral yırtıkları yer yer koparılmış, muhtemelen telefonda konuşurken elimin altında temizlemişim. 13 maddesinin üzeri çizilmiş. (ayakkabılık, kışlık düzenlemesi, fotoğrafçılıkla ilgili maddeler…) Kalanlar genelde İlkerle karara vardıramadığımız maddeler.
Mesela Arca’nın yatağı meselesi. Hani Heroes diye bir dizi vardı (belki hala vardır bilmiyorum) Güzel bir kadın vardı ama dellendi mi adamları ikiye bölüyordu. Geçen gece rüyamda o kadındım. Ve defalarca gece uyanmaktan ve Arcayı kucağıma almaktan tepem atmış, yatağın korkuluklarını o kadın gibi pata küte haşat etmiş, şömine odunu şeklinde istiflemişim. Kalktım, İlkere anlattım hemen: “Kabul!! Arca için erken olabilir, Arca düşüp kafasını kırabilir, eyvallah. Ben bu yatak işini kendim için istiyorum! Her gece defalarca kucağıma alıp tekrar yatırmaktan, akrobasi ile yatağa girmekten, girince iki büklüm uyuyakalmaktan bıktım! Onun için erken olabilir ama BENİM için TAM ZAMANI!” bu kararlılığıma rağmen ikna edemedim! Yok bi gece dellenip ellerimle o yatağı ikiye böleceğim, o zaman mecburen öyle kullanacağız: )
Diğer madde “Arca’ya boya kalemleri”. Erkenmiş diye 6 aydır oyalıyor İlker beni. Ya tamam ben de tırsıyorum her yeri boyayacak diye, nasıl laf anlar da adam gibi çizer hiçbir fikrim yok! Ama Arca masa başı aktivitesi seven bir tip, hem o mıknatıslı tahta ile çizip duruyor, artık renklerle tanışsın istiyorum. Ama ben alalım diye ısrar ettikçe ve İlker erken dedikçe kendimi öys-ana gibi hissediyorum.
Aynı diyaloglar oyun hamurları için de geçerli. Gerçi dünkü Kuzu Elanın maceralarından sonra ben de 2 defa düşünür oldum ama aylar önce evde hamur yapmıştım ağzına atmamıştı, olur mu olur!
Bir de taa Mayıs ayında İstanbuldan aldığım bir tamir seti var. Masalı, pilli matkaplı kallavi bişey! Artık ortaya çıkarmak istiyorum. İlker görür görmez yok sen bunu kaldır, Arca küçük yazık eder dedi, havalar da ısınıp açık hava aktivitelerine daha çok vakit harcanır diye sustum. Bir de eşzamanlı İlknurun getirdiği küçük bir set olunca ikna oldum. Ben o tamir seti yüzünden uçağa binemiyordum! Yok efendim o matkap silah gibi görünüyormuş! Peh!
Arca’nın oyuncak mevzusunda son nokta! LEGO!! Nurturia’da sohbet konusu olan Nopper’ler belki çocukluğumu anımsattığından bilmiyorum, ben bundan almak istiyorum. Bizde clipo bu ne ondan var ve çok başarısız bence. Güya 18 aylığa uygun diye aldık ama ben bile geçiremiyorum birbirine, çocuk nasıl yapsın!! Arca’nın ilgisi var gibi, o saçma şeylerle uğraşıp duruyor (yapamayınca sinirleniyor). Lego duplolardan emin değilim. Kararsızım aklım Nopper’larda!
Uzun lafın kısası bizim evdeki anlaşmazlık “Arca için erken mi geç mi” noktasında takılıp duruyor!
Ben derdimi biliyorum. Evde gereksiz bir dolu oyuncak var, sevgili Başak’ın son yazısı ile epey emin oldum. Daha işe yarar şeylere yönelsin istiyorum. Arabalar çok, puzzle’lar ezberlendi (Cansu ve Nilda’nınkilerle değiş tokuş zamanı geldi), bul-taklar zaman almıyor artık, kitaplar da tamam! Havalar soğuyup mecburen eve tıkıldıkça evdeki oyun alternatiflerini arttırmak gerekli!
Diğer maddeler mi? Yine benim dellenip karar verdiklerim ve İlkeri ikna turlarına başladıklarım. Salonda Arca’nın tepesine çıkmasından başka hiçbir işe yaramayan orta sehpanın bir süreliğine hizmet dışı bırakılması! Hayır üzerine ikram koysan yine yerinden kalkıp uzanman lazım, çok gereksiz! Zaten küçük sehpalar var koltukların yanına koyarsın olur biter. Ortaya da kocaman alan açılır, oh ne rahat!
Sonra bir büfemiz var bizim! Bence gereksiz! İstanbuldaki evimiz çok büyüktü, doldursun diye almış, içine koycak bir şeyler buluruz canımmm demiştik. Evet bulduk! içinde sadece misafire kullanılan fincan takımları ile son kullanma tarihi geçmek üzere olan içkiler var. İçmiyoruz ki niye 3 şişe martinimiz var hala bilmiyorum. Yurtdışına sıklıkla çıkıldığı dönemde heves edilmiş alınmış, süs gibi duruyor. Bir de Koreden getirdiğim yeşil çay takımı. Sor kaç defa yeşil çay yaptım o takımlarda HİÇ!! Annemlerin yurtdışından getirdiği hediyelikler var mesela, benim için anısı bile yok, kullansam ya ben onları!! O güzel Alman bira bardağı, sonra Mısırdan fincan! İşte dün ofisteki arkadaşlarla öğle yemeği sohbetinde kurulan “sizin evin salonu gereksiz kalabalık” cümlesinin beynimde çaktırdığı şimşekler!! Evet ya sadece eşyaya hizmet!! Bunların yerine kitaplarımı koyayım ben oraya! Dellendim yine!!
18 Ekim 2010 Pazartesi
Pazar sabahıydı…
Arca sabahın 7’sinde uyanmıştı, önceki gece ise defalarca kalkmıştı, şiddetli bel ağrım artık Arca’yı yatağından defalarca kaldırıp kucağıma almama izin vermeyince, yine aile yatağı moduna geçmiştik, bu defa da tekme darbeleri böbreklerimi epey hırpaladı, hani taş olsa düşürürsün!!
Arca sabah cin gibi uyandığında benim içim uyuyordu hala. Ve neden bilmiyorum çığlık atmaya başladı. Hayır, neşeli!! Hem de çok hatta sinir bozacak kadar çok! Hem koşuyor hem bağırıyor. O çığlıklarının keyfini süredursun, İlker uyanıp boş gözlerle suratıma bakarken benim aklımdan geçenler… şimdi ilgisiz mi davranmalıyım, yoksa kızmalı mıyım, sesimi yükseltirsem yükseltir mi, bitip de yanıma geldiğinde öğüt verecek miydik, ulen burada napacaktık!! O kitapta yüz verme diyor beriki sıcağı sıcağına uyarını yap ki anlasın diyor. Peki ben hangi yolu izlediğimde önceki krizi başarı ile atlatmıştık? Yok lan ilgisini dağıtmıştık. Bu kafayla ilgisini nasıl dağıtacağım? Arca yanıma geldi ve ben en olmayacak şeyi söyledim “hıh annecim bitti mi çığlıklar?” SALAK!! Ne hatırlatıyorsun!! İlker de aynını söyledi, yok benim İlker terbiyelidir, güzel güzel söyler, bu cümle benim iç sesim!! Arca çığlıklarla 2. tur koşusuna başladı. Benim asfalyalarım attı! Neyse ki İlker vardı da Arca’ya yansımadı. Hala o olay nasıl bitti hatırlamıyorum. Bütün sabah Arca dünyanın en şeker çocuğuydu ve benim onu göresim yoktu! 11 gibi yorgunluktan bitap bir şekilde koltukta sızarak öğlen uykusuna daldı. Kendimi tutmuşum demek ki, o uyuyunca bir başladım ağlamaya. Böğüre böğüre ağlıyorum! Bi taraftan da saydırıyorum. İlker yarım saat kadar sakinleştirmeye çalıştı.
Tespiti doğru; tahammülsüz bir insan oldum ben! Ya da daha yumuşatılmışı “tahammül eşiğim çok düştü” ki bu da hiç sağlıklı değil!
