Epeydir bekliyorduk, eli kulağındaydı.
Kulağımız radyoda, televizyonda.
Epeydir bekliyorduk, eli kulağındaydı.
Kulağımız radyoda, televizyonda.
Ben artık üzülemiyorum, hayır ya, üzülmüyorum! Kızıyorum, öfkemi içimde tutmakta zorlanıyorum.
Deprem oluyor, binalar insanları öldürüyor. Öyle o iş, deprem insan öldürse, bugün bir tane Japon kalmazdı hayatta. Hiç "adamlar depremle yaşamayı öğrenmiş" klişesine girmeyelim, sen de öğren! ben de öğreneyim. Öğrenelim kardeşim bu bizim gerçeğimiz. Dış cephesine mantolama yaptıracağımıza binamızın, depreme dayanıklılığını test ettirelim, yaşadığımız binayı sağlamlaştıralım.
Cinsiyet eşitsizliğine vurguyu kadınların hayattaki görünmezliği üzerine kurgulayan kitap, kimseyi suçlamıyor, kimseye sen kasıtlı yaptın demiyor ama "bir yerlerde bir veri eksiği var, ve bu veri eksikliği dünya nüfusunun yarısını yok saymanıza neden oluyor, bir silkinin, bir kendinize gelin, boşlukları doldurun mal mısınız oğlum siz! " diyor.
———————————————
Yasaklar öncesi son pandemi partisi gibi oldu ama çok önceden söz verdiğimiz arkadaşlarımızın rakı sofrasına davetliydik dün akşam. Pandeminin hemen öncesi Brüksel'e taşındılar, yasaktı, salgındı derken gidememiştik. Eşi çalışırken zamanını master yaparak değerlendirmek isteyen Özlem, proje grubu ile cinsiyet üzerine bir araştırma yaptığını söyleyince direkt atladım: "Invisible Women ! Mutlaka okumalısın!"
- huyum kurusun bir kitabı sevdiysem tüm sevdiklerim okusun istiyorum!-
Son bir haftadır burada salgın rakamları ikiye katladı, birer ikişer her ülkeden önlem artırım bilgileri geliyordu, bizim bura Avrupa’nın covid merkezi adeta! Pandemiye ayrılan yataklar da dolmuş.
Anlamıyorum, hani herkes de müthiş dikkatli nasıl oluyor da bu kadar yayılıyor? Altı ay öncesine göre daha çok test yapıldığı gerçeği durumu açıklamıyor, bir haftada bu nasıl bir patlama?
Blogcu anne Elif'in #yardımdeğilişbölümü konulu içeriklerini çok eğlenceli buluyorum, çok da yerinde. Onların ailesinden iki nüfus eksiğiz ama bu, ev işlerimizin daha az olduğu anlamına gelmiyor. Bir evde işbölümü adaletli pay edilmemişse, bir süre sonra isyan kaçınılmaz.
Elif'in bu konudaki içeriklerinin bir kısmını #görünmeyenevişleri oluşturuyor ki, ben en çok onları okurken eğleniyorum. Neden? Çünkü o işlerin büyük kısmını ben de görmüyorum :) Farkında bile değilim!
Mesela en son tezgah üstü bulaşıklığı paylaşmıştı, bulaşıklıkta biriken süzgeç, kesme tahtası, limonluk filan vardı, hani bulaşık makinasına koymazsın, sudan geçiverirsin. Ben de görmüyorum hem de hiç! hatta zamanla o bulaşıklık o eşyaların yeri haline geliyor, orada buluyorum (Bkz. aşağıda Madde5)
Bazı bazı muhterem kocamın bana tane tane anlatması gerekiyor:
Pazar sabah 09:16
Arca’yı maç öncesi hazırlıkları için bir saat erkenden sahaya getirdim, arabada bekliyorum. Arkadaşlarımızın evinde alçıpan yapmakta olan İlker’i almaya gideceğim saati bekliyorum, böylece maçı birlikte izleyebileceğiz.
Karşımdaki manzarayı bir dokunuşla ölümsüzleştirebilir, kimsenin değerli vaktini almadan buraya ya da daha iyisi instagram’a koyabilirim. Ama hayır zor yolu seçeceğim, tasvir edeceğim. Nihayetinde resim fittirmeye gelmediniz bu bloga.
