20 Nisan 2008 Pazar

jazz üzerine...

hayat dolu, çocuk ruhlu, olgun, bilge, sanat aşığı, sanatçı, avukat, anne, çılgın bediş, kahkahası duvarları çınlatan, kimseyi incitmeyen, bütün çocukların sevgilisi, durunun züüze teyzesi, annemin kıymetlisi, zühre...
zühre benim canım kuzenim, çocukluğumun rol modeli. sabahlara kadar sohbetlerin, kıkırdamaların, çiğdem çıtlatmaların ve daha birçok suçun tatlı ortağı.
çocukluğumuz kah anneannemlerin bağında, kah akhisar cami sokağıdaki evde, kah bizim yazlıkta birlikte geçti.
bildim bileli muhteşem bir müzik yeteneği vardı, üniversiteye girmeden önce konservatuar için şansını denedi, sonra hukuk okudu, okurken de müzikle ilişkisini hiç kesmedi, avukatken de. o şimdi istanbulda, belki de hayatta en çok istediği şeyi icra ediyor, anneliği...
araya giren mesafeler eski sohbetlerimizi azalttıysa da zühre uzakta yaşayan bir teyze kızı olmaktan çok her zaman ihtiyaç duyduğum bir dost...

Son günlede kitap okurken yada birşeylerle meşgul olurken digiturkun jazz ve blues kanallarına takılmaya başladığımı farkettim. ama anladığımdan değil, sadece hoşuma gittiği için... jazz denen bu engin denizde derinlere kulaç atacağım da hangi kıyısından ayağımı soksam bilemiyorum, işin içinden bir türlü çıkamıyorum. hani jazz-blues işinden anlasa anlasa zühre ablam anlar dedim, küçük bir mail attım derdimi anlattım, "el ver şu cahil kardeşine" deyiverdim.
ben sanatçı veya albüm isimlerinin olduğu bir liste beklerken züzeciim bana mektup yazmış, jazz nasıl anlatılır, yani herhalde böyle anlatılır. mektubun tamamını yazamayacağım da Charles Mingus ile ilgili kısımdan birkaç cümleyi vermeden geçemeyeceğim.
"Benim için kendisi bir insan olmayıp uzaylıdır. Hala müziğini ve armonik yapısını çözmek için üniversitelerde araştırmalar ve onun adına festivaller düzenlenmektedir.Son dönemdeki saksafoncusu Ricky Ford çok samimi arkadaşımdı. Mingus’ u dinlerken kendini uçuyor , dalıyor, pike yapıyor, uzayda , kamikazede yada başka bir yerde hissedebilir ve bu muhteşem duygunun hiçbir zaman bitmemesi için dua eder durursun. Uyuşturucu kullanmadım hiç ama Mingus insanın damarlarından hücrelerine yayılan ve tutku oluşturan bir zehir. Tedavi olamadan bırakılamayacak bir şey .Onun müziğinin kölesi olmak bile bir onur. Bunca cazcı arasında müziğini dinlerken beni bu kadar coşturan, ağlatan, Allah’ın yaratıcılığının bir suretini görmeme sebep olan bu adama aşığım, hayranım, vurgunum, kölesiyim… Onun hakkında saatlerce yazmak istiyorum. Müziğine, hayatına, dönemin ABD politikalarına muhalefetine, muhalefet şekline, kısacası onu Mingus yapan her şeye saygıyla eğiliyorum."
sonra ...
"...Şimdilik bunlarla başlayın. İnan bunları dinlemeye dolayısıyla cazı anlamaya başladığında daha da derinine inmeye çabalayacaksın. O noktada önüne açılacak bir sürü kapı gelecek. Her kapı aralandığında muhteşem hazinelerle karşılaşacaksın. Ucu bucağı olmayan bir deryadır caz. Keşfettikçe bu deryanın sonu olmadığını görecek ve onun bir kölesi olacaksın. Bu uzun yolculukta her ikinize de kolay gelsin der İYİ YOLCULUKLAR dilerimmmmmmm"

Mingusla başladım önce, sonra Bill Evans, Miles Davis, Chet Baker, tabii ki Ella Fitzgerald ile yola devam... Zühre bana hangi kıyılardan balıklama atlarım anlattı, ben şimdi enginlerdeyim, döner miyim bilmiyorum...

19 Nisan 2008 Cumartesi

Uyuz Oldum!