Evren çok güzel bir yazı yazmış. Buraya bir tık lütfen! Kendi payıma düşenleri aldım, çok sevdim, dün yaşadıklarımın aynası gibiydi. Supermom olmak için çok çaba harcamadım, zaten imkanlarım ve enerjim o kadarını yapmama izin vermiyor. Belki çalışmasaydım o tuzağa düşerdim. (Belki mi? Kesin düşerdim!! ) Hani organikana olmadım diye gururlanıyorum ya relaxmom da olamadım. Onca kitap, araştırma, internet manyaklığı fikir alışverişleri… hepsi daha fazla donanım, hepsi gözümde inanılmaz büyüttüğüm “terrible 2” olayını daha hasarsız atlatmak için teoriyi sağlamlaştırma çalışmalarıydı. Her şey çok masumane başladı. Ne zaman ki tüm bu annelik üzerine delilik halleri, “kendimi eğitiyorum” bahanesi araç olmaktan çıktı, amaç olmaya başladı, işte o zaman yanlış giden bir şeyler olduğunu anladım.
Hayır, kitaplarımı çöpe atmayacağım, kimseye de dağıtmayacağım, onlar bu günlerin güzel anıları olarak kitaplığın başköşesinde duracaklar. Belki bir gün, bu zamanları atlattığımda başvuracağım sağlam kaynaklar olacaklar. Ama şimdilik sadece başka şeylere yönelerek Arca’ya ve anneliğe sardırdığım bu dönemi hafifletme kararı aldım.
Fotoğrafçılık… sonra yeni yazarlarla tanışma… Murakami… Seni nasıl da ihmal etmişim…
Pişman değilim. Bugün böyle düşünebilmem için o süreçten geçmeliydim. Dünya kadar kitap okumalıydım. Tüm donanımlarımı kazandığımı düşünmeli, sonra en küçük bir kriz anında dünya başıma yıkılmalıydı ki bugünkü ben olabileyim.
Arca sabah cin gibi uyandığında benim içim uyuyordu hala. Ve neden bilmiyorum çığlık atmaya başladı. Hayır, neşeli!! Hem de çok hatta sinir bozacak kadar çok! Hem koşuyor hem bağırıyor. O çığlıklarının keyfini süredursun, İlker uyanıp boş gözlerle suratıma bakarken benim aklımdan geçenler… şimdi ilgisiz mi davranmalıyım, yoksa kızmalı mıyım, sesimi yükseltirsem yükseltir mi, bitip de yanıma geldiğinde öğüt verecek miydik, ulen burada napacaktık!! O kitapta yüz verme diyor beriki sıcağı sıcağına uyarını yap ki anlasın diyor. Peki ben hangi yolu izlediğimde önceki krizi başarı ile atlatmıştık? Yok lan ilgisini dağıtmıştık. Bu kafayla ilgisini nasıl dağıtacağım? Arca yanıma geldi ve ben en olmayacak şeyi söyledim “hıh annecim bitti mi çığlıklar?” SALAK!! Ne hatırlatıyorsun!! İlker de aynını söyledi, yok benim İlker terbiyelidir, güzel güzel söyler, bu cümle benim iç sesim!! Arca çığlıklarla 2. tur koşusuna başladı. Benim asfalyalarım attı! Neyse ki İlker vardı da Arca’ya yansımadı. Hala o olay nasıl bitti hatırlamıyorum. Bütün sabah Arca dünyanın en şeker çocuğuydu ve benim onu göresim yoktu! 11 gibi yorgunluktan bitap bir şekilde koltukta sızarak öğlen uykusuna daldı. Kendimi tutmuşum demek ki, o uyuyunca bir başladım ağlamaya. Böğüre böğüre ağlıyorum! Bi taraftan da saydırıyorum. İlker yarım saat kadar sakinleştirmeye çalıştı.
Tespiti doğru; tahammülsüz bir insan oldum ben! Ya da daha yumuşatılmışı “tahammül eşiğim çok düştü” ki bu da hiç sağlıklı değil!
Evren çok güzel bir yazı yazmış. Buraya bir tık lütfen! Kendi payıma düşenleri aldım, çok sevdim, dün yaşadıklarımın aynası gibiydi. Supermom olmak için çok çaba harcamadım, zaten imkanlarım ve enerjim o kadarını yapmama izin vermiyor. Belki çalışmasaydım o tuzağa düşerdim. (Belki mi? Kesin düşerdim!! ) Hani organikana olmadım diye gururlanıyorum ya relaxmom da olamadım. Onca kitap, araştırma, internet manyaklığı fikir alışverişleri… hepsi daha fazla donanım, hepsi gözümde inanılmaz büyüttüğüm “terrible 2” olayını daha hasarsız atlatmak için teoriyi sağlamlaştırma çalışmalarıydı. Her şey çok masumane başladı. Ne zaman ki tüm bu annelik üzerine delilik halleri, “kendimi eğitiyorum” bahanesi araç olmaktan çıktı, amaç olmaya başladı, işte o zaman yanlış giden bir şeyler olduğunu anladım.
Hayır, kitaplarımı çöpe atmayacağım, kimseye de dağıtmayacağım, onlar bu günlerin güzel anıları olarak kitaplığın başköşesinde duracaklar. Belki bir gün, bu zamanları atlattığımda başvuracağım sağlam kaynaklar olacaklar. Ama şimdilik sadece başka şeylere yönelerek Arca’ya ve anneliğe sardırdığım bu dönemi hafifletme kararı aldım.
Fotoğrafçılık… sonra yeni yazarlarla tanışma… Murakami… Seni nasıl da ihmal etmişim…
Pişman değilim. Bugün böyle düşünebilmem için o süreçten geçmeliydim. Dünya kadar kitap okumalıydım. Tüm donanımlarımı kazandığımı düşünmeli, sonra en küçük bir kriz anında dünya başıma yıkılmalıydı ki bugünkü ben olabileyim.
17 Ekim 2010 Pazar
Tüm evren birleşti mi? Secret mı? Olabilir mi?
Canım kisd makinayla ilgili detayları uzun uzun anlattığı mailini şu cümle ile bitirdi:
“Bu makina çok güzel, güle güle kullan. Fotoğrafçılık kariyerin başladı :)”
İşte her şey böyle başladı demeyeceğim. Bu cümle hikayenin ortasında bir yerlere tekabül ediyor.
Arca daha portakalımda vitaminken fotoğrafçılık kursuna gitmeye karar vermiştim. Ara ara dellenirim ben gelir bana! Ama artık o vakitler hesapta para mı yoktu, başka bir şeye mi yöneldim hatırlamıyorum kaldı öyle…
Birkaç ay önceydi … dijital makinaların atası nikonumdan sıkılmaya başlamıştım. Bir taraftan da “ev,iş,arca” bermuda şeytan üçgeni tarafından sarıldığımı fark ediyor, bir şekilde arcaya anneliğe sarıyor, debeleniyor işin içinden bir türlü çıkamıyordum. Ve bir küçük ampul yandı! Evet o eskiden heves ettiğim başlamadan bitirdiğim fotoğrafçılık tekrar gündemin ilk sırasına oturdu. Hesap kitap yaptık, yılbaşında şöyle iyi bir makine alalım dedik. 2010 – 2011 tüm özel günlerin hediyelerine saydık, içimizi rahatlattık. Konuyu paketleyip yılbaşına kadar dinlenmeye bıraktık.
İşte tam o arada Nurturia’da Kisd’in güncellemesini gördüm, çok iyi bir makine vardı elinde satıyordu kardeşi. İlginçtir ben Nurturia’da pek güncelleme takip etmem hele cumartesi günleri hemen hemen hiç girmem. Biraz düşündük, alet güzel, fiyat iyi… Ama hiç araştırma yapmadık ki, hem ben bu işten zerre anlamıyorum. Lens dedin mi benim contact lenslerim gelir aklıma. O kadar hamım yani. Neyse … İlkerle konuştum, para ayarladık. Makine kargolandı. Canım Kisd uzun cümlelerle “fotoğrafçılığa giriş” dersi mailledi bana ve yukarıdaki o içimi pır pır eden cümleyi yazmış sonuna… Nasıl heyecanlıyım. İlker de öyle… Hemen gerekli ilaveleri almaya gitti. Biz cahiller bilmiyoruz tabii bu işin tuzlu olduğunu. (Kisd, Özge, Elfanam hafiften uyardı ama heyecan yapmışım bi defa hiç oralı değilim)
İlker bana compact flash disk aldı, çanta aldı. Lenslere baktı. Sonra dedi ki :
“aşkım senin bu fotoğraf işini 2010 – 2011 tüm özel günlerin hediyelerine saydıydık ya…”
“evet?”