Gözün alabildiği en uç noktaya kadar mısır tarlası, artık iyice kurudular. Burada pazara gitsen, koçan mısır bulamazsın ama yer gök tarla. Hayvan yemi içinmiş. Az önce yanımdan bir grup bisikletli geçti, ufukta fır fır dönen rüzgar tirbünlerine doğru gözden kayboldular. Gökyüzüne bakıyorum ve bulutları bile hareketlendiren korkunç bir rüzgar ... iyi ki en kışlık en kalın montumu almışım. Hah yağmur da başladı, tam oldu. İzmir’de denize giren atkadaşlarıma özenmiyorum hayır ama maç izlemek için de berbat bir hava.
Bizimkilerin takımını toparlayan bir kız vardı, savunmanın bel kemiği, yerinde oğlanları alaşağı edip topu kapan, sahaya hakim... efsane Febe. Anderlecht’e transfer oldu, iyi oldu da, olan bizimkilere oldu. Ha boyna yeniliyorlar. Dünkü maç 9-2. Bugün bakacağız...
Uzun uzun yazıp anlatasım var ama vaktim pek az. En nihayetinde bu bir “an itibariyle” yazısı.
En son geçen pazar yazmışım, çekimler filan. Yaptık ama sadece üçte birini ve sadece diğer arkadaşların bölümlerini, bana sıra bile gelmedi, topuklu ayakkabılarla bütün gün ayakta... tam rolüme gireceğim, bu defa da eksik videolar derken çekimi durdurduk. Ben bu çekim işini sevmedim, event olur günahıyla sevabıyla anlatır çıkarsın, biter. Çekim dediğin stop action yok cut oldu olmadı hadi bi daha! Ay şiştim. O iki buçuk saat süren dizileri sabah akşam çeken ekiplere allah kolaylık versin, hiç kolay değil.
Neyse gitmem lazım. Yirmi dakikada bu kadar oldu.
Biz çocukken pazar akşamı klasiği: Cenk Koray’ın kutulu yarışmasını müteakip yemekte balık, çamaşır, banyo şanslıysak Parliament sinema klübü idi...
Bu akşam bizim evin rutini maç.
Maçları seyircisiz oynuyorlar ama arka fonda tezahürat sesleri. Hayda! Niye ki millet bilmiyor mu seyircinin olmadığını, suni ambiyans çalışmalarında saçmalık!
Neyse benim kafam götürmüyor, attım kendimi çalışma odasına yine. Peynirim, cipsim biram... takılıyorum. Aslında kitap okuyacaktım ama kafam götürmüyor zira bütün hafta sonu sunum prova ettim, kafa binbeşyüz.
Geçen hafta sonu ortalama bir Belçikalının uğruna çok şeyler feda edebileceği muhteşem bir hava vardı. Hem de eylül sonu...
Belki hastalıktan muzdarip olduğumuzdandı, bilemiyorum, hiç de dışarıda vakit geçirmek istemedim. Hatta günün yarısını yatakta geçirmeye isyan bile etmedim. - bu arada test negatif çıktı, ki zaten biliyorduk ama dinletemedik doktora :) -
Bence ben artık sıcaktan, boğulmaktan hatta güneşten bile sıkılmışım. Dışarı çıksan maske takacaksın keyifsiz, evde oturunca da dışarıya bakıp iyice keyfin kaçıyor ay neyse şiştiydim yani...
Bu hafta sonu tam tersi! An itibariyle Arca’nın kursunun bitmesini bekliyoruz arabada, çılgın gibi bir yağmur var. 10 dereceye düşen hava sıcaklığı ve inanır mısın özlem duyduğum şey buymuş, enerjim yerine geldi.
Hani bazen diyorum ki, kışın kapıda olması, yağmurların yağacağını bilmek, ne bileyim hani kaçamayacağın bir köşeye sıkışmışken, tadını çıkarmaya mı meylediyor psikoloji? Hani o kaçınılmaza bir özlem duyarak kendini mi hazırlıyor?
Yok ya!
Ben resmen yağmurseverim, adım bile var: “pluviophile”, ne güzel bir kelime...
Bana iyi gelenleri cımbızla çekip çıkarmıyorum, bir bakıyorum oradalar. Sadece orada olduklarını görmek için biraz daha farklı bakmam lazım, nasıl diyorlar? Farkındalıklı?
Bir an bazı anlar böyle. Bir ışık yanıveriyor. Genelde bir imge ya da bir koku. Ekseriyetle koku.
Koku alabilmek bu günlerde başlı başına bir mutluluk kaynağı. Koku alıyorsanız, COVID olmadığınızı anlıyorsunuz mesela. En belirgin belirti bu zira. Ama konumuz o değil.