3 hafta önce İstanbula gitmiştim, toplantıdan sonra elvan, gülayşe ve emelle yemek yiyelim dedik. gülayşenin boşanma meselesi ve detaylar gecenin ana temasıydı. bu çok ciddi ve başka bir postun konusu olacak kadar önemli bi hadise... bu arada gece süperdi, sohbet öyle koyulaştı ki bi ara Sawyer mı Jack mi tartışmasına dönüştü. Eskiden sadece tuba sawyercı idi baktım hepsi hastası olmuşlar. ben hala Jackten yanayım tabii, bi ara yandaş bulamadım, garsonumuz neclaya da sorduk, nafile, ben tek tabanca kalmışım. dün akşam Beyaz Show'da sawyerı canlandıran Josh Halloway'in dediği gibi "Sawyer is for weekend, Jack is a keeper!!" ben de hala aynı fikirdeyim. Neyse konuyu dağıtmayalım, elvanın eve geldik, müthiş kaşınıyorum, ama öyle böyle değil! üşüdüğümde giydiğim elvanın tüylü hırkasına yorduk nitekim. Aradan birkaç gün geçti, ara sıra kaşıntı var ama ben umursamıyorum. Annem kaşındığımı farketti, yediğim birşey dokundu herhalde ile geçiştirdim. Ama bu yaşıma geldim, allerjinin yakınından geçmedim, bünyemin olayı değil.
Birkaç gün daha ve sonunda kaşıntıdan yerimde duramaz oldum!! ilker sürekli dalga geçiyor benle, uyuzsun diyor, kondurmuyorum. Benim hayvanlarla en yakın mesafem karşı kaldırımdır, dokunamam nitekim. Bilmiyorum tabii uyuzun hayvanlardan geçmediğini. Bit desen, kafam kaşınmıyor.
Neyse ofisten erken çıktım doğru hastaneye, doktor dedi ki " son 1-2 ay önce otelde kaldınız mı?" önce yok dedim sonra aklma geldi: Almanya ve şirketin misafirhanesi!! "hah" dedi doktor "uyuz kapmışsınız!!!" "hadi be yok artık, medenyitein beşiği almanya böyle mikropların ne işi var" bir taraftan da gülüyorum, ilker benle dalga geçecek diye de acayip bozuğum. hani 3 aylık ömrün kaldı dese bu kadar takmayacağım, ilkerin uyuz geyiği torunlarımıza kadar sürer.
ya bu uyuzun tedavisi 1 gecelik bişeymiş de benim evhamlarım yüzünden 3 gecelik losyon hazırlattık eczacıya. akşam yemeği yiyoruz, ilker benim bütün vücuduma sürüyor, 3 saat bekliyor, yıkanıyorum ama vazelinli ve de renkli bir losyon olduğundan 1 saatte ancak çıkıyor üzerimden. internetten araştırdım, bu uyuz yakın temasla geçermiş, yani ilkerde kesin mevcut ama adam kaşınmıyor ve buna daha da uyuz oluyorum. sonra aklma duru geldi, geçenlerde bizde kaldı, yatağımızda yattı, eyvah dedik ufaklık kesin kapmıştır, ablam hadiseye son derece makul yaklaştı, yada benim telaşım onu sindirdi bilemiyorum. internet araştırmasından sonra, doktoru aradım, fırça kaydım kendisine "ya bu uyuz acayip bulaşıcıymış, ilkerin de tedavi görmesi lazımmış, niye söylemiyorsun" diye, kadın "daha teşhis koymadık, sağda solda söylemeyin kimseye birşey" dedi, ilker de kaşınmıyor, tamamdır bu başka bişey herhalde diye rahatladım. aradan 3 gün geçti, doktora gittik yine, kesin uyuz demesiyle ilkeri kaşıntı tuttu. Güner ablayı 1 hafta arayla yine temizliğe çağırdık, akşamdan losyonumuzu sürdük birbirimize (bu defa evham filan dinlemedim, 1 gecelik tedaviye razı oldum)çarşafları değiştirdik, ertesi gün tekrar değiştirdik, bütün ev dip köşe temizlendi, son 1-2 haftadır giydiğimiz herşey yıkandı, kızgın ütü ile ütülendi, koltuklar, halılar silindi, elektrik süpürgesinin torbası bile değiştirildi ve sonunda eve hijyen geldi. evet buraya kadar yazılanların hepsi uyuz giren bir evde yapılması gerekenler, tabii bir de tüm ev halkı aynı tedaviyi olacak, bu çok önemli.
çocukken bir sevgi çocuğuydum, bağdaki ırgatların çocuklarını kuzenlerimden, kapıcı çocuklarını komşu çocuklardan ayırmaz hepsini sevgiyle kucaklardım. Nitekim ilkokuldan önce bitlendim, saçlar erkek traşı kesildi, sonra hayvan dostlarımı karşıdan sevebilmeme rağmen bir defa da pirelemiştim. Bu böceklerden bi uyuz kalmıştı, onu da kaptım, sanırım seri tamamlandı. Eve bu pislikleri hep ben getirdim. Ablam küçük bir prenses olduğundan bulaşıcı hastalık bile getirmez, benimkilerden nasibini alırdı.
son söz... elvanı arayıp yattığım çarşaflarıyıkamasını söylemem gerekti. koptu gülmekten!! çünkü her gelişimde yıkadığı çarşafları bu defa yıkamamış, benden sonra anneleri geldiğinde bişey olmaz diyerekten benimkilerde yatmış, yetmemiş, babası antalyaya döndüğünde annesi de nolcak çocukların çarşafında yatarım demiş o da yatmış. teşhis tam konmadan konuştuyduk kendisiyle, kesin uyuz olduğumdan habersiz " yok canım bişey dokunmuştur"la geçiştirmiş beni telkin etmişti, hala telefon edip de kesin uyuzmuşum diyemiyorum... kaşınmaya başladığında anlayacaktır, o, annesi, babası ....

13 Nisan 2008 Pazar

iyi kitap, iyi müzik


kitaplara gömülmüyorum, hayattan kopmuyorum ama bu aralar fırsat bulduğum her anı satır aralarında değerlendiriyorum. Portobello Cadısı, en çok okunan kitaplardan biri olduğu için kitaplığıma girdi. Paulo Coelho'nun meşhuuur Simyacısından sonra okuduğum ikinci kitabı. Kaybolmuş bir kadının kendini arayışının öyküsü. Dikkat çeken en önemli ayrıntı, Coelho'nun bir biyografi tarzında değil de, Athena'nın hayatından geçmiş kişilerin gözü ile Athena'nın hayat hikayesini anlatması. Bu farklılık hikayeyi tekdüzelikten kurtarıyor. Athena'nın hayatından kesitler veren bu kişiler, ister istemez objektiflikten uzaklaşıyorlar, kendi bakış açılarını, yorumlarını katıyorlar, böylece Athena'yı çok farklı noktalardan yakalayabiliyorsunuz. Athena gibi kendini arayış yolculuğunda başkaldıranların ve gerçekleri haykıranların hemen her çağda olduğu gibi, günümüzde de nasıl bedeller ödediklerine şahit oluyoruz. Kısacası Portobello Casıdı "Şu gel geç ömrümüzde amacımız mutlu olmaksa, kendimiz olmak adına bazı bedeller ödemeyi göze almalıyız" diyor. Haksız da değil hani!!

Hasta olduğum haftasonu Orçun+Gül+Zeynep+Tufan dörtlüsü Kordona bira içmeye gittiler. Equador diye bir mekanda sohbet edebilmek için dışarıda oturmuşlar ama içede çalan müziğe hasta olmuşlar. Hemen bu haftaya rezervasyon yaptılar.
Akşam 7'de gittik, maç izlendi, yemekle yendi, biralar yuvarlandı. sonunda müzik başladı. Tek kelime ile kalite... Saksafonda Erdoğan'a süper tezahurat yaptık, ne de olsa İlknur'un arkadaşı... Gitar ve vokal de şahaneydi. Kendimizden geçtik diyebilirim. Servis de iyiydi, salsa yapan garsonlar vardı. Zaten bazı akşamlar salsa geceleri düzenleniyormuş. Fiyatlar da müziğin kalitesini hesaba katınca öyle aman aman değil... Kordonda öyle mekanlar var ki, çakkıdı gençliği omuz omuza, gürültüden iki çift laf edilmiyor. hani maksat muhabbetse dışarıda oturulur ama iyi müzik için Equador'a gidiyoruz bundan böyle.

11 Nisan 2008 Cuma

hani neler yapasım var da...

Sabah büyük patron telefon etti, birkaç gün önceki basın toplantısını gazatelerde okuyup okumadığımı sordu. "yok dün gazete almadım..." derken yutkundum. yani bir insan nasıl gazete okumaya fırsat bulamaz?? memleket meselelerini NTV radyodan yarım kulak dinlemekle olmuyor.
kızıyorum kendime... hani neler yapasım var, var da listesini bile çıkardım ama serde tembellik...
sabah yarım saat erken kalk, kahvaltını yaparken günlük gazeteleri karıştır olmadı ofise vardığında aç interneti az dolan siteleri, değil mi ya?
yok atlı koşturuyor ya ardından, yada madalya takacaklar ya zat-ı alilerine, yeliz insanı deli gibi çalışmaya gömülüyor.
biraz daha az çikolata ye biraz spor namına bişeyler yap!! tembellik spora gelince tavan yapıyor da magnum deyince bitiveriyorum buzdolabının başında.
çok mu keyfin kaçtı, aç bloğunu, iki satır yaz rahatla... içinden bişey gelmiyorsa, at kendini komşu bloglara, başka dünyaların insanı ol!!
eve taze çiçekler al, hep ilkerden bekleme!!
dünya kadar dvd var evde, yayıp "var mısın yok musun"a takılacağına tak dvd playera bak dalgana!!!
biraz kendine bak,manikür pedikür yaptır, en son ne zaman yaptırdığını unutmayacağın sıklıkta yaptır ki ellerin yaratığınkine benzemesin!!

paraya kıy, kendine güzel ciciler al ki, mutlu olasın!!
sevdiklerine ufak tefek hediyeler al, dansa git...
...
...
...