“gel bi bunu 2018 yapalım !!”
“yapma yav ! eh düğünlere filan gider çıkarırım parasını artık napalım ya da sen bana bi fotoğrafçının yanında iş ayarlarsın”
Mağazada hafiften bu işten anlayan bi kardeşimize rastlamış, bu kardeş “abi onu da almalı bunu da almalı” diye diye başının etini yemiş İlkerin. Yine aradı beni : “bak bi daha masraf çıkarırsan boşanma sebebi olur habarın ola!” diye koydu postayı. Halbuki Kisd bana anlattıydı inceliklerini… Gülüyorum, alttan alıyorum “yok abicim boşanmayalım şimdi avukatı, mahkemeydi, velayetti, masraf çıkar altından kalkamayız, ayrı yaşayalım” deyince ikimiz de kopmuşuz.
Yok daha bitmedi. Kargoyu takip ediyoruz. Arıyorum, araçta, teslimatta diyorlar, Ümit ablaya haber veriyorum aman takip et diye. Neyse akşam eve heyecanla geldim Arca “kargo kargo” diye papağanlaşmış ama kargo yok. İlker şubeyi aradı, teslim ettik demişler. Nasıl ya kime ya??? Şöyle ömrümden 1 bilemedin 2 sene gitti, kapıcının teslim aldığını duyunca geri geldi. İlk akşam kutusunu bile açamadım, misafir vardı. İkinci gün açtık, pek güzel, karşıdan bakıyoruz. Kisd diyor ki kurcaladın mı? Ben diyorum “yok karşıdan seyrediyorum, kıyamıyorum” sadece kullanma kılavuzuna bakıp bakıp iç geçiriyorum “allahım nasıl öğreneceğimdir” diye.
Bu arada artık “kader ağlarını örüyor” mu dersin, yoksa “evrenin tüm güçleri benim bir fotoğraf sanatçısı olmam için birleşti” mi dersin bilemem (buraya dikkat daha makinayı elime almadım ama sanatçıyım!) ama bir türlü sonuç vermeyen fotoğrafçılık kursu arayışım mutlu sona erdi. İzmirli anneler mail grubundan 50% indirimli bir kurs bildirisi geldi hem de İzmir Fotoğraf Sanatı Derneğinden!! Yeay!!
Son bomba!! Kisd TR’deki kazık lensler için ABD’yi önermişti, ve canım arkadaşlarımdan biri gidiyor yakın zamanda!! utana sıkıla sordum belkim alır!!
İşte böyle dostlar... diyorum ya … secret günleri bunlar!! ben bu hızla sergi bilem açarım!
imza: Şipşak Yeliz
“Bu makina çok güzel, güle güle kullan. Fotoğrafçılık kariyerin başladı :)”
İşte her şey böyle başladı demeyeceğim. Bu cümle hikayenin ortasında bir yerlere tekabül ediyor.
Arca daha portakalımda vitaminken fotoğrafçılık kursuna gitmeye karar vermiştim. Ara ara dellenirim ben gelir bana! Ama artık o vakitler hesapta para mı yoktu, başka bir şeye mi yöneldim hatırlamıyorum kaldı öyle…
Birkaç ay önceydi … dijital makinaların atası nikonumdan sıkılmaya başlamıştım. Bir taraftan da “ev,iş,arca” bermuda şeytan üçgeni tarafından sarıldığımı fark ediyor, bir şekilde arcaya anneliğe sarıyor, debeleniyor işin içinden bir türlü çıkamıyordum. Ve bir küçük ampul yandı! Evet o eskiden heves ettiğim başlamadan bitirdiğim fotoğrafçılık tekrar gündemin ilk sırasına oturdu. Hesap kitap yaptık, yılbaşında şöyle iyi bir makine alalım dedik. 2010 – 2011 tüm özel günlerin hediyelerine saydık, içimizi rahatlattık. Konuyu paketleyip yılbaşına kadar dinlenmeye bıraktık.
İşte tam o arada Nurturia’da Kisd’in güncellemesini gördüm, çok iyi bir makine vardı elinde satıyordu kardeşi. İlginçtir ben Nurturia’da pek güncelleme takip etmem hele cumartesi günleri hemen hemen hiç girmem. Biraz düşündük, alet güzel, fiyat iyi… Ama hiç araştırma yapmadık ki, hem ben bu işten zerre anlamıyorum. Lens dedin mi benim contact lenslerim gelir aklıma. O kadar hamım yani. Neyse … İlkerle konuştum, para ayarladık. Makine kargolandı. Canım Kisd uzun cümlelerle “fotoğrafçılığa giriş” dersi mailledi bana ve yukarıdaki o içimi pır pır eden cümleyi yazmış sonuna… Nasıl heyecanlıyım. İlker de öyle… Hemen gerekli ilaveleri almaya gitti. Biz cahiller bilmiyoruz tabii bu işin tuzlu olduğunu. (Kisd, Özge, Elfanam hafiften uyardı ama heyecan yapmışım bi defa hiç oralı değilim)
İlker bana compact flash disk aldı, çanta aldı. Lenslere baktı. Sonra dedi ki :
“aşkım senin bu fotoğraf işini 2010 – 2011 tüm özel günlerin hediyelerine saydıydık ya…”
“evet?”
“gel bi bunu 2018 yapalım !!”
“yapma yav ! eh düğünlere filan gider çıkarırım parasını artık napalım ya da sen bana bi fotoğrafçının yanında iş ayarlarsın”
Mağazada hafiften bu işten anlayan bi kardeşimize rastlamış, bu kardeş “abi onu da almalı bunu da almalı” diye diye başının etini yemiş İlkerin. Yine aradı beni : “bak bi daha masraf çıkarırsan boşanma sebebi olur habarın ola!” diye koydu postayı. Halbuki Kisd bana anlattıydı inceliklerini… Gülüyorum, alttan alıyorum “yok abicim boşanmayalım şimdi avukatı, mahkemeydi, velayetti, masraf çıkar altından kalkamayız, ayrı yaşayalım” deyince ikimiz de kopmuşuz.
Yok daha bitmedi. Kargoyu takip ediyoruz. Arıyorum, araçta, teslimatta diyorlar, Ümit ablaya haber veriyorum aman takip et diye. Neyse akşam eve heyecanla geldim Arca “kargo kargo” diye papağanlaşmış ama kargo yok. İlker şubeyi aradı, teslim ettik demişler. Nasıl ya kime ya??? Şöyle ömrümden 1 bilemedin 2 sene gitti, kapıcının teslim aldığını duyunca geri geldi. İlk akşam kutusunu bile açamadım, misafir vardı. İkinci gün açtık, pek güzel, karşıdan bakıyoruz. Kisd diyor ki kurcaladın mı? Ben diyorum “yok karşıdan seyrediyorum, kıyamıyorum” sadece kullanma kılavuzuna bakıp bakıp iç geçiriyorum “allahım nasıl öğreneceğimdir” diye.
Bu arada artık “kader ağlarını örüyor” mu dersin, yoksa “evrenin tüm güçleri benim bir fotoğraf sanatçısı olmam için birleşti” mi dersin bilemem (buraya dikkat daha makinayı elime almadım ama sanatçıyım!) ama bir türlü sonuç vermeyen fotoğrafçılık kursu arayışım mutlu sona erdi. İzmirli anneler mail grubundan 50% indirimli bir kurs bildirisi geldi hem de İzmir Fotoğraf Sanatı Derneğinden!! Yeay!!
Son bomba!! Kisd TR’deki kazık lensler için ABD’yi önermişti, ve canım arkadaşlarımdan biri gidiyor yakın zamanda!! utana sıkıla sordum belkim alır!!
İşte böyle dostlar... diyorum ya … secret günleri bunlar!! ben bu hızla sergi bilem açarım!
imza: Şipşak Yeliz
15 Ekim 2010 Cuma
Bu slingleri buldun mu kapacaksın! demedi deme!