Domatesin bana nasıl da iyi geldiğini fark etmem için bostandaki domates fidelerinin koltuk dallarını budamam yeterli, yapraklarından elime sinen koku bana yaşadığımı hissettiriyor.
Nisan başı gibi yeşillendiğini ilk defa bu yıl fark ettiğim kavakların ilk yaprakları sararıp dökülmeye başladı. Bu coğrafyanın bir baharı bir de güzü güzel. Güz geliyor.
Güz, serin esen rüzgarını da, kısalan günlerini de, beraberinde getiriyor... Ve bu yıl ikinci dalga pandemisini de...
Pazartesi, pastırma sıcağı bir gündü (burada Indian summer diyorlar), ofisteydim, öğle yemeğimizi terasta yedik. Artık terledim de, ofisin klimasından üşüttüm mü, ne oldum bilmiyorum, akşamına feci bir boğaz ağrısı çöreklendi. Sabahına kalmadı, aynı belirtiler İlker'de de başladı. Bildiğin grip olduk bence. Bende hafif, İlker'de yüksek ateş, eklem ağrısı vesaire.... Ne yapsak kar etmiyor, kelle paça çorbası bile içtim, şifa niyetine düşün artık.
Son bir haftadır günde ortalama 12 saat çalıştım. Şikayetçi değilim. Yani çalışmaktan şikayetçi değilim.
Maç var. Macaristan Türkiye. (Hayır yani maç olmasa blog yazısı yazacağım yok, aşk olsun)
Misafirlerimiz Arca'nın sınıftan Macar arkadaşı Abel ve babası. Ha bir de Erdem geldi, "baktık yeniliyoruz Macar'a dalarız" geyiği çeviriyorlar. Ben de bira ve cipslerini servis edip çalışma odasına kaçtım. Son altı aydır ofisim olan odaya. Kitap kulübüyle zoom toplantıları yaptığımız, kitap okumak için, spor yapmak, meditasyon, yoga vesaire için kaçtığım odaya. ...
Her kadının kendine ait bir odası olmalı. Virgina Woolf canım benim nasıl da haklısın. Kendine dönmek, kendini alıp gitmek için bir oda şart.
Ya ben şimdi ondan bahsetmeyecektim, epeydir iki satır yazmamışım, bizim cepheden son gelişmeleri paylaşacaktım.
Milletten yana çeşitliliğin hakim olduğu bir şehirde yaşıyoruz. Avrupa'nın merkezi ya güya, her milletten her ırktan insan var. Ülkenin kendisi 2-3 milletten oluşuyor, ülke vatandaşları birbirine yabancı.
Gözlemlediğim kadarıyla Brüksel’de dil konusunda renk kodlaması var:
Belçika’da çocukların kulaklarının delinmesi ve kreşe/anaokuluna kulaklarında küpe ile gitmeleri yasakmış!
Ayol bizde bebekken delerler kulakları dedim. Belçikalı arkadaşlarımın gözleri boyoz gibi açıldı (izmirliler bilir, gözleri kocaman oldu yuvalarından fırlayacakmış gibi oldu manasında).
Aslında mantıklı. Yani bebek-küçük çocuklarda kulakta küpe bir diğerinin dikkatini çekebilir ve asıldı mı eyvahlar olsun!
İlla başka çocuğun şakası olması gerekmiyor, benim yaşadığım travma da pekala tehlikeliydi. Efendim, yedi yaşındayım, bir grup arkadaşla aşağı mahalleye yürüyoruz. Ablam da var.
“Bir mağara adamının et yemesi gerek!”
Bu cümle Arca’nın küçükken en sevdiği kitaplardan biri olan “mamutlu börek taş devri”nden. Sebze ve meyve yemekten sıkılmış bir grup mağara adamının gözlerine kestirdikleri mamutu avlayıp mamutlu börek yapma hayalleri etrafında dönen çok eğlenceli bir hikaye.
Dünden itibaren bir hafta boyunca, hava 30 derecenin üzerinde ve güneşli olacak. COVID19 verilerinin önlenemez yükselişinden sonra gündemin ikinci sırasını işgal eden bu haberin bizim evdeki yansımaları şöyle:
1. Teras koltuğunun örtüsü zırt pırt kapatılmayacak
2. Öğlene doğru güneşlikler kapatılacak ki klimasız serin evimize güneşi ve sıcağı misafir etmeyelim, rahat uyuyalım.
3. Bostan sulanacak hem de her gün!
Son maddenin icraatı için bugünkü mesaimin bitimini müteakip Arca ile suları yüklendik, bostanın yolunu tuttuk.