5 Nisan 2008 Cumartesi

hasta oldum sonunda:)

Araya iki hafta girmiş buralara birşeyler yazmayalı. Hani "günün çorbası" diyorum ya ilgisi yok olsa olsa haftanın menüsü filan olur benim blog. Aslıcini bile ne zamandır yoklamammışım blogunu değiştirmiş ayrıca sevgili blog arkadaşım simgeye geçmiş olsun dilekleri için teşekkür ediyorum naçizane satırlarımdan.
Yazık ki sonunda şifayı kaptım. Üstelik geçen haftasonuydu, kordon+bira+patates , arkadaşlarda akşam yemeği, havuza gitmek ve ütü - temizlik yapmak gibi çok sayıda aktiviteyi askıya almak zorunda kaldım. Halbuki haftasonları bunlarsız neye benzer ki?
Antibiyotik ve ağrı kesicileri listeden çıkarınca geriye sadece doğal yollarla tedavi kaldı. İşte tam bu noktada devreye büyücü baba lakaplı cancan kocam ve sihirli iksirleri girdi. İksirin halk - daha doğrusu İzmir gençliği - arasında bilinen adı "ATOM". Önce içindekileri sıralayalım, havuç, elma, portakal, süt, bal, muz, fındık.... ve daha niceleri evin çok teferruatlı edavatlarından olması dolayısı ile pek de rağbet görmeyen ama çok para sayıldığı için de "kullanmıyoruz" denemeyen katı meyva sıkacağı, C vitamini aygıtı portakal sıkacağı ile her çorbanın arkadaşı blender (muz+ süt+fındık için yardımı meyva suyu haline getirilp ile bir sürahide depo , ardından kocaman bira bardaklarına pay , son hamle olarak da bir pipet ilave edilir, derken - aman vitaminler kaybolmasın - endişesiyle hızlıca tüketilir. Bundan 2 bira bardağı gribe iyi, mideye kötü gelir. Sonuç? grip illetine galip gelen çorbacı güzeli, 2 günlük İstanbul seyahatine canavar gibi hazırdır!!!

23 Mart 2008 Pazar

"kesin hasta oluyorum" tatili

perşembe... geçen yıldan kalan izinlerimi kullanıyorum, tanrım birgün önceki yoğunluktan sonra ne müthiş huzur... öğleye kadar sadece yayıldım, akşama kadar ilkerle alsancakta kendilerine ayakkabı baktık! kadın ayakkabıları konusunda kitap yazabilecek zevke sahip bu fetiş sahibi insan, kendine ayakkabı bakmaya gelince çuvallıyor. saatlerce arandık, bir dükkana 3 defa girdik ama sonunda aldık. bu bizi bi süre idare eder kanımca. ben ?? aman ne diyosun, önce onun işini bitirelim de ben ne zaman olsa bakarım, zaten kadın ayakkabılarıyla daha fazla ilgilendiğinden şimdiden gözüme kestirdiğim birkaç çift oldu bile. akşam yer cücesine somon balığı hakkında türlü hikayelerle yedirmeyi başadık. Allah baba somonu çocuklar yesin diye yaratmış... kılçıksız.. hem bak pembe pembe... yeliz de hiç sevmezdi ama tadınca çok beğendi... veee... bi dilim somon mideye indi, tarif alındı anneye derhal iletildi. gecenin ilerleyen saatlerinde benim bildik replik sahnedeydi: " ben çok feci hasta oluyorum, first defence lazım!!!" bu yıl hiç hasta olmadım diye böbürleniyordum, hem de etrafımda sürekli hasta olan birileri varken... hep kıyısından döndüm griplerin, first defence, portakal suyu, vitamin, elimden ne geliyorsa yaptım ama buraya kadar mı acaba?

cuma... yer cücesi yoğun yağış altında okula cebrenve hile ile ikna edilerek bırakıldı. öğlen annesiyle agoraya gidildi, küçük hanım kırılmasınlar diye ciciler alındı.
cumartesi... tüm planlar değişti. Rana çalışmadığından bize katılmaktan biz de alsancaka gitmekten vazgeçtik. Gizemle sahilde güzel bir yemek üzerine uzun bir yürüyüş yaptık. sonra market alışverişi ve akşam üzeri yine "hasta oluyorum" sinyalleri... birgün önce ablamla dışarıdayken ilker dreamgirls filmini izlemiş moviemax te. bana geldiğimde birkaç şarkısını dinletmişti, nasıl canım çekti ama annemlere gideceğiz diye izleyemedim dvd den.
hazır ilker henüz şantiyeden dönmemiş ve de hasta olmak üzereyken bari battaniyemi kahvemi alıp dreamgirls izleyeyim dedim. Süper film!! bir müzikalden aradığım herşey vardı. Hem öyle sıkmadan. Jennifer Hudson haklı bir ödül almış, sonra Eddie Murphy'den tut da Danny Glover'a kadar her rol her oyuncunun üzerine tam oturmuş. Akşam arkadaşlar aradı, kordona gidelim diye. Biraver, 5 dost, kordon, tabiki dışarıda oturduk, muhabbetlerin en derinine daldık, körfezden çıktık. akşam yatağa nasıl gittiğimi hatırlamıyorum, yine hastalıktan yırttım diye geçirdim içimden.
pazar... küçük kaçamağın son günü... taze ekmekli zeytinyağlı kahvaltı, mis gibi çay... ilker kahvaltı sofrasından kendinden beklenmeyecek bir teklifte bulundu.. "yürüyüş yapalım sahilde" "neeee" tabi fikir değiştirmemesi için hemen hazırlandım, 9 km yürükdük, ilknurlarda soluklandık, bacak ağrıları elimizde eve döndük...

ilker maç izliyor, yemekler pişti, şimdi biraz bloglarda gezinme, can dostlara mail atma zamanı... ve mendil elimde, burnum şıp şıp, bu defa kesin hasta oluyorum...