Canım Hülya geçen hafta bizi şahane ağırladı evinde! Cücelerle oynuyoruz, baktım Hülya tepelerde "kötü örnek oluyorsun bacım" derken hop bişey çıkardı, amanin sling!!
Açık konuşayım ben doğurmadan önce bu slinglere takıktım, ama Türkiye'de yok, var da benim istediğimden değil. Yurtdışındakiler el yakıyor. Derken bizim Arca doğdu, ben illa ki istiyorum. Ama takip edenler bilir Arca doğduğunda standart bir bebekti, çok kısa bir sürede kilosunu ikiye üçe katladı, süt obezi ! Ben de minyon bi tipim, İlker dedi ki "boşver sen taşıyamazsın slingle mlingle vazgeç bu sevdadan! At pusete götür " Allah biliyor ya içimde kaldı.
Puset iyi güzel de heryere taşıyamazsın, bir bakkala gideceksin hadii puset ! Ama sling olsa at sırtına taşı! Dedim ya içimde kaldı.
Neyse bizim bebeler büyüdü, hain Hülya bu güzel slingleri ortaya çıkardı! hala aramızdan bazıları bu slingler için ikinciyi doğurmayı planlıyor o kadar tutuldu yani:)
Hülyadayken "ay bu velet 13 kilo ay durur mu bunun içinde" diye diye Hülya geçirdi üzerime slingi. Bi kere bağlaması kolay! Sonra Arca ba-yıl-dı. Çünkü dıgıdık dıgıdık yaparak yerleştiriyorsun, "biya biya" (bir daha demek) diye kudurdu. At sırtına gezdir. Bu arada at sensin:P
Bu sling yükü dağıtıyor, sırtı ağrıtmıyor, özellikle kilosu fazla bebekler için ideal. Ama yenidoğanları da taşıyabiliyormuşsun, önemli olan usulüne uygun bağlamak.
Bak mesela benim Zeynepe wrap cinsinden aldık Hülyadan, heves ettim denedim evde, (bu arada onu bağlaması da çok pratik!) Arca kıpırdaklık yaptı, durmadı, halbuki Tuna çok rahat durmuş! Poyraz'a (3 aylık) iyi geldi wrapsling, sarıyor bebeyi, bebek de annenin karnındaymış gibi hissediyor. Bu arada fotosu yok ama Poyraz mis gibi wrapslingte acayip mutlu, ve anne manyağı olduğu ve uyanık olduğu her an anneyle temas halinde olmak istediği için Zeynep de çok rahat ! handsfree şekilde işini yapabiliyor, Poyraz slingin içinde kah uyuyor, kah emiyor, kah mıkırdıyor... Üstelik kumaş organik. Şahane!!
Daha güzel fotoğraflar ve detaylar için buraya bir TIK!!
we love you Hülya!!
Açık konuşayım ben doğurmadan önce bu slinglere takıktım, ama Türkiye'de yok, var da benim istediğimden değil. Yurtdışındakiler el yakıyor. Derken bizim Arca doğdu, ben illa ki istiyorum. Ama takip edenler bilir Arca doğduğunda standart bir bebekti, çok kısa bir sürede kilosunu ikiye üçe katladı, süt obezi ! Ben de minyon bi tipim, İlker dedi ki "boşver sen taşıyamazsın slingle mlingle vazgeç bu sevdadan! At pusete götür " Allah biliyor ya içimde kaldı.
Puset iyi güzel de heryere taşıyamazsın, bir bakkala gideceksin hadii puset ! Ama sling olsa at sırtına taşı! Dedim ya içimde kaldı.
Neyse bizim bebeler büyüdü, hain Hülya bu güzel slingleri ortaya çıkardı! hala aramızdan bazıları bu slingler için ikinciyi doğurmayı planlıyor o kadar tutuldu yani:)
Hülyadayken "ay bu velet 13 kilo ay durur mu bunun içinde" diye diye Hülya geçirdi üzerime slingi. Bi kere bağlaması kolay! Sonra Arca ba-yıl-dı. Çünkü dıgıdık dıgıdık yaparak yerleştiriyorsun, "biya biya" (bir daha demek) diye kudurdu. At sırtına gezdir. Bu arada at sensin:P
Bu sling yükü dağıtıyor, sırtı ağrıtmıyor, özellikle kilosu fazla bebekler için ideal. Ama yenidoğanları da taşıyabiliyormuşsun, önemli olan usulüne uygun bağlamak.
Bak mesela benim Zeynepe wrap cinsinden aldık Hülyadan, heves ettim denedim evde, (bu arada onu bağlaması da çok pratik!) Arca kıpırdaklık yaptı, durmadı, halbuki Tuna çok rahat durmuş! Poyraz'a (3 aylık) iyi geldi wrapsling, sarıyor bebeyi, bebek de annenin karnındaymış gibi hissediyor. Bu arada fotosu yok ama Poyraz mis gibi wrapslingte acayip mutlu, ve anne manyağı olduğu ve uyanık olduğu her an anneyle temas halinde olmak istediği için Zeynep de çok rahat ! handsfree şekilde işini yapabiliyor, Poyraz slingin içinde kah uyuyor, kah emiyor, kah mıkırdıyor... Üstelik kumaş organik. Şahane!!
Daha güzel fotoğraflar ve detaylar için buraya bir TIK!!
we love you Hülya!!
Bir varmış bir yokmuş…
Evvel zaman içinde… çok uzak ülkelerin birinde… turuncu bir kamyon varmış. Bu kamyon aslında sıradan bir kamyonmuş görünürde, ama çok işe yararmış.
----------------------------------------
Dün gece saat 21:30 civarı “yataaak!” diye tutturan bir Arca. Işığı kapattırmak istemiyor, Ayı yogi ve çöp kamyonu ile yatakta debelenmek istiyor. Kucak istemiyor, sallanmak, ninni, şarkı, okşanmak, aydede, kitap … her şeye tepki var! Yine o döt kadar yatağın içine sığışıyorum, tekmelerden nasibimi alıyorum, ama azimliyim, bir yolu bulunacak Arca uyuyacak!
-----------------------------------------
Çünkü bu kamyon bir çöp kamyonuymuş. Arkasında kocaman bir kutusu varmış, çöp kamyonu tek başına çalışmazmış, arkadaşları da varmış, çöpçü amcalar…
"Dün gece çok aradım, aradım bulamadım
Körolası çöpçüler aşkımı süpürmüşler"
Nağmeleri araya girer.
-------------------------------------------
Arca kafayı, yatağa uzanmış annenin göğsüne koyar, bir eli ayı yogide gözü çöp kamyonunda… Tamam tutturdum, doğru yoldayım devam ediyorum masala
-------------------------------------------
Çöpçü amcaların biri kamyonu kullanır, diğer ikisi evlerimizin önündeki çöp bidonlarını toplar. Kamyonun arkasındaki mekanizmaya yerleştirir, çöpleri kamyonun içine atarlar. Fosforlu kıyafetler giyerler ki gece görünebilsinler, kocaman eldivenler takarlar ki bidonları rahatlıkla kavrayabilsinler. Çöpcü amcalar çok yardımseverdir, gece çıkarlar sokağa trafiği karıştırmamak için…
---------------------------------------------
Arcanın gözler hafiften gider… ben devam!!
----------------------------------------------
Çöp kamyonu bütün şehrin çöpünü toplayıp çok uzaklara götürür. Evlerimizin temiz olması için çöp kamyonu çöpcü amcalar takımı bize yardım ederler
"Dün gece çok aradım aradım bulamadım
Körolası çöpçüler aşkımı süpürmüşler"
Dizeleri ninni kıvamında söylenir
----------------------------------------------
Arca uyur, ben kaçar!!
14 Ekim 2010 Perşembe
Tutarsızlığın manifestosu
Bugün Gülse Birselin aşağıda kopyaladığım yazısını okuyunca, sevgili kisd'in şu yazısı aklıma geldi. Özgürlüğün Manifestosunu ben de okumuştum. Bir tarafımla hayatımı sadeleştirerek mutlu olacağımı biliyorum ve kendimce nasıl olurun beyin jimnastiğini yapıyorum, bir tarafımla kredi kartımı şişirip tchiboda kuyruğa giriyorum (dün misal:) ) ve "aa arcaya lazımdı, arca için aldımdı" bahaneleri ile tüketim toplumunun bayrağını sallıyorum. Hep diyorum, iflah olmaz bir tutarsızım ...
Bu Tchibo anısı anlatmadan bitirmeyeyim, Gülse az beklesin...
Tchibo'nun teması sonbahar, ürünler belli ki kaliteli, özellikle Arca için olanlarını katalogtan çok önceden belirlemiştim. 3 parça alacağımdır. (en azından bu konuda tutarlıyım!) Aslında internetten alacaktım, 3'ün birinin bedeni kalmayınca dükkana erteledim.
Elif ve Hülya ile buluşup gitme kararı aldık. Sabahtan eşe dosta soruyorum bişey istiyor musunuz diye. Sanki savaş kopacak, ekmek kuyruğuna gidiyorum! Hülyayı Ege Üniversitesinin önünden almaya gittim, aradım, "yok sen beni bekleme arkadaşım, git dükkan talan ediliyormuş, elif benim için bişiler ayırdı" tam bir "sen canını kurtar kardeşim ben arkandan geliyorum aman diğer kadınlara bırakma" olayı!! Hemen kırdım direksiyonu... Forumda Tchibo'ya giderken yolda kadınların elindeki poşetlere bakıyorum, yoksa Tchibo'dan mı çıkmışlar, yoksa benim almayı düşündüğüm kadife pijama o poşetlerin içinde mi!! Bir tür delilik hali:)
Ben ilk defa bir tema için bu dükkana gittim, öncesinde her önünden geçtiğimde en azından kahve kokusu için uğradığım bir dükkandı. Hani Allah biliyor ya Hülya "talan ediliyor" dediğinde bu kadarına ihtimal vermemiştim. Kadınlar birbirini yemiş, sıcak!! 1-2 tanıdık sima gördüm. Tatlı Ege'yi gördüm, sonra annesini. Görev aşkı ile torbasını doldurmuş Hülyayı bekliyordu. İyi ki katalogtan belirlemişim, aldım, sıraya girdim. Kutular açıldığı an millet üzerine üşüşüyor. Elifle kendimize güldük, "evet sanki bedavaya veriyorlar!" :) Hülyayı bekleyemeden ofise dönmek zorunda kaldım. 3 parça kumaşla tatmin olmuş şekilde! Evet Özgürlüğün Manifestosu... evet o kitabı birkaç defa daha okumam lazım:)
Buyrun Gülse Birsel'in yazısı...
Amerika'nın son alışveriş trendi:
Alışveriş yapmamak! Hatta eldeki
mallardan da kurtulup, hayatı sadeleştirmek! Kriz sonrası, çalışanlar,
gelirlerinin daha büyük bir bölümünü harcamayıp biriktirmeye başlayınca,
ABD'li üreticilerin etekleri tutuşmuş! Şu ara yapılan çoğu tüketici
araştırmaları "Bu adamlar ne satın alırlarsa mutlu olurlar?"la ilgili.
Ortaya çıkmış ki bir servis almak, mal almaktan daha faydalı insan doğasına.
Yani bir ayakkabı yerine kutu oyunu, pahalı bir çanta yerine spor salonu
üyeliği, araba yerine seyahat, ruj yerine sinema bileti, insanları daha
mutlu ediyor! Bir tecrübe satın almak, kişiye daha yoğun ve uzun süreli bir
tatmin sağlıyor. Üstelik 'Mal edinme'nin mutluluk getirmediğini öğrenen
'dünyanın en çok satın alan halkı', kocaman otomobillerini, dört oda bir
salon evlerini, 48 parçalık yemek takımlarını, doğrayan parçalayan
karıştıran onlarca mutfak aletlerini satıp, ayrı bir oda haline gelmiş
gardıroplar dolusu giysilerini fakirlere bağışlayıp hayatlarını
sadeleştiriyor. Bazı aileler 40 metrekare bir evde, dört tabak, dört
bardakla ve işe bisikletle gidip gelerek yaşamanın onları hiç olmadıkları
kadar mesud ettiğini iddia ediyor. Bu esnada biriktirdikleri parayı
yogaderslerine ve tatillere harcıyorlar.
*YÜZ EŞYAYLA YAŞAMAYA DAVET! *
Bir internet sitesi, tüketicileri sadece ve sadece 100 adet kişisel eşyayla
yaşamaya davet ediyor! Yani kıyafet, kozmetik, ayakkabı, kitap, kalem, her
şey toplam 100 parça edecek. Sitenin çağrısı büyük ilgi görüyor ve internet
kullanıcılarından hatırı sayılır sayıda bir grup, kişisel eşyalarını hayır
derneklerine bağışlayıp hayatlarındaki kalabalıktan kurtuluyor. Hikâye,
psikologlara göre şu: İnsanlar, iyi ya da berbat, yaşamlarındaki tüm
değişikliklere çabucak alışıyor ve doğalarında var olan sabit mutluluk
seviyesine bir an önce ulaşmaya çalışıyorlar. Ebeveynlerinden birini
kaybeden bir insanın bir süre sonra eski mutluluk ve neşesine kavuşması da
bu yüzden, yalı alanın birkaç yıl sonra yalıda oturmayı kanıksayıp eskisi
kadar 'mutsuz' olması da! Yani para mutluluk getirmiyor denemez ama parayla
satın alınan mallar mutluluk getirmiyor! Şan dersleri, seyahatler,
piknikler, tiyatro oyunları filansa başka! Farklı tecrübeler hayatı
zenginleştirip memnuniyeti yükseltiyor! Los Angeleslı filmci Roko
Belic dünyayı dolaşıp *Happy *(*Mutlu*) isimli bir belgesel üzerinde çalışıyor.
*New York Times * gazetesinin
haberine göre San Fransisco'nun kalburüstü semtlerinden birindeki evini
bırakıp, hayatını tamamen değiştirip, Malibu plajında bir karavana taşınmış!
Haftada üç dört gün sörf yapabildiği için şu anda ufacık karavanda çok daha
mutlu bir hayat yaşadığını anlatmış.
*SANKİ ALIŞVERİŞ İÇİN YAŞIYORUZ *
Bi de tabi, herkes gider Mersin'e, biz... Şu anda ülkede tam bir AVM patlaması
yaşanıyor. Buluşmalar, sosyalleşmeler, hafta sonu aile gezmeleri, her tür
eğlence hep alışveriş ve merkezleri etrafında dolanıyor. İndirim
dükkânlarının kapısındaki kuyruk ve izdihamlar da cabası. Geçen gün
haberlerde, yastıkların 1 TL'ye satıldığı bir indirim dükkânında birbirini
ezen kalabalığın arasından bir ev kadını, bağırarak kameralara anlatıyor:
"Ben altı tane kapabildim, iki oğlum var, onlar da ikişer tane aldı, keşke
10 tane daha taşıyabilseydik! Muhtemelen dört kişi olan bu ailenin 20 adet
yastıkla ne yapacağı ise meçhul! Türkler artık mümkün olduğu kadar çok malı,
mümkün olduğu kadar çabuk alıp, evlerine götürmek için yaşıyor! Alışverişe
niyeti olmayan bile vitrin bakıp hayal kuruyor. Konsere gidip keman çalmayı,
müzeye gidip ressam olmayı hayal eden pek az. Hayat amaçlarımız genelde
"Bazı ürünleri edinmek," üzerine kurulu. 70'li yıllarda bir siyah beyaz
televizyon, bir adet buzdolabı, merdaneli çamaşır makinesi ve salonda üzeri
tığ işi örtülü sabit hat telefonu olan her aile kendini son derece zengin ve
konforlu hissederdi. Sonra işler yavaş yavaş değişti. Artık cep telefonu bu
yılın modeli olmayan vatandaşın devlete isyan edesi var. Almaya doyup
'hayatı sadeleştirme' aşamasına ne zaman geliriz, o meçhul.
Gülse BİRSEL
Bu Tchibo anısı anlatmadan bitirmeyeyim, Gülse az beklesin...
Tchibo'nun teması sonbahar, ürünler belli ki kaliteli, özellikle Arca için olanlarını katalogtan çok önceden belirlemiştim. 3 parça alacağımdır. (en azından bu konuda tutarlıyım!) Aslında internetten alacaktım, 3'ün birinin bedeni kalmayınca dükkana erteledim.