25 Şubat 2008 Pazartesi

Anıkolik


iyi bir kitap herşeydir, vaktin nasıl geçtiğini anlamayacağın türden bir kitapsa elindeki yalnız seyahatleri bile iple çekersin. Vakitsizlikten bir türlü ilerleyemediğim bir kitap için aktarmalı uçuşlar en ideali. Anıkolik'in hikayesi de işte böyle... Çok önceden Ayşe Arman bir yazısında Anıkolik'i şiddetle tavsiye ediyordu. "Confessions of a memory eater" yani bir anı yiyicisinin itirafları kitabın orijinal adı. Bizimkiler Anıkolik demişler. Ayşe Arman'ın tavsiyesi üzerine daha önce 1-2 kitap beğenmişliğim olduğundan bu kitabı edinmekte tereddüt etmedim. Ama son zamanlardaki yoğunlukla bir türlü konsantre olamamıştım kitaba. Neyse ki karlı İstanbula gidiş oradan rötarlı Almanya seyahati sayesinde bitirebildim kitabı ve burada yazacak kadar beğendim.
Şimdi biraz kitap... Elinizde bir hap var ve yuttuğunuzda geçmişte istediğiniz bir anıya yolculuk edebiliyorsunuz. Bir bakıma zamanın efendisisiniz. Hele de hayatınızdan mutsuz, gelecekten umutsuz bir tipseniz geçmişte yaşamak yaralarınızı sarıyor. Tabii geçici bir süre için, sonra mutlaka şimdiki zamanın depresifliğine geri dönüyorsunuz. Win de işinden eşinden şimdiki halinden son derece mutsuz bir akademisyen(tam burada anneannemin "Allah eşinizden işinizden güldürsün evladım" dualarını anmadan geçemeyeceğim), okul yıllarından tanıdığı eski bir arkadaşının telefonu ile hayatı değişiyor. İlaç işine giren arkadaşı, kendisine iş teklif ediyor. Geçmişine tutkuyla bağlı Win için bu hapı denemek hatta müptelası olmak işten değil. Ancak beni bu mutsuz orta yaşlı bunalımın hikayesinden çok Sue'nun yaşadıkları etkiledi. Kanser hastası bu genç kadın hapa sadece ömrünün son günlerini mutlu geçmişini bir film şeridi gibi izleyerek tamamlamak için ihtiyaç duyuyordu ve hapın hatta kitabın gerçek amacı bu mu olsaydı, Sue bu kitabın ana karakteri mi olsaydı demekten kendimi alamadım.
kitabın bir diğer etkileyici karakteri de Win'in ihmalkar karısıydı. Win'i aylar önce sanal olarak boşamış olması daha doğrusu üzerinde bu elbise ile kendinden emin duruşu etkileyici hikaye. Kadının, Win'in anılarında seviştikleri dakikalara gidişini tecavüz diye tepkilendirmesi bana abartılı gelmedi diyemeceğim.
Pagan Kennedy -sonradan araştırdığım kadarıyla - modern zamanların Çehovu olarak adlandırılıyor. Underground yazarın Türkçeye çevrilmiş ilk kitabı bu. Bende şiddetli seviyede yazar takıntısı olduğu için, kitabı bitirir bitirmez diğer eserlerini araştırdım ama bulamadım. Umarım en yakın zamanda açlığımı doyuracak birkaç kitabı daha türkçeye çevrilir.

23 Şubat 2008 Cumartesi

Tanrı Kent


yine bir film gecesi vardı dün. Bu defa her çift bir şişe kırmızı şarap getirdi, yeşil elmalarımızı dilimledik, kurulduk televizyon başına.
Bazen filmler daha önce izlediklerimizden oluyor ama olsun, bazı filmler defalarca izlense de bıkılmaz, aynı keyif her defasında aynı dozdadır. İşte "Tanrı Kent" bu filmlerden biri.
2002 yılının olay yaratan, yönetmenine haklı övgüler kazandıran bir film. Yönetmenin kurgu, içiçe geçmiş hikayeleri aktarmadaki başarısı tarif edilemez boyutlarda. Özellikle sonun başlangıcı olan ilk sahne - tavuğun kaçışı - hafızalardan kolay kolay silinmeyecek türden.
1960 larda başlayıp 1980 lere kadar süren Brezilya gettolarındaki çete savaşları, yaş sınırı tanımıyor. Çocuklar bırak ergenliği henüz 7-8 yaşlarında öldürmenin, hırsızlığın bilincine varıyorlar. Ve o gettonun çocuğu olup onlardan biri olmamaya çalışan zenci çocuğun gözünden, fotograf makinasından o hayatların hikayeleri dantel gibi işleniyor.
Haftabaşı Almanya macerasının üzerine, yığılmış işlerin yorgunluğu ve son olarak berbat bir cuma günü de eklenince cuma akşamından beklenti, haliyle yüksek oldu. Ama şarap, elma ve "Tanrı Kent" üçlüsü biraz da sohbet haftasonuna iyi bir başlangıç için yetti de arttı bile.
İzlemeyenlere şiddetle tavsiye...

12 Şubat 2008 Salı

Somon Fırın


Dönem dönem sağlıklı yemek yapma krizlerim ilkerin göbeği ile orantılı olarak artıyor. Bir boğa burcu erkeğine göre bile çok ciddi bir kırmızı et tüketimi var. Üstelik bu aralar "sigara içmiyor" olması da (sigarayı bıraktım demiyor kesinlikle) iştahında gözle görülür bir artışla sebep oluyor.
Çocukken evde haftanın en az 2-3 günü balık pişerdi ve ben çok severek yerdim. Barbun lezzeti ile tanışmam çocukluk yıllarıma rastlar. O zamanlar barbun boldu herhalde ki bizim eve çok sık girerdi. Sonra çipura, mezgit, levrek, palamut, çinekop... hepsini severek yerdim. İlker balığa çok düşkün olmayınca evlendiğimden beri çok seyrek yer oldum.
İlknurun işten ayrıldığı ilk günlerdi, yemek yapası gelmiş bizi de davet etti. Fırında somon çok lezzetliydi. Tabi bir kadeh buz gibi beyaz Angoranın eşliğinde en dip detayları anlattırdım, Emre ve İlknura. Ben birilerine yemek tarifi vermekten de birilerinden bazı yemekleri öğrenmekten de acayip keyif alıyorum. Sohbet konusunun yemek olması beni cezbediyor, demek daha doğru olur salında. Somon fırın, hem kolay hazırlanışı, hem doyuruculuğu hem de sayısız faydası sebebi ile denenecekler listesinde "1 numarası"na derhal yerleşti.

Her zamanki gibi son derece kolay hazırlanan bir yemek, evi kokutmuyor ve yemek davetlerinde gerek sunumu gerekse lezzeti sebebi ile tercih edilebilir. Zira Elvanın anneleri geldiğinde 10 kişilik hazırlamıştım, uzun süre iltifatlara maruz kaldım. Marketlerde dilim dilim satılıyor ama filetosunu bulursanız, kılçıksız olduğundan daha kolay yeniyor. Bir de Norveç somonu daha lezzetli, yani iş damak tadına gelince "yerli malı türkün malı"nda ısrar olmuyor maalesef.

Az laf, çok iş...


Neler lazım?
- somon dilim veya fileto (kişi başı 1 adet)
- marinesi için 1 bardak süt ve birkaç diş sarımsak
- isterseniz çok çok az zeytinyağı, ama ben hiç koymuyorum çünkü somon çok yağlı bir balık

Nasıl yapıyoruz?
- Marine etmek için sarımsakları incecik rendeleyip, geniş bir kapta süt ile karıştırıyoruz.
- Somonları bu karışıma yatırıyoruz. 6-7 saat ara sıra ters yüz ederek buzdolabında bekletiyoruz.
- Fırın tepsisine yağlı kağıt seriyoruz, önceden 200 C de ısıtılmış fırında 20 dakika kadar pişiriyoruz.

Yanında salata ve beyaz şarapla bu kolay yemek kısa sürede ziyafete dönüşüyor.

10 Şubat 2008 Pazar

pesto nefisto



Hayatımda hiç pesto soslu makarna yemedim. Tadını bilmiyorum ama deliler gibi canım çekiyor, nasıl oluyorsa:) İnternetten araştırdım, malzemelerini öğrendim. Hazırlığını en az 3 aydır yapıyorum.