Elif ve Hülya ile buluşup gitme kararı aldık. Sabahtan eşe dosta soruyorum bişey istiyor musunuz diye. Sanki savaş kopacak, ekmek kuyruğuna gidiyorum! Hülyayı Ege Üniversitesinin önünden almaya gittim, aradım, "yok sen beni bekleme arkadaşım, git dükkan talan ediliyormuş, elif benim için bişiler ayırdı" tam bir "sen canını kurtar kardeşim ben arkandan geliyorum aman diğer kadınlara bırakma" olayı!! Hemen kırdım direksiyonu... Forumda Tchibo'ya giderken yolda kadınların elindeki poşetlere bakıyorum, yoksa Tchibo'dan mı çıkmışlar, yoksa benim almayı düşündüğüm kadife pijama o poşetlerin içinde mi!! Bir tür delilik hali:)
Ben ilk defa bir tema için bu dükkana gittim, öncesinde her önünden geçtiğimde en azından kahve kokusu için uğradığım bir dükkandı. Hani Allah biliyor ya Hülya "talan ediliyor" dediğinde bu kadarına ihtimal vermemiştim. Kadınlar birbirini yemiş, sıcak!! 1-2 tanıdık sima gördüm. Tatlı Ege'yi gördüm, sonra annesini. Görev aşkı ile torbasını doldurmuş Hülyayı bekliyordu. İyi ki katalogtan belirlemişim, aldım, sıraya girdim. Kutular açıldığı an millet üzerine üşüşüyor. Elifle kendimize güldük, "evet sanki bedavaya veriyorlar!" :) Hülyayı bekleyemeden ofise dönmek zorunda kaldım. 3 parça kumaşla tatmin olmuş şekilde! Evet Özgürlüğün Manifestosu... evet o kitabı birkaç defa daha okumam lazım:)
Buyrun Gülse Birsel'in yazısı...
Amerika'nın son alışveriş trendi:
Alışveriş yapmamak! Hatta eldeki
mallardan da kurtulup, hayatı sadeleştirmek! Kriz sonrası, çalışanlar,
gelirlerinin daha büyük bir bölümünü harcamayıp biriktirmeye başlayınca,
ABD'li üreticilerin etekleri tutuşmuş! Şu ara yapılan çoğu tüketici
araştırmaları "Bu adamlar ne satın alırlarsa mutlu olurlar?"la ilgili.
Ortaya çıkmış ki bir servis almak, mal almaktan daha faydalı insan doğasına.
Yani bir ayakkabı yerine kutu oyunu, pahalı bir çanta yerine spor salonu
üyeliği, araba yerine seyahat, ruj yerine sinema bileti, insanları daha
mutlu ediyor! Bir tecrübe satın almak, kişiye daha yoğun ve uzun süreli bir
tatmin sağlıyor. Üstelik 'Mal edinme'nin mutluluk getirmediğini öğrenen
'dünyanın en çok satın alan halkı', kocaman otomobillerini, dört oda bir
salon evlerini, 48 parçalık yemek takımlarını, doğrayan parçalayan
karıştıran onlarca mutfak aletlerini satıp, ayrı bir oda haline gelmiş
gardıroplar dolusu giysilerini fakirlere bağışlayıp hayatlarını
sadeleştiriyor. Bazı aileler 40 metrekare bir evde, dört tabak, dört
bardakla ve işe bisikletle gidip gelerek yaşamanın onları hiç olmadıkları
kadar mesud ettiğini iddia ediyor. Bu esnada biriktirdikleri parayı
yogaderslerine ve tatillere harcıyorlar.
*YÜZ EŞYAYLA YAŞAMAYA DAVET! *
Bir internet sitesi, tüketicileri sadece ve sadece 100 adet kişisel eşyayla
yaşamaya davet ediyor! Yani kıyafet, kozmetik, ayakkabı, kitap, kalem, her
şey toplam 100 parça edecek. Sitenin çağrısı büyük ilgi görüyor ve internet
kullanıcılarından hatırı sayılır sayıda bir grup, kişisel eşyalarını hayır
derneklerine bağışlayıp hayatlarındaki kalabalıktan kurtuluyor. Hikâye,
psikologlara göre şu: İnsanlar, iyi ya da berbat, yaşamlarındaki tüm
değişikliklere çabucak alışıyor ve doğalarında var olan sabit mutluluk
seviyesine bir an önce ulaşmaya çalışıyorlar. Ebeveynlerinden birini
kaybeden bir insanın bir süre sonra eski mutluluk ve neşesine kavuşması da
bu yüzden, yalı alanın birkaç yıl sonra yalıda oturmayı kanıksayıp eskisi
kadar 'mutsuz' olması da! Yani para mutluluk getirmiyor denemez ama parayla
satın alınan mallar mutluluk getirmiyor! Şan dersleri, seyahatler,
piknikler, tiyatro oyunları filansa başka! Farklı tecrübeler hayatı
zenginleştirip memnuniyeti yükseltiyor! Los Angeleslı filmci Roko
Belic dünyayı dolaşıp *Happy *(*Mutlu*) isimli bir belgesel üzerinde çalışıyor.
*New York Times * gazetesinin
haberine göre San Fransisco'nun kalburüstü semtlerinden birindeki evini
bırakıp, hayatını tamamen değiştirip, Malibu plajında bir karavana taşınmış!
Haftada üç dört gün sörf yapabildiği için şu anda ufacık karavanda çok daha
mutlu bir hayat yaşadığını anlatmış.
*SANKİ ALIŞVERİŞ İÇİN YAŞIYORUZ *
Bi de tabi, herkes gider Mersin'e, biz... Şu anda ülkede tam bir AVM patlaması
yaşanıyor. Buluşmalar, sosyalleşmeler, hafta sonu aile gezmeleri, her tür
eğlence hep alışveriş ve merkezleri etrafında dolanıyor. İndirim
dükkânlarının kapısındaki kuyruk ve izdihamlar da cabası. Geçen gün
haberlerde, yastıkların 1 TL'ye satıldığı bir indirim dükkânında birbirini
ezen kalabalığın arasından bir ev kadını, bağırarak kameralara anlatıyor:
"Ben altı tane kapabildim, iki oğlum var, onlar da ikişer tane aldı, keşke
10 tane daha taşıyabilseydik! Muhtemelen dört kişi olan bu ailenin 20 adet
yastıkla ne yapacağı ise meçhul! Türkler artık mümkün olduğu kadar çok malı,
mümkün olduğu kadar çabuk alıp, evlerine götürmek için yaşıyor! Alışverişe
niyeti olmayan bile vitrin bakıp hayal kuruyor. Konsere gidip keman çalmayı,
müzeye gidip ressam olmayı hayal eden pek az. Hayat amaçlarımız genelde
"Bazı ürünleri edinmek," üzerine kurulu. 70'li yıllarda bir siyah beyaz
televizyon, bir adet buzdolabı, merdaneli çamaşır makinesi ve salonda üzeri
tığ işi örtülü sabit hat telefonu olan her aile kendini son derece zengin ve
konforlu hissederdi. Sonra işler yavaş yavaş değişti. Artık cep telefonu bu
yılın modeli olmayan vatandaşın devlete isyan edesi var. Almaya doyup
'hayatı sadeleştirme' aşamasına ne zaman geliriz, o meçhul.
Gülse BİRSEL
12 Ekim 2010 Salı
Günün Çorbası TOP 5
Ne güzel oldu, sevgili Başak ilginç bir mime dahil etmiş beni. Mimlemese de mutlaka bakardım, çok ilginç çünkü... Blogger kullanıcısıyım ama bugüne kadar istatistiklere bakmak aklıma gelmemişti. Meğer bu uygulama ile en çok okunan yazılarını bulabiliyormuşsun. Kumanda panelinden ulaşılabiliyor.
Bizim bloğun en çok okunanları listesi...
Önce top-5'in 5 numarası : Saçlarımdan nefret ettiğimi söylemiş miydim? Eh hala bilmeyeniniz varsa buyrun tıklayın!! Saçlarımdan gerçekten nefret ediyorum ama onlarla yaşamayı öğrendim!!
Number 4 : Hissiyat böyle sıkıldım!! bu kadar iç bayıcı bir postun okunmuş olmasına şaşırdım:) Ben bugün okudum yine ruhuma daral geldi. Benim ruhsal dengesizliklerim ve annelik buhranlarımla beslenmeyin kardeşim!!