3 ay önce İlkerin Uşaktaki halasından bir saksı fesleğen alırken kendimi açıklama yapmak zorunda hissettim :”Pesto sos yapacağım da...” İlkerin “nasıl yani??” bakışını unutamıyorum. Sonra her markete gittiğimizde çam fıstıklarının promosyonlarını bekledim, ne pahalı şeymiş onlar öyle...

vee.. tüm malzemelerin elimde olduğu akşam tamam!! Dedim şimdi pesto zamanı..

Neler lazım?
- 1 demet taze fesleğen,
- zeytinyağı (yarım çay bardağı)
- 1 avuç çam fıstığı
- 2 diş sarımsak
- 100 gr krema
- üzerine kaşar yada mozarella peynir rendesi

Nasıl yapıyoruz?
- fesleğen zeytinyağı, fıstığı rondoya koyuyoruz, sarımsakları da dövüp ilave ediyoruz, en az 3-4 defa çektiriyoruz, karışım yemyeşil bir püre halini alıyor.
- Evde hazırladığım yumurtalı erişteyi kullandım makarna olarak ama hangisi olsa, yakışır.
- Makarnayı süzdürdükten sonra kremayla birlikte karıştırıyoruz, peynir rendesini ilave ediyoruz.

Peynirler eriyor ve dayanamayarak bir tabağı mideye indiriyoruz. Pesto nefisto bişey ama bence biraz ağır... Tabii bu biraz da damak tadıyla alakalı bir mevzu.. Zira ben makarnanın sosunda domates, biber, acımsı bir iştah kabartıcılık ararım, pek benim tarzım değildi kabul etmem lazım. Ama makarnanın kremalısına dayanamayan ilker acayip beğendi.

6 Şubat 2008 Çarşamba

yarın heryerde

Onunla ilk tanışmam 10 yaşındayken İstanbula gittiğimde oldu. İzmirde kimsede görmemiştim. Anneannem sadece başına eşarp takar, öyle saçım göründüydü endişesi de taşımazdı. Zaten saçları beyazlayınca takmaya başladığını anlatırdı, gümüşi saçlarının ne ayıbı vardı hiç sormadım. Bir de annemin 30 yıllık bir arkadaşı vardı, ama evde ve düğün gibi sosyal topluluklarda mutlaka çıkarırdı başörtüsünü. İstanbulda gördüğüm manzara karşısıda korktuğumu hatırlıyorum, Atatürk'ün kılık kıyafet devrimine ne olmuştu? Türkiye'nin bu en büyük şehrinde insanlar nasıl türban takabiliyordu? Burası Anadolu'nun ücra bir kasabası değildi ki... Sonraları ablamdan üniversitede bir arkadaşına türban takması karşılığı ev tutulduğunu, cebinin para gördüğünü öğrenmiştim. Yıllar geçtikçe televizyonda makyajlı türbanlılar görünmeye başladı, önceleri sadece TGRT de sonra hemen her kanalda. Ve tabii medeni duruşuyla övündüğüm İzmirimin kimi semtleri de tanıştı onunla.
Ben İstanbula okumaya gittim, bizimki İTÜ makina, okulun %90 ı erkek, kızların arasında 2 türbanlı vardı o zamanlar. Biri İlkerin sınıf arkadaşı, birgün dekanımız onu yanına çağırdı ve artık türbanını okulda takmaması gerektiğini söyledi. O da hayatımda gördüğüm en gösterişli perukla okula gelmeye başladı.(!)
Yine üniversite yıllarında Merve Kavakçı olayı patlak verdi. Türban gündeme oturdu cuk diye. Hatta hiç unutmam İstiklal caddesinde yürürken bir gençlik programının sokak ropörtajına katılmıştım. Fikirlerimi sormuşlardı. "Ben nasıl mini etekle, kadın kameraman gibi çorapsız meclise giremiyorsam, o da girmeyecek!!" demiştim.
Geçen yıl yine bir Kore seyahatinde Ukraynalı bir hanımla sohbet etmiştik, yıllar geçmiş olmasına rağmen Merve Kavakçıyı unutmamıştı. Koyu bir Hristiyan olduğu boynunda taşıdığı haçtan anlaşılan bayana dedim ki; "siz dua ederken başınıza örtü takıyor musunuz?" " evet" "ama günlük hayatta takmanıza gerek var mı?" " yok" "Bu açıdan bizim dinimizin de sizinkinden farkı yok!!" Annem hayatımda gördüğüm en dindar insanlardan biridir, 5 vakit namaz kılar, cuma öğle saatlerinde ve kandillerde yasin okur, orucunu aksatmaz. Bunun yanında asla türban takmaz, onu bırak, denize girer, ve her zaman "ibadet 4 duvar arasındadır!!" der. Evlerinin müteahit ailesinin tüm gelinleri türbanlıydı, en küçüğü öğretmendi ve başı açıktı. Birgün onunla ve eşi ile karşılaştık, adam "nasıl yakışmış mı?" diye genç kadının türbanını gösterdi anneme. Annem çıldırdı tabii, "iyi düşündün mü? bunlar mı seni zorladı, sen öğretmensin!" diye kocayı görmezden gelerek kıza bir süre yüklendi ama sonunda omuzları düştü, "olan olmuş!"
Türbanı ilk gördüğümden bu yana 20 yıl geçti ve Türkiyenin başından türlü olaylar ,oyunlar... Şimdi heryerde ve bugün radyoda duyduğuma göre ocak ayında 1 numara olarak gündemin zirvesinde.
İlk iktidar dönemlerinde türban konusunda hiçbir çalışmaya yapmayan ve Temmuz seçimleri öncesi kelimeyi ağzına almayan hükümet şimdi anayasayı değiştirme yolunda.
Son olarak AKP nin bu girişimi sebebi ile kapatma davası ile karşı karşıya kalacağının sinyalleri veriliyor.
Bez parçası bugün üniversitelerde yarın heryerde... Gidiş iyi gidiş değil hem de hiç!!!

3 Şubat 2008 Pazar

herkes yemek yapabilir!!


Ratatouille eğlenceli, keyifli, üstelik en iyi orijinal senaryo dalında oscar adayı! ve ödülü alması şiddetle muhtemel!! Hani diyorum ki "Blade Runner"a tepkileri hala devam eden, "Jacket"da konsantrasyonu sıfıra inen bazı arkadaşlar beğendi bu filmi. Demek ki muhteşem!!!
... ve film hakkında son söz : son zamanlarda tek oyunu yemek yapmak olan -teyzesine çekmiş- Duru ile birlikte mutlaka tekrar izlenecek.

Filmin çıkış noktası neymiş ? "Herkes yemek yapabilir!!" Elbette, yemek yapmaktan zevk almak suretiyle herkes yemek yapabilir, aksi halde pişirdikleri gıda maddesinden öteye geçmez.

yemek yapmanın zorunluluk olduğu haller de dahil olmak üzere her türlüsünden inanılmaz keyif alan bendeniz, yiyenlerin aldığı zevki izlemekten de garip bir haz duyarım. Hazır Ratatouille'un "Herkes yemek yapabilir!!" sloganını ilke edinmişken neden uğraştırıcı gibi görünen bir yemeğin kolay yapılışını paylaşmayayım ki?

Bu bir arasıcak aslında. Yani bir ziyafet veriyorsunuz, çorbanız ve de ana yemeğiniz tamam, bunların arasına sebzeli tavuklu krep servisi hoş bir süpriz olur!!!


Krebiydi, beşamel sosuydu, hep uğraştırıcı işler diye bu yemeği yapmaya üşenenlere, knorr un beşamel sosu ile Dr. Qetkerin krep karışımını şiddetle öneriririm.
Malzemeler:
- 2 kabak, 2 havuç, 400 gr mantar
- yarım haşlanmış tavuk göğüs
- Dr. Qetkerin krep karışımı
- 1 paket knorr beşamel sos
- kaşar peyniri rendesi

Hazırlanışı:
- Sebzeleri ince şeritler halinde doğrayalım. Mantarları dörde bölelim.
- Wok ta kızgın mısırözü yağında sebzeleri sotelerken, diğer tarafta krepi ve beşamel sosu hazırlayalım.
- Sebzeler sotelendikten sonra tiftilmiş tavuğu ve beşamel sosun yarısını ilave edelim.
- Bu arada diğer ocakta krepleri pişirelim.
- Karışımı kreplere bölüştürelim ve dürüm haline getirdikten sonra fırın kabına dizelim.
- Sosun kalanını kreplerin üzerine ilave edelim, sonrasında da rendelenmiş kaşarları.
- 200 C de önceden ısıtılmış fırında kaşarlar eriyene kadar pişirelim.

Şefin tavsiyesi : Ana yemek olarak tercih edilirse yanına mevsim salata yakışır.

27 Ocak 2008 Pazar

Sarışın ?? artık değilim!!!

Doğduğumda altın sarısı saçlarım seneler geçtikçe bal rengine dönüştü. Ve üniversite yıllarında gölge attırmakla başlayan sarışınlık serüveni, üst üste röfleler ve İlkerin yoğun beğenileri ile tekrar bebek sarısına doğru “U” dönüşü yaptı. Sarışınlık güzeldir güzeldir de herkesin saçları röflelenmeye başladığında sıkmaya başlar. İşte sıkmaya başladığının ilk günlerinde çevremde saçlarımın eski rengine döndürmeye yönelik kamuoyu araştırması yapmaya başlamıştım. Genel kanı “HAYIIIIR!!!” yönündeydi. Özellikle İlkerin, babamın ve bilumum eşraf erkeklerin… Erkeklerin sarışın takıntısı görülmemiş şeydir. Sokaktaki saçı sarı boyalı her 4 kadının 3 ünde koca baskısı vardır, eminim. Sonra kuaförler… Gerçek saç rengi üzerine röfle atmaya bayılan, ortaya çıkan tonların hastası olan bu meslek grubu benim saç rengimde birinin röfleden başka bir işleme ilgi duymasına tepki gösterirler. İstanbuldaki kuaförüm Canerin kulakları çınlasın, kaç defa boyatmak üzere oturduğum koltuktan daha bir sarışın kalktığımı saymadım. İzmirde edindiğim yeni kuaförümün benzer tepkileri, İlkerin bu adamları tenhada sıkıştırıp tembihlediğinden şüphelenmeme neden olmaya başlamıştı. Ancak beni bu işten caydıran Tuba oldu. Çünkü kendisinin saçları ve geldiği aşama benimkinin benzeridir ve benden önce koyu saç sevdasına tutulup ufak bir deneme yapmış, anında pişman olup sarışınlığa geri dönmüş. Aman!! Derdi bana .. Alışamıyorsun, kötü oluyor… Bu beni frenletmeye yetmişti. Ama en çok röfleden sonra İlkerin hayran hayran saçlarımı seyredişi, okşayışı beni bu önemli karardan alıkoyuyordu. Şimdi arkama dönüp baktığımda en az 2 yıldır bu koyulaştırma derdinde olduğumu görüyorum.

Hani kadın milleti hayatında bir şeylerin ters gittiğini düşündüğünde veya değişikliğe ihtiyaç duyduğunda gider saçını boyatır veya kestirir ya, benimki onlardan değildi. Yıllarca bilinçaltıma yerleştirmişim kumrallığı. Alttan alttan ilkeri de hazırlamaya çalışıyorum, nuh diyor peygamber demiyor… beni caydırmak için her yolu deniyor. Ama sonunda ikna oldu gibi gibi… çok damardan yakaladım kendisini… o biliyor…
O gün bugündü!! Sabah Termale gittim, yürüyüş yaptım, üstüne havuza girdim ve saunaya… Öğleden sonra Alsancak’ta Gizem ve Ranayla buluşacağım ya öncesinde bu işi bitirmeli ve ilk tepkileri İlkerden değil kızlardan almalıyım düşüncesindeyim. Kuaförüm Ömürün karşısına dikildim: “ Radikal bir karar aldım, saçımı boyatacağım, kararlıyım!!!” beni vazgeçirmeye çalışmadı ama saçımı boyarken “ah bu tona boya atılır mı?” “ ah insanlar ne paralar veriyorlar bu renk için” türünden cümlelerini eşinin saçını boyattığında yaşadığı hayalkırıklığı anıları ile süsledi. Bir an ağlamaklı oldu bile diyebilirim. Ve itiraf etmeliyim, içimden bildiğim bütün duaları okudum, yeter ki pişman olmayayım diye.
Evet efendim şimdi kumralım!!! Evet garip hissediyorum sürekli aynaya bakıyorum, Ömür saçlarımı keserken kafanı çevir diyor benim gözüm hala aynada… Ama güzel oldum be!!! Yani en azından çirkin olmadım Bilinçaltımı öyle bilinçlendirmişim ki kumrallığa korktuğum başıma gelmedi. Hemen ilkeri aradım. “ben vazgeçersin ya da vazgeçirilirsin diye ummuştum, içimde hala umut vardı yani sen şimdi kumral mısın?” dedi. Evet biliyorum fena ama en azından alışması gerektiğini biliyor yani bir süreliğine karısını başka kadınla aldattığını farz ediverecek, falan filan…. Kızlarla buluştuk, şok oldular ama çok beğendiler. Öncekinin fazla sarı olduğunu ve yaşlı gösterdiğini söylediler. İki güzel ve bakımlı kızın görüşleri biraz kendime güvenimi yerine getirdi. Eve geldiğimde İlker garipsedi!! Ama beğenmemek değil sanırım, beğenmese söyler, acımaz!! Sadece alışması zaman alacak! Ben mi? Ben alıştım bile hatta hoşuma gitmeye bile başladı!!!

İşte böyle… Şimdi kumralım ve bakalım ne zaman tekrar sarışın olma hayallerine dalacağım? Bilmiyorum ama değişiklik her şeye rağmen güzel…

Yaşasın Facebook!!!

İtiraf etmeliyim, son günlerde bana genç gösterdiğimi ima eden herhangi bir davranış beni acayip mutlu ediyor. Oysa küçükken yaşımın küçük göstermesine inanılmaz bozulurdum da babamın “bodur tavuk her zaman piliçtir” lafıyla teselli bulurdum. Yaş 30’a yaklaştıkça insanda “yaşlanıyor muyum” sinyalleri çalmaya başlıyor. Ve bir gün kent kartınızı uzattığınızda gişedeki kadın “öğrenci mi?” diye sorduğunda yada en az 10 yıl görüşmediğiniz birileri üst üste birkaç defa “HİÇ DEĞİŞMEMİŞSİN!!!” dediğinde, kocaman bir gülümseme kaplıyor yüzünü ve o gün önüne gelene anlatıyorsun çok önemli bir hadiseymiş gibi. Halbuki ben hala kendimi genç hissetmekle övünür, genç olduğumu düşünür(d)üm. Meğer yaşlanmak, işte böyle birilerinin genç göstermenizi övmesine sevinmekmiş.