3. sırada : Kadir abi koş!! motive edilesim var Açıkçası bu postun neden bu kadar okunduğunu anlamadım. Günlük tadında hata ufaktan heyecansız bir yazı.. Dönüp de bi daha okunmaz yani. Bu blog okurlarını anlamak kolay değil, ilginç:)
2. sıraya yerleşen post : Arca terörizminin Özgemin geldiği nurturia buluşması ile birleştiği yazı. hehe bak bu yazının okunması normal. bi kere ilk fotoraftaki ağlamklı surat çok komik. ağlatmadan kriz aşma yöntemleri puha diye gülmek istiyorum!! Son aşamadığımız krizden sonra bu yazıya bi tarafımla gülesim geldi:) Allahtan fazla ahkam kesmemişim zira şalap şulap yalayacaktım laflarımı:)
Ve son olarak NUMBER 1!!! Yatır kaldır maceramızın Jacoblı ilk iki gecesi. Ya cidden bu okur milleti benim acılarımla besleniyor!! Köpekler yemez halimi bir vaziyeti yazı dizisi yapmışım, herkesler de merakla okumuş. Şimdi okuyunca cidden çok gülüyorum. Nasıl da kasmıştım. Ama şaka bir yana blog dostlarımın manevi desteği olmasa o kadar azmedemezdim. Şimdi Arca kendi kendine uyuyor mu, işe yaradı mı diye soracak olursanız, evet kendi kendine uyumayı öğrendi. Ama ben bu işkenceleri kendime ve ona yaptığım için mi, yoksa zaten geçeceği mi vardı o dönemi, inanın ki bilmiyorum. Şu anda Arca'yla çoğu zaman odaya girip bazen sadece pışpışla bazen sadece yatağına koyarak bazen de yanına yatıp fısır fısır kırmızı başlıklı kızı anlatarak uykuya yolluyorum. Gamsızlaştım mı ne?
Hadi bakiim dökülün!! Ben şahsen hiç bir postunu kaçırmam, Ruhdağımı merak ediyorum. Sonracığıma yine her postuna yapıştığım kisd akabinde sadeceannem, sarıçizmeli ve de kuzu güzelini mimliyorum ... Ayrıca Başakın dediği gibi benim unuttuğum ve paylaşmak isteyen herkes!!
Bir de kenarda anladığım kadarıyla size insanlar nasıl ulaşmış diye bir kısım var. Sağlam yazarlardan Hülya'nın bloğuna girenlerin bir kısmı bana da bi bakıp çıkmışlar, şaşırmadım, ben de pek çok bloğu hülyanın listesinden görüp takip etmeye başlamıştım:)
Bizim bloğun en çok okunanları listesi...
Önce top-5'in 5 numarası : Saçlarımdan nefret ettiğimi söylemiş miydim? Eh hala bilmeyeniniz varsa buyrun tıklayın!! Saçlarımdan gerçekten nefret ediyorum ama onlarla yaşamayı öğrendim!!
Number 4 : Hissiyat böyle sıkıldım!! bu kadar iç bayıcı bir postun okunmuş olmasına şaşırdım:) Ben bugün okudum yine ruhuma daral geldi. Benim ruhsal dengesizliklerim ve annelik buhranlarımla beslenmeyin kardeşim!!
3. sırada : Kadir abi koş!! motive edilesim var Açıkçası bu postun neden bu kadar okunduğunu anlamadım. Günlük tadında hata ufaktan heyecansız bir yazı.. Dönüp de bi daha okunmaz yani. Bu blog okurlarını anlamak kolay değil, ilginç:)
2. sıraya yerleşen post : Arca terörizminin Özgemin geldiği nurturia buluşması ile birleştiği yazı. hehe bak bu yazının okunması normal. bi kere ilk fotoraftaki ağlamklı surat çok komik. ağlatmadan kriz aşma yöntemleri puha diye gülmek istiyorum!! Son aşamadığımız krizden sonra bu yazıya bi tarafımla gülesim geldi:) Allahtan fazla ahkam kesmemişim zira şalap şulap yalayacaktım laflarımı:)
Ve son olarak NUMBER 1!!! Yatır kaldır maceramızın Jacoblı ilk iki gecesi. Ya cidden bu okur milleti benim acılarımla besleniyor!! Köpekler yemez halimi bir vaziyeti yazı dizisi yapmışım, herkesler de merakla okumuş. Şimdi okuyunca cidden çok gülüyorum. Nasıl da kasmıştım. Ama şaka bir yana blog dostlarımın manevi desteği olmasa o kadar azmedemezdim. Şimdi Arca kendi kendine uyuyor mu, işe yaradı mı diye soracak olursanız, evet kendi kendine uyumayı öğrendi. Ama ben bu işkenceleri kendime ve ona yaptığım için mi, yoksa zaten geçeceği mi vardı o dönemi, inanın ki bilmiyorum. Şu anda Arca'yla çoğu zaman odaya girip bazen sadece pışpışla bazen sadece yatağına koyarak bazen de yanına yatıp fısır fısır kırmızı başlıklı kızı anlatarak uykuya yolluyorum. Gamsızlaştım mı ne?
Hadi bakiim dökülün!! Ben şahsen hiç bir postunu kaçırmam, Ruhdağımı merak ediyorum. Sonracığıma yine her postuna yapıştığım kisd akabinde sadeceannem, sarıçizmeli ve de kuzu güzelini mimliyorum ... Ayrıca Başakın dediği gibi benim unuttuğum ve paylaşmak isteyen herkes!!
Bir de kenarda anladığım kadarıyla size insanlar nasıl ulaşmış diye bir kısım var. Sağlam yazarlardan Hülya'nın bloğuna girenlerin bir kısmı bana da bi bakıp çıkmışlar, şaşırmadım, ben de pek çok bloğu hülyanın listesinden görüp takip etmeye başlamıştım:)
9 Ekim 2010 Cumartesi
KİTAPANNE PEH PEH PEH!!!
Şimdi şu aşağıda gördüğünüz foto var ya... hah işte o benim kitaplığın çocuk eğitim bölümüne ait bir kısım. Hepsini okudun mu derseniz ? Hayır hala okunmayı bekleyen 4 ve az karıştırılıp sonra okunmak üzere ayrılmış 2-3 tane var. Demek ki 18-20 tanesini okumuşum.
Canım Başakla ikili sohbetlerimizden birinde takılmıştı bana "kitapanne" diye, amanin nickimi neyimi kitap anne yapacağımdır diye pek hoşuma gitmişti:)
Bu kitapları okursun, altını çizersin, eşe dosta çocuk eğitimi ile ilgili ahkam keseceğin zaman "..... kitabında der ki" ile başlayan cümleler kurarsın da kitaplar işe yarıyor mu dersen işte orada dur derim. Yani bugün dedim! Hem de öyle yüksek bir sesle dedim ki karşıki dağların cendermeleri "olay mı var bacım" diye soluğu yanımda alacaklardı. Ve hatta olay süresince bizimle talihsiz bir tesadüf sonucu yolculuk etmekte olan Hayat ve Ela kuzusunu bile sindirdim, "benim gibi bir anne ile arkadaşlığını gözden geçirebilirsin Hayat, alınmam" bile dedim...
Olay şu : Arca sabahın köründe kalkmış, korkunç bir sabah geçirtmiş, kafayı yine kapıya vurarak şişirmiş, ve pek tabii uykulu bir halde arabaya binmişti. Biner binmez uyudu. Hayat ve Elayı aldık, tam yolun ortasında (hatta bizim evin kavşağını geçince) Hayat Elanın yanında oturmak için arkaya geçti. Artık Arca kıskandı mı bilinmez oto koltuğunda kalkmaya, şiddetle ağlamaya başladı. Önce biraz kucağıma alıp sakinleştirdim, tatlı tatlı oturtmaya çalıştım, yay gibi gerindi. Bu arada kolik sancılarında bile böyle ağlamamıştı, o derece sinir bozucu. Uyku arkadaşı Ayıyogiyi verdim susmuyor, kamyon araba, vız geldi. "Yürü len! senle mi uğraşacağım" diyerekten (evet hiçbir kitap yazmaz ama bazen çemkirmek işe yarar:) ) ve de zor kullanaraktan bağladım koltuğa geçtim direksiyonun başına. Yok susmuyor, radyo açıyorum, eline üzüm veriyorum, yok!! Benim tansiyonum bi iniyor bi çıkıyor. Bu arada sesimin yüksekliğinin farkındaym ama kendimi tutamıyorum. Bir şekilde sustu. Ya kendi kendine sakinleşti ya da başka çaresi olmadığını anladı ya da kafa göz dalacağımdan korktu, BİLMİYORUM!!! Hülyalara kadar sakin geldik, ama hala ellerim titriyordu. Arada arkamı dönüp baktığımda hala içini çeke çeke nefes aldığını duyunca nasıl fena oldum. İçimden muhasebe hesaplarına başladım. dursaydın birazcık, hatta belki evin oraya çekseydin, iyice sakinleşince arabaya dönseydin!! yapsaydın etseydin !! olmadı işte! Durum bu! kitapları okursun, kendini teoride eğittiğini sanırsın. Ama iş tecrübe etmeye gelince bazen keyifle atlatırsın krizleri bazen de böyle korkunç anıların olur. Ona buna "bilmem ne kitabında şöyle diyor, bilmem ne kitabında der ki..." demeye benzemiyor. 2 yaş kapımızda, ve hiç kolay olacağa benzemiyor.