Tabii sadece o da değil, kırışıklık kremlerinden bahsetmek, lisedekilerle toplanıp da 15 sene öncesinin muhabbetlerini yapmak, çocuğu olanlara artık şaşırmamak da yaşlanmaya başlamanın belirtileri...

Lisedekiler demişken, facebook denen ulvi teknolojik vesile ile bulduk birbirimizi seneler sonra... O zamanlar yok tabii öyle cep telefonu, e-mail adresi... hepimiz farklı şehirlere okumaya gittik, hayatın içinde kaybolduk. Benim için hala görüştüğüm deniz ve zeynep dışında kimseler kalmamıştı izmirden, özel türkten...

Facebook için son birkaç aydır köşe yazıları, haberler, radyo televizyonda söyleşiler aldı başını gidiyor. Herkesin söyleyeceği bir şeyleri var bu site hakkında, benim de birkaç kelam etmem kaçınılmaz oldu.

Kimi bunun sanal alemdeki diğer arkadaşlık siteleriyle bir tutuyor, kimi “ya ne gerek var, benim hayatımdan bile isteye çıkardığım insanlarla tekrar görüşmeye hiç ihtiyacım yok” diyor, kimi kaptırmış sanal bahçe akvaryum yapmış, kimi ne kadar arkadaş o kadar bonus misali önüne geleni eklemiş listesine, hatta tanımadıklarına bile “friend request” gönderiyor, vesaire vesaire...

Elbette ki amacına göre faydası göreceli, ben kendi payıma ortaokul ve liseden izini kaybettiğim arkadaşlarımdan haberdar olmanın tadını çıkarıyorum. Ortaokuldan Rana ve Gizemle buluştuk, görüşmeye devam, cumartesi öğle yemeği yedik yine Gizemle, mekanımız Reci’s. Hatta ilkokuldan İstemihan da son yarım saatine katıldı, birlikte kahve içtik. Çok eskilere gittik, birbirimizin saçını çektiğimiz, yakalamaç oynadığımız günlere… Üç saat nasıl geçti anlamadım.

Bu arada lisedekilerle fasıl gecesinde ve de kahvaltıda toplandık. Kendimize facebook’ta bir grup kurduk, haberleşiyoruz. Kızlar kendi aramızda toplanmanın planlarını yaptık. Belli mi olur belki bu toplantılar, annelerimizin günleri gibi yıllar sürer.

Ama işte o kadar... yani yok vampirmiş, yok akvaryummuş, yok rakı sofrasıymış, beni öyle sanal muhabbetler açmıyor. İlker’in facebook hevesi kaçtı gibi gibi... Benimki dostların fotoğraflarına bakıp lisedekilerle kurduğumuz grubun muhabbetlerine takılmakla sınırlı. Bugün yarın o da geçer elbet.

Ama ne oldu? Yıllarca görmediğim insanların hayatlarının bir parçası oluyorum ve onlar da benimkinin. İşte sırf bu yüzden ben kendi hesabıma “yaşasın facebook” diyorum, diğerlerini bilemem!

Hah bu resimdeki arkadaş da Mark Zuckerberg, facebook yaratıcısı velet!! Kendisi pek tabii zengin bir şahsiyet olmuş bizlerin sayesinde, biz de onun sayesinde arkadaşlarımıza kavuştuk, türk filmi tadında:)

kore

koreye gitmeden önceki gün canlarım deniz ve zeyneple buluştuk, ramazan ramazan kordonda bira-patates yaptık hem de 5 saat!!!
gülmekten, konuşmaktan çenelerimiz ağrıdı, deniz fireball mu ne öyle garip bir icat bulmuş kendine 3 gün çalışmış, gecenin sonunda ve biraların etkisiyle kordonun ortasında çalıştıklarını göstermesine izin verdik:)))

Dünyanın bi ucuna ille de gitmeye niyetliyseniz işte Kore ile ilgili birkaç faydalı not ve de izlenim:
- Yaz sonu tayfun mevsimidir mutlaka hava durumu kontrol edilmelidir:
koreye gideceğim gün maillerime şöyle bi bakayım dedim, o da ne! tayfun koreyi sarmış ve iç hat uçuşları iptal edilmiş, acil durum planına geçilmiş ki bu koreye indikten sonra 5-6 saatlik otobüs yolculuğu anlamına geliyor. neyseki ben seule indiğimde tayfun filan kalmamıştı.

- Bizim cep telefonları çalışmıyor, ya telefon kiralayacaksınız yada telefon kartlarıyla konuşacaksınız.

- Bir bayan arkadaş iyidir, keyifle gece geç vakitlere kadar gezilebilir, sokaklar güvenli olduğundan rahatsız eden bakan olmaz:
her yıl forum için koreye giderim, türkiye ortadoğu ülkesi sayıldığından kaldığım otelden, katıldığım seminerlere, seyahat ettiğim otobüse kadar tüm organizasyon araplarla geçer, ve takdir etmek gerekir ki bayan olmaz!! hep son 1-2 gün Avrupadan gelen bayanlarla sohbete başlayabilirim ki bu da çok kısa sürer!! bu seneye kadar hep böyle oldu, ama bu yıl RAHMA vardı!!! RAHMA 25 yaşında, Tunuslu bir makina mühendisi, bıcır bıcır hep gülümseyen, fransızcaya kaçan bozuk ingilizcesiyle sürekli konuşan acayip sevimli bir hatun. Bana 4 yıl önce ilk koreye gidişimdeki halimi hatırlattı. İşte Rahma bu:



TR ye dönüşte yanımda türkiyeyi tek başına gezmeye gelen bir Koreli bayan vardı, epey sohbet ettik, tarihi güzelliklerimizden öyle içtenlikle bahsetmişim ki hatun beni tarih öğretmeni sandı. Eh 1 haftalık koreden sonra memleket özleminden THY nin hosteslerine bile sarılasım gelmişken yurdum güzelliklerini pek tabii hasretle anacağım değil mi ya:)) uzun lafın kısası nasıl bu kadar güvenli bir ülke olabildiklerini sordum, Korede silah sadece asker ve polis tarafından taşınırmış. biz de her magandanın belinde bi tane var!!!

- Tanınıyoruz: Evet hangi koreliyle tanışsam ve de türküm desem acayip sıcak bir karşılamaya maruz kaldım. Kore savaşında verdiğimiz şehitlerin hatırına türkleri çok seviyorlar ve de bizlerden vize almıyorlar.