Hülyadaki organizasyon şahaneydi. Çok pis bir arkadan iş çevirme ile organize edilen doğumgünü çok neşeliydi. Berk çok tatlıydı. Yine Arca ile çok güzel oynadılar, bence aralarında güzel bir elektrik var. Arca birkaç defa Elanın elinden oyuncak alma savaşına girdi, asabiyet yaptı, ama neyse ki zararsz atlatıldı. Hatta en az 15 dakika Arca Ela ve Berk halka geçirmece oynadılar, birbirlerinin sırasını beklediler, bitince hep beraber el çırptılar ve bu oyun defalarca devam etti. Büyüyorlar mı ne?
Arcayla barışmamızın şerefine güzel bir foto koyayım. Bu slingler için buraya bir TIK!! Arca 13 kilo ve hiç ağırlık hissetmeden taşıdım, yükü dağıtıyor sanırım. Arca da çok keyifliydi, dıgıdık dıgıdık yaptık bol bol.
Akşam arabaya binerken bu defa Arca Elayı yadırgamadı, hatta kendince Ela da geliyor mu diye yokladı, bir güzel uyudular.
Akşamı hiç umulmadık hayati bir tesadüf ile tamamladık. Hayatları bıraktıktan sonra normalde gitmeyeceğim bir yoldan eve ulaşmaya çalışıyorum, tam da öğlen yaşadığımız krizin geçtiği kavşağa geldim, öğlen durduğumuz yerin tam karşısındayım, ışığın yeşile dönmesini bekliyorum, kafamı gayriihtiyari sola çevirince bir de ne göreyim.... Arcanın ayıyogisi!!! Demek ki kavga sırasında Arca yere atmış ben de farketmemişim, yerde duruyor, kavşaktan dönüp gidip yerden aldım, pek pisti tabii şimdi çamaşır makinasında.(oraya nasıl geldi ve nasıl bu kadar kirlendi allah kerim, kuvvetle muhtemel köpekler sayesinde!!) Hayat sürprizlerle dolu!!
Canım Başakla ikili sohbetlerimizden birinde takılmıştı bana "kitapanne" diye, amanin nickimi neyimi kitap anne yapacağımdır diye pek hoşuma gitmişti:)
Bu kitapları okursun, altını çizersin, eşe dosta çocuk eğitimi ile ilgili ahkam keseceğin zaman "..... kitabında der ki" ile başlayan cümleler kurarsın da kitaplar işe yarıyor mu dersen işte orada dur derim. Yani bugün dedim! Hem de öyle yüksek bir sesle dedim ki karşıki dağların cendermeleri "olay mı var bacım" diye soluğu yanımda alacaklardı. Ve hatta olay süresince bizimle talihsiz bir tesadüf sonucu yolculuk etmekte olan Hayat ve Ela kuzusunu bile sindirdim, "benim gibi bir anne ile arkadaşlığını gözden geçirebilirsin Hayat, alınmam" bile dedim...
Olay şu : Arca sabahın köründe kalkmış, korkunç bir sabah geçirtmiş, kafayı yine kapıya vurarak şişirmiş, ve pek tabii uykulu bir halde arabaya binmişti. Biner binmez uyudu. Hayat ve Elayı aldık, tam yolun ortasında (hatta bizim evin kavşağını geçince) Hayat Elanın yanında oturmak için arkaya geçti. Artık Arca kıskandı mı bilinmez oto koltuğunda kalkmaya, şiddetle ağlamaya başladı. Önce biraz kucağıma alıp sakinleştirdim, tatlı tatlı oturtmaya çalıştım, yay gibi gerindi. Bu arada kolik sancılarında bile böyle ağlamamıştı, o derece sinir bozucu. Uyku arkadaşı Ayıyogiyi verdim susmuyor, kamyon araba, vız geldi. "Yürü len! senle mi uğraşacağım" diyerekten (evet hiçbir kitap yazmaz ama bazen çemkirmek işe yarar:) ) ve de zor kullanaraktan bağladım koltuğa geçtim direksiyonun başına. Yok susmuyor, radyo açıyorum, eline üzüm veriyorum, yok!! Benim tansiyonum bi iniyor bi çıkıyor. Bu arada sesimin yüksekliğinin farkındaym ama kendimi tutamıyorum. Bir şekilde sustu. Ya kendi kendine sakinleşti ya da başka çaresi olmadığını anladı ya da kafa göz dalacağımdan korktu, BİLMİYORUM!!! Hülyalara kadar sakin geldik, ama hala ellerim titriyordu. Arada arkamı dönüp baktığımda hala içini çeke çeke nefes aldığını duyunca nasıl fena oldum. İçimden muhasebe hesaplarına başladım. dursaydın birazcık, hatta belki evin oraya çekseydin, iyice sakinleşince arabaya dönseydin!! yapsaydın etseydin !! olmadı işte! Durum bu! kitapları okursun, kendini teoride eğittiğini sanırsın. Ama iş tecrübe etmeye gelince bazen keyifle atlatırsın krizleri bazen de böyle korkunç anıların olur. Ona buna "bilmem ne kitabında şöyle diyor, bilmem ne kitabında der ki..." demeye benzemiyor. 2 yaş kapımızda, ve hiç kolay olacağa benzemiyor.
Hülyadaki organizasyon şahaneydi. Çok pis bir arkadan iş çevirme ile organize edilen doğumgünü çok neşeliydi. Berk çok tatlıydı. Yine Arca ile çok güzel oynadılar, bence aralarında güzel bir elektrik var. Arca birkaç defa Elanın elinden oyuncak alma savaşına girdi, asabiyet yaptı, ama neyse ki zararsz atlatıldı. Hatta en az 15 dakika Arca Ela ve Berk halka geçirmece oynadılar, birbirlerinin sırasını beklediler, bitince hep beraber el çırptılar ve bu oyun defalarca devam etti. Büyüyorlar mı ne?
Arcayla barışmamızın şerefine güzel bir foto koyayım. Bu slingler için buraya bir TIK!! Arca 13 kilo ve hiç ağırlık hissetmeden taşıdım, yükü dağıtıyor sanırım. Arca da çok keyifliydi, dıgıdık dıgıdık yaptık bol bol.
Akşam arabaya binerken bu defa Arca Elayı yadırgamadı, hatta kendince Ela da geliyor mu diye yokladı, bir güzel uyudular.
Akşamı hiç umulmadık hayati bir tesadüf ile tamamladık. Hayatları bıraktıktan sonra normalde gitmeyeceğim bir yoldan eve ulaşmaya çalışıyorum, tam da öğlen yaşadığımız krizin geçtiği kavşağa geldim, öğlen durduğumuz yerin tam karşısındayım, ışığın yeşile dönmesini bekliyorum, kafamı gayriihtiyari sola çevirince bir de ne göreyim.... Arcanın ayıyogisi!!! Demek ki kavga sırasında Arca yere atmış ben de farketmemişim, yerde duruyor, kavşaktan dönüp gidip yerden aldım, pek pisti tabii şimdi çamaşır makinasında.(oraya nasıl geldi ve nasıl bu kadar kirlendi allah kerim, kuvvetle muhtemel köpekler sayesinde!!) Hayat sürprizlerle dolu!!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)