- SOJU mutlaka alınmalıdır : Soju, Korenin meşhuuur pirinç şarabı, yemekten önce tek atıyorsun , keyfin gıcır:) ama öyle freeshop a bırakmayın mutlaka marketlerden alın. çünkü marketlerde 1 USD civarında satılıyor, free shop ta dünya para vermenin alemi yok. e-mart a gittik, 5 şişe soju aldım, müslüman kardeşim Rahmayı biraz şaşırttım galiba:)

- Busan Paradise Otelinde 1 gece geçirilmelidir: Otel okyanusun kıyısında, manzara muhteşem, önünden upuzun bir yürüyüş-bisiklet parkuru geçiyor, odalar harika (dayanamadım fotorafını bile çektim.) ve Bulgar bir grup canlı müzik yapıyor ki mutlaka dinlenmeli.

- Okyanusa ayaklar sokulmalı : ama çok yaklaşılmamalıdır zira dalgalar kum dolu ve devasadır, bizim buraların denizine pek pek benzemez.

- Taksi müthiş ucuz: 10 USD ye şehrin bi ucundan öbür ucuna gidebilirsiniz.

- Mutlaka ama mutlaka GINSENG alınmalıdır: ama semt pazarından!!! çünkü lüks dükkanlarda kazıklamaya çalışıyorlar. O mucizevi kök bitkinin kendisini almayacaksınıız çünkü damak tadımızla uzaktan yakından alakası yok, iğrenç bişey. Bi de mutlaka en az 6 yıllık olanlarından alın, şarap gibi yıllanmışı makbul. Kapsülleri ve de çayı en iyi hediyeliktir. Gençleşmeye, zayıflamaya, ultra enerji gereksinimine birebir.

- GIMCHI denenebilir: gimchinin bildiğimiz lahana turşusundan pek farkı yok biraz daha acılısı... biz turşuyu ne zaman yeriz? kuru fasulye pilav bilemedin köfteyle. bu koreli kardeşler her allahın öğünü yiyorlar, dünyada sadece Korede özel gimchi buzdolapları imal ediliyormuş, b.kunu çıkarmışlar gimchi olayının. yani kısacası denenbilir ama abartılması önerilmez

- Kahveleri berbattır: Eğer benim gibi seminer tarzı bir etkinlikle gidiyorsanız yanınıza poşet nescafe alın derim keza kahveleri bulaşık suyu gibi. ama sadece gezecekseniz sorun yok, şehirlerde köşe başı Starbucks:) Son gün otelin yakınında Starbucks gördüğümde küçük çapta bir çığlık atmışım Rahma "nooluyoruz" bakışı attı. Meğer Tunus'ta Starbucks yokmuş, sevincimi önce anlamadı, dükkana girip kahvelerimizi alınca hayatında içtiği en muhteşem kahve (türk kahvesinden sonra) olduğunu söyledi.

- Servis çooook yavaştır: tüm organizasyonu açık büfe şekline dönüştürmeleri son derece isabetli olmuş. Free geçen son günümüz tam bir felaketti. Öğle yemeği için lokantaya siparişlerimizi 1,5 saat öncesinden vermiş olmamıza rağmen servis gecikti. Az önceki Starbucks olayında dükkanda kimsecikler olmamasına rağmen 2 kahveyi tam 25 dakikada hazırladılar. Akşam otelde alakart yemek yaklaşık 2 saatte geldi ve son olarak akşam fancy bir restoranda yemek yemeğe giden diğer grup pub ta bize 12:30 da katılabildiler. kısacası herşey yeşil çay servis seremonisi kıvamında yapılıyor.

- Pazarlık şart: Semt pazarına gittik Rahmayla, 3 saat gezdik, 3-5 poşet bişey aldık ve bir araba pazarlık ettik ama iyi ettik.

- Korede evlerde yemek pişirme adeti pek yok; hatta ev yaşantısı bile pek yok, sokaklarda el arabalarında deniz mahsülleri pişirilip yeniyor, gece geç saatlere kadar herkes sokaklarda.


- WC lere dikkat: Bu tabii genel bi durum olmayabilir, biz Rahmayla çok sayıda WC macerası yaşadık ama en beteri Hyatt Otelinin Pub ında başımıza geldi. WC sırası beklerken Koreli - sarhoş olduğu herhalinden belli- lezbiyen bir hayat kadınının tacizine uğradık, az daha pazarlığa oturacaktı bizimle!!! hayır 30 olacak olmasam bi yaşıma daha girdim diyeceğim. Sonraki WC ziyaretlerimize bize eşlik eden Panamalı ve Meksikalı beyleri refakatçi yapmak zorunda kaldık.

- Changwon House ziyaret edilmeli: Changwon bir sanayi şehri ve bence kimse oraya gezmek için gitmez ama olur da yolunuz düşerse, Changwon House ilgi çekici bir mekan. Yüzlerce yıl önce inşaa edilmiş çok zengin bir ailenin evi, şimdi sadece müze olarak ve özel geceler için hizmet veriyor. Yeşil çay seromonisi hoş bir tecrübeydi ama acayip yavaaaş...



diğer ülkeler hakkında sahip olduğum birkaç bilgi ile veda ediyorum canlarım:
- Tunus şeriatla yönetiliyormuş ve birkaç yıl öncesine kadar sokakta başı kapalı gezmek yasakmış, şimdi yeni yeni kapanmaya başlamışlar.
- Şeriat kanunlarına göre zina ancak başkalarıyla evli 2 insanın cinsel ilişki halindeyken 4 kişi tarafından şahit olması halinde ceza haline geliyormuşki bu da teknik olarak mümkünatı neredeyse imkansız olduğundan pek öyle zina için taşlama cezası görülmüyormuş.
- Katolik aileler isterlerse erkek çocuklarını sünnet ettirebiliyorlarmış, ben cahilim galiba sadece Yahudi ve Müslümanlarda var sanıyordum.
- Meksika birası içtim içinde limon vardı, çok enteresan!! ve Migrosta da satılıyormuş daha dün öğrendim.
- USA yönetim de halk da hala Irak'ta yaptıklarını savunuyor : son akşam Amerikalı Melle sohbet ederken Irak'ı dokundurdum ve "hey men çok iyi yapıyoruz" şeklinde tepki verdi, Rahma Arap ve müslüman olarak neredeyse adamın üzerine atlayacaktı, tabii puba giderken Mel'i direkt kick out yaptık. çok zeki Amerikalı dostumuz tavrımızı anlamış sabah kahvaltıda yanımıza oturdu ve "ben Kuveyt Savaşına asker olarak katıldım, biz gitmesek Irak orayı ele geçirecekti, biz dengeleri koruyoruz" dedi yüzsüzce!!! ben düşüncelerimi sıraladım; ortadoğunun polisi misin kardeşim, sana mı düştü dengeleri sağlamak, herşeyi para için yapıyosun, pkk denen illeti hortlattınız, türkiyenin USA ya karşı sempatisi kalmadı, vs vs vs...
- Suudi Arabistanda kadınların araba kullanması yasakmış. Para cezası varmış. Bunun gibi pek çok ceza İrandakinden daha ağırmış.
- İranda evlerde herşey serbestmiş. Yani kadınlı erkekli, içkili partiler yapılır, sokağa çıktın mı kadın kısmısı örtünürmüş.
- İrandaki devrimden sonra alınan kararların pek çoğundan hükümetin kendisi de pişmanmış ama yiğitliğe b.k sürdüremediklerinden devam edip gidiyormuş.
- Macarcada ayakkabıya bizdeki gibi "pabuç" diyorlarmış.
vs.. vs...

--